Bu mühendislik projesinin daha önce de sonu hüsranla bitmişti. Şimdi, bir süredir belirtiler yine bu yönde yoğunlaşıyor. Geçen hafta da bu bağlamda önemli gelişmelere tanık olduk. Siyasi tedbir almak gerekiyormuş Dün, devlet eliyle serbest piyasa inşa ederken küreselleşiyoruz, uyum sağlamak gerekir, devleti ekonomiden çıkarıyoruz diyorlardı. Şimdi bu toplumsal mühendislik projesi, yarattığı çelişkiler altında çatırdıyor. Siyasi […]
Bu mühendislik projesinin daha önce de sonu hüsranla bitmişti. Şimdi, bir süredir belirtiler yine bu yönde yoğunlaşıyor. Geçen hafta da bu bağlamda önemli gelişmelere tanık olduk.
Siyasi tedbir almak gerekiyormuş
Dün, devlet eliyle serbest piyasa inşa ederken küreselleşiyoruz, uyum sağlamak gerekir, devleti ekonomiden çıkarıyoruz diyorlardı. Şimdi bu toplumsal mühendislik projesi, yarattığı çelişkiler altında çatırdıyor. Siyasi müdahale yeninden kıymete bindi. Geçenlerde tarihçi Naill Ferguson ‘un uyarılarını aktarmıştım. Onu, dünyanın en çok okunan ekonomi yazarlarından, Financial Times’dan Martin Wolf ‘un uyarıları izledi. Institute for International Economics’de bir konferans veren Wolf, ”Küreselleşmenin zaferi kaçınılmaz değildir, siyasete bağlıdır” deyivermiş ve eklemiş ”Başarılı bir ABD liderliğinden yoksun kaldığı taktirde, bu küreselleşme de daha öncekiler gibi çökebilir” . Üstelik ”bu çöküş olasılığı her yıl biraz daha” artmaktaymış, Wolf’a göre (The Washington Times, 10/04)
Morgan Stanley’in başekonomisti Stephen Roach ‘da aynı kanıda. 11 Nisan tarihli yazısında, dış ticaret alanında gerginliklerin siyasi alana sıçramaya başladığına, gelişmekte olan ülkelerde iç talepte beklenen artışın hâlâ gerçekleşmemiş olmasına işaret ettikten sonra, uyarıyordu: ”Tarih bize, geçmişte küreselleşmenin tam da bu aşamasına, korumacılık ve jeopolitik çatışmaların çirkin başlarını kaldırdıklarını söylüyor” . Daha sonra, Prof Jeffery Williamson ‘ın bizim de, 1999’da bu köşede aktardığımız çalışmasına dönerek küreselleşmenin ülkeler içinde ve arasında gelir dağılımdaki eşitsizlikleri derinleştirmesinin, uluslararası ticaret ve mali sermaye akımlarının yarattığı istikrarsızlığın ve jeopolitik gerginliklerin küreselleşmenin sonunu hazırladığına ilişkin tezini aktarıyordu. Roach’a göre, ”küreselleşme, kendi çöküşünün tohumlarını ekiyor ve bu tarihte ilk kez gerçekleşen bir şey değil” . Roach umudunu, bir uluslararası işbirliğiyle yeniden dengelenmenin yumuşak bir biçimde, gerçekleşmesine bağlıyor. Ama çok iyimser değil.
Önceki hafta sonunda Washington Post’ta bir yorumu yayımlanan, eski Federal Reserve Başkanı Paul Volcker ‘de kötümser. Volcker, ABD ekonomisinde bir yumuşak inişin (dolayısıyla küresel yeniden dengelenmenin) teorik olarak olanaklı, ancak uluslararası düzeyde gereken politikaların uygulanması olasılığının çok düşük olduğunu savundu ve ekledi, ”Gittikçe incelmekte olan bir buzun üzerine paten yapıyoruz”
Buzdaki çatlaklar
Geçen hafta buz birçok noktadan çatlamaya başladı. Hafta, IMF yarıyıl raporunun tartışılmasıyla başladı. Rapor, dünya ekonomisinin 2004 yılında yüzde 5.1 olan büyüme hızının 2005 yılında yüzde 4.3’e gerileyeceğini söylüyor, dünya ekonomisinin bir sürekli ”petrol şoku” tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu saptıyordu. Rapor, MarketWatch’tan ekonomist Greg Robb ‘un deyişiyle ”hemen her alanda tehlike işaretleriyle doluydu” . Financial Times çarşamba başyazısında, IMF’in analizlerinin sağlıklı olduğunu vurguladıktan sonra, ”Küresel dengesizlikler daha da bozuluyor. ABD dış ticaret açığı şubat ayında yeni bir rekor kırarak 61 milyar dolara yükseldi. Bunun böyle olmaması gerekiyordu. Ekonomik çevirim (cycle) olgunlaştıkça dengesizliklerin daralması gerekiyordu. Halbuki genişliyorlar. IMF bu trendin, gelecekte sert bir düzeltmeye (siz mali kriz olarak okuyunuz- E.Y) yol açacak riskleri arttırarak devam etmesinden kaygı duyuyor” (14/ 04)diyordu.
Haftanın son üç gününde IMF’in kaygılarının pratikte ne anlama geldiğini görmeye başladık. ABD ekonomisinin yarattığı tüketici talebi, 2000’den bu yana dünya ekonomisini peşinde sürüklüyordu. Ancak ABD bu tüketici talebini finanse etmek için, faizleri hızla (500 puan) düşürmüş, parasal bir genişleme yaratmıştı ve dünyanın geri kalanından, her gün 2 milyar dolar tasarruf transfer ediyordu. Bu arada hem cari açık, hem borçlar hızla büyüyordu. Bu sonsuza kadar gidemezdi, uluslararası yatırımcıların dolara karşı çekingenlikleri arttıkça, dolar düşmeye, faizler yükselmeye başlayınca da ABD tüketicisi ister istemez kemerleri sıkmaya başlayacaktı.
Geçen hafta yayımlanan veriler, perakende satışların , tüketici güven indekslerinin ve beklenti indekslerinin belirgin bir biçimde gerilemeye başladığını gösteriyordu. Haftanın ikinci yarısında, başta ABD’de olmak üzere dünya borsalarında şiddetli düşüşler yaşandı. Dow Jones ve Nasdaq indeksleri haftayı, toplam yüzde 3.6 ve yüzde 4.6 gerileyerek kapattılar. Nikkei’de yüzde 4.2 düştü. Wall Street Journal’ın aktardığına göre, 2003 Mart’ından (savaştan – E.Y) bu yana yaşanan bu en sert gerilemenin arkasında salt tüketicinin ruh haline ilişkin olumsuz veriler değil, en büyük şirketlerin (GM, Ford, IBM vb.) açıklanmaya başlanan birinci dört aylık dönem bilançolarının, piyasada yarattığı düş kırıklığı vardı. Global Value Investors’ün baş yatırım uzmanı Ram Kalluri ‘ye göre ”piyasa resesyona giriyormuşuz gibi davranıyor” (CNN, 15.04)
Çatlakların ekonomik alanla sınırlı kalamayacağına, Stephen Roach’ın işaret ettiği gibi, siyasi alana sıçramaya başladığına ilişkin belirtiler de artıyor. Örneğin The Asia Times’da ”Ticaret Savaşları” başlığıyla yayımlanan bir araştırma, ABD ile Çin, Avrupa Birliği, Japonya, Hindistan arasında son aylarda ticaret anlaşmazlıklarında, karşılıklı suçlamaların dozunda bir artış olduğunu örnekleriyle sergiliyordu. q(2/05)
Ama geçen haftanın en önemli hikâyesi, Uzakdoğu’daki siyasi gerginlikler oldu. Japonya’nın Çin ve Güney Kore’yle arasındaki II. Dünya Savası’ndan kalma sorunlarla ilgi tartışmalar, geçen hafta, Çin’de Japonya karşıtı gösterilere, Japon şirketlerinin yağmalanmasına kadar tırmandı. Bu gelişmelerin arkasında ideolojik, tarihsel nedenler olduğu gibi, Japonya’nın bölgede giderek ABD’ye benzer tek yanlı bir dış politika izlemeye, ülkesinde milliyetçiliği körüklemeye, Çin’i tehdit eden bir tutum almaya başlamış olması yatıyor (M Auerback, ”Japan: The Uniletaralist of Asia” , Prudentbear, 12/05). Çin Komunist partisi de ülkede eşitsizlikler attıkça milliyetçiliğe sıgınmaya başladı. Bir başka açıdan bakarak bölgede bir liderlik rekabeti sorunu başladığını da söyleyebiliriz. Çin, ABD- Japonya ekseni tarafından kuşatılmakta olduğuna, Japonya’da yükselmekte olan Çin karşısında bölgesel gücünün gerilemekte olduğuna inanıyor. Ayrıca Çin ve Japonya arasında, bölgedeki gaz ve petrol rezervleri üzerinde ve dünyada enerji piyasalarında sertleşmekte olan rekabet de sorunları ağırlaştıran bir diğer etken. Önümüzdeki ay Fransa, bir ay sonra da Hollanda’da Avrupa Birliği Anayasası’nı oylanacak. Ya sonuçlar hayır çıkarsa? Birden aklıma geldi, kemerleriniz bağlamış mıydınız?
[email protected]/Cumhuriyet 18 Nisan 2005