İstanbul-Saraçhane mitingi, faşist diktatörlüğün iradesiyle belirlenmiş olan Abide-i Hürriyet statükosunun parçalanmasını temsil eden bir ayrışma olarak devrimci kitle iradesinin tepe noktası olmuştu. Marksist Leninist komünist öncünün ayrışmayı göze alan taktiğinin de başarıya ulaşması anlamına gelen bu durum, iki temel politik kazanım sağlamıştı. AKP Hükümetinin 28 Mart yerel seçimlerinde elde ettiği başarıyı arkasına alarak sağın tek […]
İstanbul-Saraçhane mitingi, faşist diktatörlüğün iradesiyle belirlenmiş olan Abide-i Hürriyet statükosunun parçalanmasını temsil eden bir ayrışma olarak devrimci kitle iradesinin tepe noktası olmuştu. Marksist Leninist komünist öncünün ayrışmayı göze alan taktiğinin de başarıya ulaşması anlamına gelen bu durum, iki temel politik kazanım sağlamıştı.
AKP Hükümetinin 28 Mart yerel seçimlerinde elde ettiği başarıyı arkasına alarak sağın tek seçenek, AKP’nin de tek alternatif olduğu propagandasını boşa çıkarmaktı. Çünkü sermaye medyasının da tam tekmil arkasında durduğu bu psikolojik saldırı kampanyasının amacı, sol’u yenilgi atmosferi içine hapsetmeyi, devrimci hareketin ilerleyişini kuşatma altına almayı amaçlayan politik bir ortam hazırlamaktı. Bu atmosferde geniş işçi ve ezilen yığınları umutsuzlukla kuşatmak ve çaresizlik duygusuyla zehirlemekti.
Generallerin, sermayenin ve AKP’nin bu genel amaçla doğrudan bağlantılı yakın güncel hedef ise, İstanbul NATO toplantısı vesilesiyle emperyalistlere işbirlikçi rüştünü yeniden ispatlamak, bu militarist politikalarına halk yığınlarının rızasını örgütlemekti. Ama görüldü ki, 1 Mayıs kutlamalarının kitlesel gücü, genel devrimci içeriği ve sonrasında NATO karşıtı mücadele için yarattığı moral motivasyon ve biriktirdiği mücadele kuvvetiyle bu uğursuz planı bozmayı başarmıştı.
Bu yılki 1 Mayıs’ın arkasına aldığı kitle hareketinin yoğunlaştığı iki eksen mevcut. Bunlardan ilki işçi, emekçi ve ezilen kitlelerin özelleştirmelere, işsizliğe ve adaletsizliğe karşı yükseltikleri değişik araç ve biçimlere bürünen tepki ve direnişleridir. Diğeri ise, Kürt halkının ulusal demokratik talepleri temelinde süreklileşen ve yaygınlaşan kitlesel eylem baskısıdır. Kitlelerin söz, eylem ve örgütlenme hakkı temelinde yükselttiği ulusal ve toplumsal-sınıfsal demokratik taleplerinin biriken ağırlığı, egemen sınıflar için ‘tehdit’ algısını güçlendirmektedir. Milyonların yaşamsal talepleri karşısında ‘çözümsüzlük’ dayatması dışında bir politika geliştirmekten aciz olan faşist diktatörlüğü sıkıştıran ‘iç’ koşullar giderek sertleşmektedir. Sermaye oligarşisinin genel mutabakatı sayesinde iş başına gelen AKP Hükümeti ise, ‘çözümsüz’lüğün görünürdeki siyasi muhatabı olması nedeniyle kitlelerin doğrudan hedefi haline gelmiş durumdadır. Hükümet için ‘parlak’ günler çoktan geride kalmıştır.
Ancak, faşist diktatörlüğü sıkıştıran koşullar sadece ‘iç’ dinamiklerden beslenmemektedir. ABD ve AB emperyalistlerinin rekabet ve hegemonya mücadelesinin belli başlı sıcak paylaşım alanlarından biri olarak Türkiye ve Kuzey Kürdistan coğrafyası, stratejik bir ‘dış’ kuşatma altında tutulmaktadır aynı zamanda. Egemen yönetici sınıf kliklerinin kolektif tavrı ise, işbirlikçilik karakterleri nedeniyle tabii ki emperyalistlere ödün üzerine ödün verme siyasetiyle ‘dış’ kuşatmanın derinleşmesini bir sınırda tutmaya ve kendi egemenlik çıkarlarını ve iradelerini bir şekilde sürdürmeye çalışmak olmuştur.
Bunun anlamı ve somut karşılığı ise, özellikle kitle mücadelesinin ve devrimci hareketin ilerleme eğrisinin yükseldiği her dönemde, emperyalistlerin ekonomik-mali, siyasi ve askeri desteğine sırtını daha ‘sağlam’ dayama güvencesidir. Böylece, kitle hareketini kontrol altına almak, devrimci hareketi kitlelerden tecrit etmeye ve ezmeye çalışmak, emperyalistlerin ve faşist rejimin ortak derdi olmaktadır. Generaller ve sermaye oligarşisi, emperyalistlerin dayatmalarıyla da beslenen kendi aralarındaki süre giden, rekabet gerilimi ve karmaşası içinde, rejimin ‘iç istikrarı’nı başka türlü sağlayamamaktadır.
Sözünü ettiğimiz bu genel durumun 1 Mayıs 2005 öncesindeki yansıması, özgün bir içerik kazanmış durumdadır. Newroz’la birlikte generallerin düğmesine bastığı faşist psikolojik savaş kampanyası, şoven propaganda, kuşatma ve saldırılar eşliğinde sürdürülmektedir. Trabzon’da TAYAD’lı gençler üzerinden başlayan linç girişimleri Samsun, Sakarya ve Sivas’la devam etmektedir. Polis, Eskişehir, İzmir gibi bir dizi yerde daha bu kışkırtmayı örgütlemeye çalışmıştır.
Açıkça ortadadır ki, generaller, Kürt halkına ve onun ulusal demokratik talepli mücadelesine, komünistlere, devrimcilere, işçi ve emekçi hareketine karşı barikat oluşturma, Türk işçi ve emekçilerini bu gerici barikatın gücü haline getirme amaçlı taktik bir plan hazırlamıştır. Ve yine açıktır ki, toplumsal gerçeklerden biri olan Türk-Kürt karşıtlığı, faşist devletin bu taktik planının ana zeminini oluşturmaktadır. Linç girişimlerinin ve ırkçı-şovenist gösterilerin aktif unsurları olarak ülkücü çeteler öne çıkmakla birlikte generaller, yalnızca onları değil, esasen Türk işçi ve emekçilerini bu faşist kampanya etrafında toplayıp seferber etmeyi istemektedirler.
Yükselen devrimci ve demokratik mücadelenin önünü kesmek, faşist diktatörlüğün kitle tabanını güçlendirmek amaçlı bu faşist saldırganlık kampanyası, aynı zamanda egemen sınıfların korku ve telaşını da ele vermektedir. Çünkü, generallerin ve sermaye oligarşisinin emperyalist işbirlikçisi konumlarını açığa çıkaran gelişmeler ardı arkası kesilmeden yaşanmaya devam etmektedir. Generallerin ‘ulusal bağımsızlık sevdası’yla ilgili lafazanlıkları, eskisi gibi pek para etmemektedir. Çünkü; örneğin, ABD’nin toplumdaki ‘Amerikan karşıtlığı’nın önlenmesi gerekçesiyle kurduğu baskı karşısında ‘dilleri tutulanlar’ da yine onlardır. Ama daha beteri, İncirlik ve diğer üslerin Amerika’nın sınırsız kullanımıyla ilgili yeni gizli görüşmeleri sürdürenlerin ve anlaşmaya varanların da generaller olduğu kamuoyuna yansımış durumdadır. Keza sermaye hükümeti, daha dün milletin gözünün içine baka baka IMF’yle üç yıllık yeni bir stand-by (kölelik) anlaşması imzalamıştır. İmzayı atan Bakan’ın milyorlarca ezileni gözden çıkardıklarının yeni bir kanıtı olan ‘işsizlikle ilgili itirazlar vatanseverlikle bağdaşmamaktadır’ lafı, işbirlikçiliğin halk düşmanlığı tarihine ibretlik örneği olarak geçmiştir.
Bütün bunların; faşist, şoven propagandaya, kuşatma ve saldırılara karşı mücadele ve uyanıklığın güçlendirilmesi gerektiğini ortaya koyduğu açık olsa gerek. Bunun somut karşılığı ise, sermayeye, faşizme ve sömürgeciliğe karşı kitle mücadelesini büyütme imkanlarını zorlamak olmalıdır. İşçi ve emekçi hareketini ve devrimcileri sindirme amaçlı faşist güruhların saldırılarını eylemli olarak yanıtlama hattı geliştirilmelidir. Faşistlerin, sermaye oligarşisinin emperyalizmin uşakları olarak Türk halk onurunu nasıl çiğnediğini teşhir etmek, emekçi yurtseverliğini yükseltmek, halkların kardeşliği güçlü biçimde savunmak önemlidir. Faşistlerin, halklarımız arasında Türk- Kürt karşıtlığı temelinde yaratmak istediği gerici saflaşmanın karşısına; faşist-anti faşist, ezenler-ezilenler, emperyalizmin uşakları- emperyalizme karşı olanlar biçiminde saflaşmalarla çıkılmalıdır.
Bu özgün koşullar altında 2005 1 Mayıs’ının, ırkçı faşist saldırılar ve şovenist kuşatma karşısında bir halklar barikatına dönüştürülmesinin önemi ortadadır. 1 Mayıs’ta proleterya ve ezilenlerin gücünün, öfkesinin ve mücadele arzusunun açığa çıkarılması, bu temelde de toplumsal psikolojiyi etkileyecek, sonraki süre
ce moral ve enerji taşıyacak kitlesel, dinamik ve yaygın kutlamalar gerçekleşmelidir.
Bu yıl, komünist öncünün yürüttüğü hazırlığa ve yöneldiği girişimlere rağmen, Taksim üzerinde genel bir mutabakat sağlanamadığı görülmektedir. Böylesi bir durumda komünistlerin kendi kuvvetlerine dayanarak ya da devrimci gruplarla birlikte Taksim’de ayrı bir 1 Mayıs kutlaması gerekli olmaktan çıkmıştır. Çünkü bu yılki siyasi gelişmelerin ve somut ihtiyaçların yüklediği görev, devrimci etkinin yansıtıldığı, yığınsal ve yaygın 1 Mayıs’tır.
Atılım/15 Nisan 2005