Türkiye-Suriye Yakınlaşması Henüz 10 yıl öncesine kadar “kırmızı kitapçıklarda” birinci derece tehdit olarak tarif edilen Türkiye’nin en uzun sınır komşusu Suriye ile ilişkileri, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş’in tehdit içerikli açıklamalarıyla birlikte gerginleşmiş ve ardından Öcalan’ın yakalanmasına kadar gelişen süreç yaşanmıştı. İlginç ve önemli olan, tehditin bizzat sahibi Kuvvet Komutanlarınca örülen bir sürecin sonucunda […]
Türkiye-Suriye Yakınlaşması
Henüz 10 yıl öncesine kadar “kırmızı kitapçıklarda” birinci derece tehdit olarak tarif edilen Türkiye’nin en uzun sınır komşusu Suriye ile ilişkileri, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş’in tehdit içerikli açıklamalarıyla birlikte gerginleşmiş ve ardından Öcalan’ın yakalanmasına kadar gelişen süreç yaşanmıştı. İlginç ve önemli olan, tehditin bizzat sahibi Kuvvet Komutanlarınca örülen bir sürecin sonucunda iki ülke ilişkilerinin Cumhuriyet döneminin en üst yakınlaşma düzeyine taşınmış olmasıdır. İmzalanan Adana mutabakatı, Jandarma Genel Komutanı’nın sıklıkla gerçekleştirdiği Şam ziyaretleri ve ardından iki ülke Genelkurmay Başkanlarınca imzalanan işbirliği protokolleriyle hızla gelişen ilişkiler, Sezer’in Cumhurbaşkanlığı ile birlikte en üst seviyeye ulaşmış bulunuyor.
Geçmişte Türkiye-Suriye arasında sorun olarak ortaya konulan iki temel nokta Kürtler ve Su Sorunu idi. Özellikle Öcalan’ın Şam’da yaşaması dolaysıyla Türk egemen çevrelerinin tepkisini toplayan Suriye, istihbarat güçleri aracılığı ile Türkiye’nin Kuzey Irak’ta etkinliğini de sınırlamaktaydı. Gelinen aşamada üst düzey PKK yöneticilerini Suriye dışına çıkmaya zorlayan Şam hükümeti, Türkiye ile yaptığı istihbarat işbirliğine uygun olarak PKK üyelerinin yanı sıra Türkiye’de eylem yapan şeriatçıları da takibe alarak Türk devletine bildiriyor. Beşar Esad geçtiğimiz ocak ayında yaptığı Türkiye ziyaretinde “Kürtler konusunda kendilerinin de kırmızı çizgilerinin bulunduğunu ve Türkiye ile bu konuda yakın işbirliği içerisinde olduklarını” belirtmişti (CNN Türk, 5 Ocak 2004).
Öte yandan Türkiye ile Suriye arasında Fırat suyunun paylaşımına ilişkin olarak yaşanan su sorunu da kısmen çözülmüş görünüyor. Özellikle Suriye’nin Esad Barajı inşası, Türkiye’nin ise GAP projesi nedeniyle suyu kesmesi sonucu gerilen ilişkiler savaşa dönüşmeden aşılmıştı. Halen Fırat nehrinin %88 lik potansiyelini elinde bulunduran Türkiye %52 lik kullanım hedefiyle yetinirken Suriye, %12 lik potansiyeline karşın kullandığı %32 lik miktarla avantajlı konumda bulunuyor (DSİ Raporu, 1984). GAP’ın tamamlanmasıyla bu oran kısmen değişebilecekse de, genel görünüm Suriye’nin avantajlı konumunu sürdüreceğini gösteriyor.
Suriye-ABD-İsrail İlişkileri
ABD’de etkin olana neo-con kliğin siyonist lobilerin büyük desteğini alarak politika yaptığı biliniyor. Filistinlilere yönelik saldırılara karşı üst düzey Filistinli örgüt yöneticilerini barındırıp askeri malzeme desteği sağlayan Suriye, Lübnan’a yerleştirdiği askerleriyle bu ülkeye karşı girişilebilecek İsrail saldırısını engellemeyi de hedeflemekteydi. Gelinen aşamada Ürdün’ün eski başbakanlarından Fransa yanlısı Hariri bir suikastle ortadan kaldırıldı. Bu suikast, bölgedeki Fransız etkinliğini sınırlayan, AB’yi doğrudan ABD politikalarına eklemeleyen ve Suriye’yi hedef tahtasına oturtan bir sonuca hizmet etmesi dolaysıyla ABD-İsrail patentli bir görünüm veriyor. Kimi çevrelerce Suriye istihbaratı içindeki Hafız Esad yanlılarının bir operasyonu olarak değerlendirilmekteyse de, gelişmenin mevcut Suriye hükümetini zor durumda bıraktığı ve çok yönlü değişimlere hizmet ettiği görülüyor.
Öncelikle gelişmeleri Suriye askerlerinin çekilmesiyle bağlantılandıran ABD-İsrail cephesi, Fransa’nın da desteğini alarak Suriye’yi çekilmeye mecbur etti. Çekilme kararının hemen ardından bizzat neo-con klik tarafından yapılan açıklamalarda, İsrail’in Suriye’yi vurabileceğinin belirtilmesi, “geriye doğru atılan her adımın bir yeni geri adıma kolayca evrilebileceğini” gösterir özellikteydi.
Ortadoğu’daki yeniden yapılandırma planlarının esasını İsrail’in güvenliği üzerine oturtan ABD savaş hükümeti, Irak’tan sonra Suiye ve İran’ı hedef alacağını da açıklamaktan geri durmuyor. İnandırıcı olma kaygısı dahi taşımayan iddialarla ısıtılan gerginlikler aracılığıyla bölge ülkelerinin aldıkları pozisyonları denetleyen ABD, Türkiye gibi ülkelere akıttığı yüzmilyonlarca dolarlar aracılığıyla saldırı gerekçelerini olgunlaştırmayı amaçlıyor. Nitekim kadife devrimcilerin Lübnan’daki 80-100 bin kişilik eylemini büyük olay diye göklere çıkaran işbirlikçi medya kuruluşlarının (bu durum bazı yerel televizyonlarda rahatlıkla görülebilmekte) Suriye’yi destekleyen -batı medyasına göre en az 500.000, bağımsız gözlemcilere göre ise 1 milyondan fazla kişinin katıldığı- gösterileri Hizbullah taraftarı onbinlerin tepkisi olarak sınırlamaları, işbirlikçi zavallılığın kendi halklarına ve coğrafyasına ne denli yabancılaştığını da gösteriyor.
ABD Türkiye’den ne istiyor?
ABD’nin Türkiye üzerindeki hakimiyeti, Marshall yardımlarıyla başlayan ve IMF-Dünya Bankası sarmallarıyla gelişen bir süreç sonucunda -tek yönlü- bağımlılık ilişkisi olarak şekillendi. Soğuk savaş döneminde Türkiye’ye “bekçilik” görevi yükleyen ABD ve Batı egemen çevreleri, gelinen aşamada bununla yetinmeyerek artık “polislik” teklif ediyor. Saldırıyı, hukuksuzluğu ve vahşeti amaçlayan planların ortasında Türkiye’nin işlevi ortam hazırlamak olarak tarif ediliyor (Savaş kükümetinin beyinlerinden Douglas Feith’in açıklamaları, Şubat 2005). Talep edilen, İran ve Suriye’nin Türkiye’nin telkinleriyle hizaya getirilmesidir. Ahmet Davutoğlu’nun (Fetullah Gülen’in popülerliğinin arttığı bir dönemde, Gülen’in kontrolündeki Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nca büyük stratejist olarak ödüllendirilmiş olan -dış politikanın mimarı- Prof. Ahmet Davutoğlu’nun ortalıkta gezinmesi de ayrı bir yazının konusu olabilecek önemde görünüyor) kanaldan kanala zıplayarak çok yönlü dış politika olarak tarif ettiği siyasetin özü budur. Gerçekte bu uzlaşma siyasetinin bir ayağı ılımlı İslam’a, bir ayağı batı sermayesine dayanmakta olup, işbirlikçi ve eklektik karakter taşıyor.
Şimdi düşünelim. ABD’nin Türkiye’de görevli memuru olan olan ve birincil görevi bilgi akışını sağlamaktan ibaret olan büyükelçi Eric Edelman, görevli bulunduğu ülkenin Cumhurbaşkanı’nı diplomatik üslupla tehdit ediyor ve Suriye ziyareti konusunda uyarıyor. Açıklamaya verilen tepkilere bakalım: Türk Dışişleri bakanı, her zamanki sırıtık gayri ciddi üslubuyla “Sayın büyükelçi yanlış anlaşılmıştır” diyor. İktidar partisinin grup başkanvekili Salih Kapusuz ise ” Büyükelçinin açıklamasından sonra ben olsam gitmem” beyanını veriyor. Bu küstahça beyana; Dışişleri bürokrasisi, -Eğitim Sen’in tüzüğüne dahi tepki gösteren- Genelkurmay ve Cumhurbaşkanlığı tepki vermeye cesaret edemediler. Cumhurbaşkanı gazetecilerden kaçarken -ayaküstü- “gideceğim” cevabını verirken, Başbakan ise “Cumhurbaşkanı doğru karar vermiş” açıklamasıyla yetindi.
Öte yandan bazı emekçi örgütleri ve emekçi partileri çok net olarak “Edelman istenmeyen adam (persona non grata) ilan edilsin” diyerek tutumlarını ortaya koydular. Aslında gerçek diplomasinin, olması gereken halk diplomasisinin gerçekleştirildiği bir tavır olarak önemliydi bu açıklamalar. Çok açık olarak, büyükelçinin geri gönderilmesine yönelik bir çalışmanın yapılması, değişik toplum katmanlarının duyduğu ABD karşıtı tepkinin somutlaşmasını ve eyleme dönüşmesini sağlayabilecektir. Önümüzdeki günlerde beyanlarına devam etmesi kuvvetle muhtemel olan büyükelçinin hedef alınması, doğrudan ABD savaş hükümetinin hedef alınmasını sağlayacak ve büyükelçinin değiştirilmesine kadar gidebilecek gelişmeleri harekete geçirebilecektir.
Sonuç
Sezer’in ziyareti, Türkiye’nin ziyaretteki amacına bağlı olarak nitelik kazanacaktır. Suriye’yi biat etmeye teşvik yerine, ABD güdümlü dış siyaset sarmalını aşarak bağımsızlık perspektifinin ortaya konulması ve dayanışma açıklamalarının yapılması -bölge halkları için de- önemli kazanım ve moral kaynağı olacaktır.
Suriye desteklenmelidir. Bu destek, Ortadoğu halklarının kendi gücüne güvenmelerini sağlama bakımından önemlidir. Bölgedeki Kürt, Türkmen, Arap, Şii diğer bütün unsurların barış içinde ve istedikleri ülkenin çatısı altında kardeşçe yaşamalarını hedefleyen bir ortak devrimci program, gücün eyleme dönüşmesini sağlayabilecek temel araçtır. Doğu Konferansı’na katılan aydınlar, anti emperyalist halk dayanışmasının olanaklarını gördüklerini bildiriyorlar. Bunun gerçekleştirilebileceğine ilişkin bulgular her geçen gün artıyor. Zaman kaybetmeden eyleme geçmek gerekiyor.
Bülent Tütmez