Küresel kapitalizmin iktidarını her geçen gün artırdığı ve kurumsallaştırdığı bu günlerde, sermayenin önündeki engeller teker teker ortadan kaldırılmaktadır. Üretim süreçlerinin esnekleştiği ve kuralsızlaştığı bu dönem, sol siyasetin ve emek mücadelesinin dibe vurduğu bir süreci de beraberinde getirmektedir. Sermaye bloklarının dünya genelinde faaliyetine ve zaman zaman da rekabetine sahne olan güncel siyasetin, yaşamı emekten yana değiştirip […]
Küresel kapitalizmin iktidarını her geçen gün artırdığı ve kurumsallaştırdığı bu günlerde, sermayenin önündeki engeller teker teker ortadan kaldırılmaktadır. Üretim süreçlerinin esnekleştiği ve kuralsızlaştığı bu dönem, sol siyasetin ve emek mücadelesinin dibe vurduğu bir süreci de beraberinde getirmektedir. Sermaye bloklarının dünya genelinde faaliyetine ve zaman zaman da rekabetine sahne olan güncel siyasetin, yaşamı emekten yana değiştirip dönüştürmek isteyenler için emek sermaye çelişkisi üzerine şekillenmesi gerekirken, sermayenin kendi içsel çelişkileri ve yönelimleri üzerinden gündelik ve uzun vadeli pratiklerini oluşturmaktadır.
Küreselleşen kapitalizm dünya genelinde sağdan yana rüzgarlar estirmekte ve solun etkisizliğini pekiştirmektedir. Arjantin ve Brezilya gibi kimi ülkelerde verilen mücadeleler ve elde edilen mevziler her ne kadar “Başka Bir Dünya Mümkün” diyenleri cesaretlendirip, ümitlendirse de, buralarda oluşan iktidarların gerçek anlamda sermayeden ve küresel kapitalizmin örgütlerinden ( İMF. DB. DTÖ) bağımsız olduklarını ifade etmekte güçtür.
1990’larda reel sosyalizmin çöküşü ile zirve noktasına ulaşan solun krizinden bugüne kadar hala bir çıkış yolu bulunabilmiş değildir. Her ne kadar reel sosyalizm pratiğinin eleştirisi üzerine “Özgürlükçü Bir Sosyalizm ” tarifi yapılmış olsa da , bu yaklaşımın kitleselleşerek , iktidara yürümesinin pratik koşulları yaratılabilmiş değildir ve kısa vadede yaratılabilecek gibi de görünmemektedir.
1970’lerde var olan sermaye birikim modeli yerine yeni bir modeli tercih etmesi, kapitalist küreselleşmenin kısa bir zaman aralığında kendini var ve iktidar edecek nesnel koşuları da yaratmasına becerisini göstermesini sağlamıştır. Üretim süreçlerini ve buna bağlı olarak da çalışma yaşamını yeniden yapılandıran küresel kapitalizm esnek istihdam ve parçalanmış üretim süreçleri ile sendikaların etkilerini azaltmış ve siyasetin sağdan esen rüzgarının da etkisiyle sınıf mücadelesinin dibe vurmasının koşullarını yaratmıştır. Kuşkusuz, emek mücadelesinin bugüne gelmesinde içsel ve dışsal bir çok farklı etken de rol oynamıştır. Ancak, unutulmaması gereken kapitalist küreselleşmenin ve onun reel pratiğinin esas belirleyici neden olarak ortada durmakta olduğudur . Emek alanında mücadele eden bizler açısından durumun bu şekilde tespiti verilecek mücadelenin yönelimleri açısından oldukça anlamlı ve önemlidir.
AVRUPA BİRLİĞİ, EMEKÇİLER VE SOL
Son yılların ,gerek ülke gerekse de sendika kamuoyunda , en yoğun tartışma konusu Avrupa Birliğine dahil olup olmama meselesidir. Küreselleşme ile beraber toplumun genelinde oluşmaya başlayan “Değişimciler” ve “Statükocular” ayrışması AB tartışmaları ile beraber yeni bir boyut kazanmıştır.
Toplumun farklı kesimlerinde var olan değişim talebinin taşıyıcısı olma iddiası ile ciddi bir güç oluşturan AKP , Türkiye’nin AB sürecine dahil edilmesini tek ve vazgeçilmez varlık nedeni olarak ortaya koymaktadır. AB sürecine dahil olma AKP açısından o kadar önemli bir proje haline gelmiştir ki, 17 Aralık’ta alınan tarih ve imzalan metin sermayenin kendi hedefleri açısından çok anlamlı olmasa da ülke kamuoyuna başarılı olarak büyük medya eli ile pompalanmaya başlamıştır. Sadece AKP değil farklı toplumsal kesimler ve kimi siyasal çevreler bütün geleceklerini ve var olan sorunlarının çözümünü AB’ye girmeye bağlamış durumdadır. Kopenhag siyasi kriterlerinin oluşturduğu zemin görece daha demokratik ancak unutulmaması gereken temel nokta yaşanacak değişme ve gelişmelerin esas itibarı ile dış değil iç dinamikler eli ile geliştirilmesi gerekliliğidir. AB’ye dahil olarak sağlanacak değişme ve gelişmelerin sınırlarının sermayenin çıkarları ile sınırlandırılacağı asla unutulmamalıdır.
Türkiye’nin AB sürecine dahil edilmesinin sermaye açısından ne anlama geldiği ayrıca üzerinde önemli durulması gereken bir tartışma konusudur. 24 Ocak 1980 Kararları ile başlayan ulusal sermayenin uluslar arasılaşma arayışı AB ile beraber yeni bir boyut kazanmıştır. Küreselleşen kapitalizm sermayenin önündeki engelleri bir bir ortadan kaldırırken emeğin önündeki sınırları ve engellemelerini farklı biçimlerle sürdürmektedir. Bu nedenle AB’nin emeğe ve mücadelesine kendi doğallığında katkı sunacağını düşünmek yanıltıcıdır.
AKP’nin ve diğer birçok farklı kesimin AB taraftarlığına karşı, ülke genelinde aynı zamanda da muhalif bir yaklaşımın gelişmekte olduğu gözlenmektedir. Küreselleşen kapitalizme karşı, güçlü bir sol seçeneğin ve muhalefetin oluşması beklenirken , içerisinde bulunduğumuz süreçte, karşıtlığın milliyetçi akımlar ve siyasallaşan dini yoğunluklar olarak ortaya çıkması bu dönemin tipik bir özelliğidir.
AB ülkelerinde son yılarda milliyetçi yaklaşımların güç kazandığını gözlemek mümkündür. Bu durum , küreselleşmenin oluşturduğu üst kimliğe bağlanmadaki bulanıklık veya güvensizlikten dolayı ikincil veya alt kimliklere yönelmenin daha da yaygınlaşması olarak da değerlendirilebilir.
Küreselleşen kapitalizm çağında kendisini var edebilmek için geniş kesimler için dar, güvenli ve kontrol edilebilir kimlik ve aidiyet arayışlarının geliştiğini tespit etmek mümkündür. Yaygın hemşehri dernekleri, spor kulübü taraftarlıkları ,sivil toplum örgütleri olarak anılan ancak ilgi alanlarındaki özel sorunlarla , onlara neden olan toplumsal koşullar, üretim ve iktidar ilişkileri bağlamında algılamak yerine kendi alanlarında var olan özel soruna kendisini hapseden bir örgütlenme yaklaşımı son dönemin yaygın örgütlenme yaklaşımlarıdır. Solun ve sınıf hareketinin birbirlerini karşılıklı geliştirememesi, milliyetçiliğin ve siyasallaşan dini yaklaşımların son dönemin hakim örgütlenme referansları haline gelmesine neden olmuştur.
AB’ye karşı gelişen ulusalcı eğilimlerin arkasında , kendi çıkarlarını koruma kaygısı içerisinde bulunan , daha çok yerel sermayenin ve hakim bürokrasinin oluşturduğu derin ve etkili bir ekibin de olduğunu unutmamak gerekmektedir. Eğitim Sen’e açılan kapatma davasından, 12 yaşındaki Uğur’un Mardin Kızıltepe’de infazına kadar bir çok farklı alanda meydana gelenlerin arkasında var olanın olduğu gibi devam etmesinden yana bir ekibin olduğu gözlenmektedir. Bu nedenle , AB’ye karşı “bağımsızlık” savunucularının bağımsızlığı kendi çıkarlarının devamı olarak gördüklerini ifade etmek mümkündür.
DSD’liler ne bütün geleceklerini AB’ye bağlayan siyasi çevreler gibi, ne de AB’ye karşı statükocu-sağ bir zeminde faaliyet yürüten gruplar gibi siyaset yapamazlar . AB meselesine evet veya hayır düzlemi üzerinden yaklaşılamaz derken aslında bu tutumun bir karasızlığı veya taraf olamamayı ifade etmediğini anlatmak durumundayız. Bizler açısından yarı evet yarı hayır yaklaşımı kabul edilebilir bir yaklaşım değildir. Evet-Hayır dışında bir üçüncü seçeneği ifade eden DSD’liler açısından temel görev emeğin Avrupa’sını oluşturmak veya bunun için çaba sarf etmektir. Bu amaca ulaşmak için önümüzdeki dönem yeni mücadele ve örgütlenme stratejilerini tartışmak ve üretmek durumundayız.
DSD’liler kongre sürecinde bütün kamu emekçilerine toplumu ikiye bölen ‘Değişimciler’ ve ‘Statükocular’ yarılmasının tarafı olunmaması gerektiğini anlatmalıdır. Bizler ne sermayenin Avrupa’sını , ne de var olan statükonun devamını kurtuluş olarak göremeyiz.Sermayenin kendi sınırları içerisine sıkışmış v
e onu aşma iddiasından uzaklaşmış evet-hayır ikileminden, hem kendimizi hem de kamu emekçilerinin genelini kurtarmak durumundayız.
Bugün sendikalarda faaliyet gösteren dinamiklerde maalesef bu saflaşmanın tarafı olmuşlardır. Bugüne kadar var olan mücadele pratiği içerisinde asla böylesi saflaşmaların tarafı olmayan , biz DSD’liler bu pozisyonumuzu geniş kitlelere anlatmak ve onlarla beraber pratik örgütlemenin yol ve yöntemlerini bulmak ve kullanmak durumundayız. Bu nedenle, kongreler süreci , kamu emekçilerinin siyasete yakınlaştığı bir dönem olarak algılanmalı ve bütün DSD’liler bu dönemde siyaseti kamu emekçileri ile buluşturmanın yollarını aramalıdır.
NE YAPMALI ?
Yukarıda da kısaca ifade edilmeye çalışıldığı üzere içerisinde bulunduğumuz dönem sol siyaset ve emek mücadelesi açısından oldukça zorlu bir dönemdir. Bir tarafta sınır tanımayan sermaye , bir tarafta da etkisiz, iktidar hedefinden uzaklaşmış bir sol. Bütün bunların arasında da kendisini var etmeye çalışan sendikalar ve gittikçe etkisizleşen sınıf mücadelesi . Bu durumu tersine çevirmenin yolu mücadeleyi yaygınlaştırmaktan, çeşitlendirmekten ve yaşama iradi müdahaleden geçmektedir .DSD’liler bulundukları sendikal zeminlerde önümüzdeki dönem mücadeleyi bu perspektifle yükseltmelidir.
Bugün küresel kapitalizmden kurtulmanın yolu, emekçilerin, ezilenlerin, yoksulların, dışlanmışların, küreselleşmenin mağdur ettiği tüm toplumsal kesimlerin ayağa kalkması ve ortak mücadelesi ile mümkündür.
Önümüzdeki dönem temel görevimiz, küresel kapitalizme karşı küresel direnişi örgütlemek ; emeğin küreselleşmesinin önünü açacak faaliyetleri örgütlemek olmalıdır.
Kongreler bizler açısından mücadele anlayışımızı ve yapılması gerekenleri bütün çalışanlarla paylaşmanın, sendikal siyasetimizin emekçi kitlelerle buluşturmanın olanağı olarak değerlendirilmelidir. Bizler açısından kongreler siyasetin toplumsallaştırıldığı ve düşüncelerimizin geniş kitlelerle buluşturulacağı dönemlerdir. Bizler önümüzdeki dönemin zorluklarını ve bizlere sunduğu olanakları görerek bu süreci örgütlemek durumundayız.
KONGRELER
Kongreler sendika kamuoyunu en çok kimlerin veya hangi grupların yönetimlerde ne oranda temsil edileceği noktasında ilgilendirir. Yaşadığımız dönemin sıkıntıları dikkate alındığında , bu süreçte sadece seçimlere endekslenmiş bir kongreler dönemi yaşamak ve yaşatmak ne bizleri ne de örgütü ileriye götürmeyecektir.
Bu nedenle DSD’liler bulundukları her zeminde muhataplarına sürecin zorluklarını ve yapılması gerekenleri anlatmalı ve onlarla olması gerekeni, mücadele stratejilerini, örgütlenme sorununu tartışmalıdır. Son noktada , kongreler özü itibarı ile küresel kapitalizme karşı ne yapılması sorusuna yanıt aranan süreçler olarak kavranmalıdır.
Son dönemde örgütümüze yönelen saldırılara karşı yanıt oluşturabilmek için DSD’liler üzerine düşeni yapmalıdır. DSD’liler bu örgütün omurgasıdır ve bu anlamda kongrelerin sağlıklı yaşanabilmesi için birleştirici ve bütünleştirici olmalıdır. DSD’liler açısından sendikal alanda beraber mücadele yürüttüğümüz bütün dinamikler örgütlerimizin zenginliğidir ve bu zenginliğin önemi doğru kavranmalıdır. Bu nedenle bizler açısından yönetimleri oluştururken her hangi bir yapıya öncelik veya uzaklık kabul edilemez. DSD’liler bütün dinamiklere eşit uzaklıktadır ve bütün yapılarla beraber yönetimleri oluşturma arayışı içerisinde olacaktır. Bu yaklaşım koşulsuz ve ilkesiz bir ittifak yaklaşımı olarak değerlendirilmemelidir. Beraber yönetimleri oluşturacağımız gruplarla öncelikle geçmiş dönemin muhasebesi yapılmalı, eleştirilerimizi ve önerilerimizi yöneltmeli aynı şekilde diğer grupların bizlere dönük eleştirileri alınmalı ve önümüzdeki döneme ilişkin ortaklaşma arayışına girilmelidir.
Bizler açısından bulunduğumuz her yerelde bütün dinamiklerin çatışma içerisinde değil,sendikal hareketin gelişmesi ve etkin hale gelmesi için işbirliği içerisinde olunmalıdır. Bu nedenle farklı grupların farklı arayışlar içerisine girmeleri engellenmeli ve örgütün bütünlüğü üzerinden yönetimler tasarlanmalıdır. DSD’liler örgütün omurgası olmalarından dolayı yerellerde birleştirici ve bütünleştirici özellikleri ile diğer dinamikleri etraflarında toparlamalı ve kongreler sürecinin öznesi olmalıdır.
DSD’lilerin en önemli özelliği yaygın kitle bağıdır. Kitlelerle kurulacak mutabakat üzerinden sendikal hareketin geleceğinin örgütlenmesi gerekliliği oldukça önemlidir.Bu nedenle de, yürüttüğümüz faaliyeti dar bir grup faaliyeti olarak değerlendirmemeliyiz. Çağrımızı bütün kamu emekçilerine yaparak , faaliyeti de bütün emekçilerle beraber örgütleme yaklaşımı ile hareket etmeliyiz. Bu yaklaşımla ; kongrelerde geniş kesimlerin sesi ve sözcüsü olmak hedefi ile hareket ederek bir kongre stratejisi belirlemek durumundayız.
KONGRELER SÜRECİNDE BÜTÜN KAMU EMEKÇİLERİ İLE BULUŞALIM
1. Emek hareketinin ve sendikaların küresel kapitalizme karşı yürüttüğü faaliyeti ve sıkıntıları anlatmalıdır. Daha etkin ve hak alıcı bir hareketin nasıl oluşturulacağı tartışmalarına geniş kesimleri katmalıdır.
2. Siyasetin ve yaşamın içerisine sıkıştığı bir dönemde DSD’liler başka bir yolun mümkün olduğunu anlatmalıdır. Başka bir seçeneği geniş kesimlerle beraber üretmek durumundadır.
3. DSD’liler bu örgütlerin ana gövdesidir. Sendikal hareketin geleceğinin belirlenmesinde üzerine düşeni yapmalıdır.
4. Amacı olmayan , kişisel beklenti ve isteklere odaklanmış geri tartışmaları mahkum etmek ve adımızda da bulunan ‘Devrimci’ sıfatına uygun bir süreci işletmek durumundayız.
Küresel kapitalizme karşı mücadeleyi yükseltmek ve emek mücadelesini olması gereken noktaya taşımayı görev edinerek yüzümüzü işyerlerine dönelim:
Kongreler sürecinde bütün işyerlerine ve kamu emekçilerine düşüncelerimizi taşıyalım
Kararlarımızı ve faaliyetlerimizi meclislerimizde tartışalım ve planlayalım
Seçim sürecinde en geniş eğitim ve bilim emekçilerinin eleştiri, öneri ve taleplerini bizlerin öngörüleri ile buluşturan bir çalışmayı yapacağımız inancıyla
*Devrimci Sendikal Dayanışma Eğitimciler Türkiye Yürütmesinin 25.12.2004 tarihli metnidir.