Güncel bir sorun olarak ülkemizdeki ve dünyadaki güvencesiz istihdam sorunu bir “işçileştirme/yeniden işçileştirme” süreci olgusudur. Emek gücü pazarındaki rekabetin aşırı bir biçimde şiddetlenmesine neden olan bu süreç, dünya tarihinin ve tek tek ülkelerin bugüne kadar gördüğü en büyük, en geniş kapsamlı ve en akut işçileştirme sürecidir. 18-19. yy’ın işçileştirme süreci Batı Avrupa’nın sınırlı bir bölümünde […]
Güncel bir sorun olarak ülkemizdeki ve dünyadaki güvencesiz istihdam sorunu bir “işçileştirme/yeniden işçileştirme” süreci olgusudur. Emek gücü pazarındaki rekabetin aşırı bir biçimde şiddetlenmesine neden olan bu süreç, dünya tarihinin ve tek tek ülkelerin bugüne kadar gördüğü en büyük, en geniş kapsamlı ve en akut işçileştirme sürecidir.
18-19. yy’ın işçileştirme süreci Batı Avrupa’nın sınırlı bir bölümünde etkili olmuş; temel gelişme evresini 25-30 milyonluk bir nüfusu işçileştirdiğinde tamamlamıştı. İşçileştirme sürecinin temel kitlesini küçük köylüler ve zanaatkarlar oluşturuyordu. 100 yıllık bir zaman aralığına yayılan bu süreçte sağladığı sermaye birikimi, Avrupa kapitalizminin tekelci aşamasına kadar ilerlemesinin temelini yaratmıştı.
Bugünkü işçileştirme süreci ise bütün yeni sömürge ülkeleri ve dağılan Sovyet cumhuriyetleri, Doğu Avrupa, Çin, Hindistan gibi sömürgeleştirilmekte olan tüm eski-sosyalist/bağlantısız ülkeleri içine almaktadır ve ILO verilerine göre 25 yıl içerisinde 1 milyar dolayında insanı işçileşmeye sürüklemiştir; önümüzdeki 10 yıl içinde bu rakamın 2 milyarı bulacağı tahmin edilmektedir. İşçileştirme sürecine hedef olan toplumsal kesimler, küçük burjuvaziden orta köylülüğe kadar yayılan oldukça geniş bir yelpazededir. Türkiye geçtiğimiz 25 yıl içerisinde işgücüne katılım oranı bakımından dünyanın 10. ülkesidir. Önümüzdeki on yıl içinde, 4. sıraya yükselmesi beklenmektedir.
Güvencesiz çalışmaya karşı direnişin ufkunu, bu işçileştirme sürecini vazeden sermaye birikimi sürecinin karakteri belirler. Bugünkü işçileşme süreci mali sermayenin emperyalist zorbalıkla dayattığı mülksüzleştirme koşulları üzerinde gelişmektedir. Başta sömürgeler dünyası olmak üzere kapitalist dünyanın tamamında yaşanan mülksüzleştirmenin karşı yüzünde mali sermaye birikimi süreci bulunmaktadır. Sonuç olarak bugünkü işçileşme sürecini yaratan birikim süreci herhangi bir birikim süreci değil, ilkel sermaye birikimi kapsamında sayılması gereken emperyalist sermaye birikimi sürecidir .
Bugünkü işçileştirme süreci, tarihteki büyük işçileştirme hareketleriyle ortak özellikler göstermektedir:
” a- Mali sermaye, mülksüzleştirdiği geniş yığınları işçileştirirken güvencesizleştirmektedir. Bu, tarihteki bütün büyük işçileştirme dalgalarının ortak özelliğidir. Taşeron çalıştırma, fason üretim, gündelikçilik gibi “örgütlenmeyi olanaksızlaştıran” çalıştırma biçimleri ve “en zayıflar“dan oluşan nüfus gruplarının emek piyasasında öne çıktığı işçi kompozisyonu, her büyük işçileştirme dalgasının ardından gündeme gelmiştir.
b- Tarihteki her işçileştirme dalgası aynı zamanda bir ilkel sermaye birikimi atağıdır. Kapitalist üretim bu ilkel birikim temeli ve oluşan yeni işçi kitlesi üzerinden yeni bir kompozisyonla örgütlenmektedir. Biriken mali sermaye, uluslararası bir sınai ve hizmet üretimi ağı oluşturmuş; bu temel üzerinde dünya pazarında büyük bir genişleme sağlamıştır.
c- Bu yeni temel işçi sınıfının bir önceki dönemine özgü örgütlenme ve mücadele biçimlerini etkisiz hale getirmektedir. Ama bu işçi sınıfı hareketini sona erdirmemekte, yeni bir tarihsel evresinin doğmasına neden olmaktadır. Sermaye egemenliğinin yeni biçimine karşılık veren yeni örgütlenme ve mücadele biçimlerini üreten dinamizm yeni işçi kitlesinin öz niteliklerinden doğmaktadır.
d- İşçi sınıfı hareketinin bu değişimleri, mevcut örgütlenme ve mücadele biçimlerinin sürekliliği içindeki bir evrim çizgisine değil, yeni işçi sınıfı kitlesinin geleneksel işçi örgütlenmesi ve mücadele biçimlerinden koparak gerçekleştirdiği devrimci sıçramalara dayanmaktadır.
e- İşçi sınıfı hareketinin her yeni tarihsel döneminde, ekonomik mücadele ile politik mücadele düzlemleri, bu mücadele düzlemlerinin örgütleri ve bunlar arasındaki ilişkiler yeniden oluşmaktadır. Bu yeniden oluşum süreci aynı zamanda yeni işçi sınıfının kendi somut tarihsel bilincine vardığı yeni bir ideolojik biçimlenme dönemidir de.”
Güvencesiz istihdamı , “savunmasız işçi” olarak tercüme etmek gerekir. 18-19.yy işçileşmesini yaratan sermaye birikimi süreci, fabrika sistemini yaratarak savunmasız işçinin kendini savunabilir işçi haline gelmesi için elverişli bir üretim temeli sağladı. Böylece kapitalizm, kendini savunabilen işçiye rıza gösterecek veya ihtiyaç duyacak biçimde gelişti.
Bugünkü kapitalizm “savunmasız işçi“yi “kendini savunabilir işçi“ye, “bir direniş alanı olarak örgütlenemez iş“i “bir direniş alanı olarak örgütlenebilir iş”e dönüştürecek temeli kendiliğinden, otomatik bir biçimde yaratacak mıdır? Bugünkü kapitalizm, gelişmekte olan yeni işçi sınıfı hareketini bu oluşum süreci içinde katlanılabilir ve içerilebilir hale getirebilir mi?
Bu sorunun şimdiden yanıtlanabilmesi olanaksızdır. İşçi hareketi açısından bu soruya olumlu veya olumsuz yanıt verilmesinin de mücadele görevlerinin belirlenmesine katacağı herhangi bir şey bulunmamaktadır. İşçi sınıfının içerisinden sorulması gereken soru, işçi sınıfını sermaye karşısında etkisiz hale getiren bu sınıf içi rekabet koşullarının ortadan kaldırılması için nasıl bir sendikal mücadele stratejisinin oluşturulacağıdır.
Elbette sermayenin “emek piyasası”nı tam rekabete zorlama eğiliminde olduğunu ve sınıf içi rekabetin mutlak olarak ortadan kaldırılabilmesi için sermayenin ortadan kaldırılması gerektiği ortadadır. Ama biz gerçekten de pratik olmalıyız. Sendikal stratejimizi, bir sınıf oluşturduğunun bilincinde olmayan yeni işçi denizini bir sınıf haline getirecek hareketlerin gelişme kanallarını kuran ve bu kurulan kanalların bir “sınıf hareketi” teşkil edecek bir tarzda birbirine bağlanmasının olanaklarını yaratacak bir yaklaşımla oluşturmalıyız. Bu stratejik yaklaşımın esaslarını şu başlıklar altında toparlayabiliriz:
a- Zayıfların güçlendirilmesi:
Kürtler, kadınlar, çocuklar, göçmen işçiler. Bu grupların “işçi hareketine kazandırılması”nın zorunlu koşulu toplumsal bakımdan güçlendirilmeleridir. Bu nedenle bugünün işçi hareketi yalnızca işçi sınıfının kurtuluşu hareketi olarak değil, bütün ezilenlerin kurtuluş hareketi formlarını arkasına almak zorundadır. Sendikal hareket, bu toplumsal grupların emek gücü piyasası üzerindeki baskılarını zayıflatacak “pozitif ayrımcılık” talepleri oluşturmalıdır.
b- Aşağıdan gelen Rekabet baskısının zayıflatılması:
Mülksüzleştirmenin durdurulması (halkçı bir tarım rejimi); ücrete bağımlılığın zayıflatılması (kamusal alanının genişletilmesi);
c- Uluslararası rekabet baskısının zayıflatılması:
Gerçek verimlilik parametrelerini esas alan bir “kendi kaderini tayin” hareketinin geliştirilmesi. Bu milliyete ve devlete dayalı “ulusal bağımsızlık” çağrısı olarak değil, emperyalizm karşısında çıkar birliği içinde olan toplumsal özneye (halk) dayalı bir yerel-toplumsal özerklik çağrısı olarak yapılmalıdır.
d- Güçlülerin zayıflatılması:
Sermayeye güç kazandıran maddi temelin ve hareket yeteneklerinin zayıflatılması: Sermayenin akışkanlığının azaltılması, parasal biçimin egemenliğinin azaltılması, esnek üretim organizasyonlarını “risk grubu” haline getir
ip, üzerinde toplumsal kontrol mekanizmalarının kurulması için büyük sosyal hareketler geliştirmek. (Taşeronluğun yasaklanması, fason üretimin sınırlanması, yarı, kısmi, geçici zamanlı çalışmaların kayıt altına alınması (polis sayısı yerine müfettiş sayısını artırmak).
İşçi sınıfı içerisindeki bölünmeleri kalıcılaştıran kurumsal yapı ve merkezlerin zayıflatılması: Sendikal bürokrasiyi devre dışı bırakacak toplumsal muhalefet hareketlerinin geliştirilmesine ağırlık vermek; çekirdek işçi grupları içerisindeki ayrımcı yaklaşımların üzerine gitmek, bu kesim içinde güvencesiz çalışma biçimlerine karşı güçlü bir duyarlılık yaratmak.
e- Bu görevleri üslenebilecek bir işçi hareketi ekolojisinin oluşturulması
İşyeri-işveren / işkolu-sektör yönetimi / işçi sınıfı-siyasi iktidar çiftleriyle tanımlanan çatışma düzlemleri, verili haliyle işçilerin üstünlük kurabileceği çatışma düzlemleri olmaktan çıkmıştır. İşçi sınıfı hareketinin çatışma eksenlerini, işçileştirme sürecinin gelişme eksenleriyle örtüştüren bir mücadele çerçevesi oluşturulmalıdır. Bu eksenler, “yoksulluk yığılması“nı yaratan ekonomik, toplumsal ve siyasal düzenlemeler (tarımsal yıkım, kamusal hizmetlerin tasfiyesi, savaş) ile “güvencesizliğin genelleşmesi” ne yol açan ekonomik ve hukuki koşullara karşı mücadele temelinde tanımlanabilir. Bu mücadele eksenlerinin tek bir türdeş çatışma çizgisi olarak somutlaşmayacağı bilinmelidir. Çözülen gruplar çok sayıda olduğu gibi, emek piyasasındaki rekabeti derinleştiren unsurlar da son derece zengin ve karmaşık bir topluluk oluşturmaktadır. Bugünün sendikal örgütlenmeleri, bu çoğulluğun bütünsel niteliğinin ancak orta vadede somutlaşabileceğini hesaba katan bir esneklikle işlemelidir. Bunun için işçilerin birbirinden farklı çıkarlarını birleştiren mücadele zeminlerinin üretilmesi gerekir. Tam bir iç demokrasi, tam bir saydamlık ve özerklik ilkelerinin birlikte çalıştırılması olmadan böyle zeminler üretilemez.
Bu ise mevcut yasal çerçevelerin veri alınmaması, emek ile sermaye arasındaki ilişkiler alanının fiili olarak yeniden üretilmesi demektir. Yeni işçi sınıfı hareketleri, düzen dışı bir gerçekliğe dönüşmedikleri sürece sermayenin emekçileri kolektif bir özne olarak tanıyacağı bir çalışma ilişkileri rejimi tarihte de kurulmamıştır, bugün de kurulamaz. Bugünkü verili çerçeve, işçilerin büyük kitlesinin sermaye temsiliyetinin karşısında kolektif bir özne haline gelmesine izin vermemekte ve onları ancak kriminalize ettikten sonra bir “özne” olarak tanımaktadır. Bu nedenle, kriminalize olmadan düzen dışı bir meşruiyeti yakalamanın eylem çizgisini yaratmak gerekir. Burada barışçı/barışçı olmayan (Bolivya’da iç savaş), yasal/yasadışı (Kore), yıkıcı/yapıcı (Arjantin-piqueteros) gibi parametrelerin mutlak bir anlamı yoktur.
Bu konu başlıklarından hiçbiri tek başına bir anlam taşımaz, ancak yeni işçi hareketinin güçlendirilmesi, iktidar sahibi kılınması açısından anlamlıdırlar. Örneğin “yoksullukla mücadele stratejileri”, ev kadınlarına meslek edindirme kursları gibi, yoksulları güvencesizlik koşullarında işçi olmaya hazırlamayı hedefliyorsa bu stratejilerin parçası olarak gelişen girişimleri, “yeni işçi hareketinin gelişmesinin”, “güvencesiz istihdamla mücadelenin” bir parçası olarak değerlendirebilmek olanaklı değildir.
Örneğin, taşeron tedarikçi zincirlerinin denetimini öngören “davranış kuralları” sendikal örgütlenmeyi bütün bir zincirde zorunlu hale getirmediği takdirde bir “pazarlama stratejisinden” fazla bir anlam ifade etmeyecektir. Denetim, ancak işçi denetimi olarak savunulabilir.
Örneğin, “ulusal bağımsızlık”, IMF reçetelerinin “reddi” tek başına yetmez; Tayland ve Malezya örneklerinden görüldüğü gibi; halk egemenliği olmaksızın bağımsızlık güvencesiz çalıştırma biçimlerinin ortadan kaldırılmasına en küçük bir katkıda bulunmamaktadır. (Fert başına gelirin artması da bu noktada anlamlı değildir.)
Kısacası, güvencesiz istihdama karşı mücadelenin sendikal stratejisi, halkçı ve devrimci bir yeni işçi hareketinin yaratılması stratejisidir.
Ferda Koç