1. Üretim Sürecinde ki Değişim Bilgisayarların üretim sürecinde kullanılması, 1. Fiyatlarının iyice ucuzlaması ile kitlesel bir yaygınlık kazanırken, 2. Yeni grafik ve objekt merkezli yazılımlar kullanıma sınırsız alanlar açmakta 3. Bilgisayar ağı ( netzwerk ) tekniklerinin gelişmesi bir yere bağımlılığı ortadan kaldırmakta Böylece çalışma hayatı, özel yaşam, sosyal yaşam arasındaki sınırlar kalkmakta, her gün yeni […]
1. Üretim Sürecinde ki Değişim
Bilgisayarların üretim sürecinde kullanılması,
1. Fiyatlarının iyice ucuzlaması ile kitlesel bir yaygınlık kazanırken,
2. Yeni grafik ve objekt merkezli yazılımlar kullanıma sınırsız alanlar açmakta
3. Bilgisayar ağı ( netzwerk ) tekniklerinin gelişmesi bir yere bağımlılığı ortadan kaldırmakta
Böylece çalışma hayatı, özel yaşam, sosyal yaşam arasındaki sınırlar kalkmakta, her gün yeni tipten örgütlenme modelleri, davranış biçimleri, kurallar ile karşı karşı kalmaktayız. Buhar makinası, trenyolu ve akarband 20. Yüzyılın merkezi – hiyararişk üretim sürecini yaratırken, şimdi tıpkı tarım-taşra yaşamından şehir hayatına geçilmesi sürecine benzer yeni bir süreç yaşıyoruz. Yeni Informasyon ve Komünikasyon teknikleri ( IT ) yeni tip işletmeleri, yeni tip değer yaratma süreçlerini yaratırken emeğin yeniden tanımlanlasınıda gündeme getiriyor. Bu süreçte mal akışı yerine bilgi akışı önem kazanıyor. ( Atom yerine Bit akışı, üretim yerine hizmet, endüstri üretim yerine bilgi üretimi )
Klasik ekonominin tarım-endüstri-hizmet üçlemesi artık geçerli değil, çünkü kafa emeği eşit hizmet üretimi denklemi geçerliğiğni yitiriyor. Üretim sürecindeki otomasyon, rasyonaleştirme ile kol emeği giderek artan oranda yerini kafa emeğine (danışma, bilgilenme, araştırma, geliştirme, organize etme, birbirine bağlanma, yönetme, biçimleme ve tanıtmaya ) bırakmakta. Ancak nasıl ki tarımın yerini endüstri almaya başladığı süreçte olduğu gibi tarım tümüyle yok olmadıysa, hizmet ( kafaemeği ) endüstriyi tamamen ortadan kaldırmayacak, endüstride tıpkı tarım gibi giderek azalan ama ortadan kaybolmayan bir konuma girecek gibi görünüyor. Üretilen ürünler içinde maddi olanlar miktar olarak biraz artarken, oran olarak tarımın endüstri karşısındaki 60 lı yıllardaki oranına gerileyecek.
Klasik ekonominin ölçüleri, ağırlık, parça, fiyat, zaman yeni ekonomi için ölçü olmakta çıkmakta. Ancak ortaya çıkan pek çoklarının sandığı yeni yeni ekonomi değil (New Economy ) yeni ekonomik kurallardır. Üretilen bir mal satıldığında sahibi değişirken, şimdi sahibinde kalarak başkalarına satılmakta, kullanımına sunulmaktadır. Maliyet pratik olarak araştırma,geliştirme masraflarından oluşmakta, hammadde, pazara ulaştırma masrafları sıfıra yaklaşmaktadır. Bir yazılım programı ( Software ) üretildikten sonra bir sefer kullanılma yerine bir milyon sefer kullanılmısı için ek hammadde, ulaşım ve sermayeye ihmal edilecek düzeyde ihtiyaç vardır. O zaman ister istemez artı değer kavramıda yeniden tanımlanmak zorundadır.
Maddi tüketim maddelerinin üretiminde de benzer süreçler yaşanmakta. Örneğin yayınevleri artık bir kitaptan belli bir miktarda basıp piyasaya sürmek yerine tanıtımını yapıp elektronik postayla sipariş almakta ve kitaplar gene elektronik olarak kontrol edilen matbaalarda sipariş kadar basılıp tüketice ulaştırılmaktadır (Books on Demand) tabiki kitapların sadece elektronik olarak yayınlanması rüyasını gündem dışı tutarsak gelecek böyle görülüyor. Benzer şeyleri tüketicinin eloktronik olarak verdiği isteklere göre yapılan elbiseler, kozmetik ürünler, mobilyalar içinde söylüyebiliriz. Bir yerde kitlesel olarak üretilen ve pazara sunulan malları üreten devasa fabrikalar yerlerini elektronik olarak yönetilen küçük işletmelere bırakmaktadır.
Benzer şekilde üretim için harcanan zaman artık nicelik olarak bir değer taşımamakta yalnızca nitelik önem kazanmaktadır, nasıl ki bir romanın değeri sayfa sayısı veya ne kadar zamanda yazıldığıyla değil içeriği ile ölçülüyorsa.
Maddi tüketim maddelerinin için geçerli olan fiziksel sınırlamalar entellektüel tüketim maddeleri için geçerli değildir, üretilenden fazlası tüketilemez, ürün miktarı sonsuz olamaz kuralları bir kenara atılmıştır. Çalışma süresinin kısaltılması üretkenliği arttırmaz, tam tersine çalışma-özel-sosyal yaşam arasında ki sınırların kaldırılması üretkenliği arttırır.
Klasik ekonomide bir mal ne kadar azsa değeri o kadar artar kuralıda tersine döner, bilgisayar ağları gerçekliği bir program ne kadar çok kullanılırsa o kadar değerli olur. Microsoft örneğinde olduğu gibi bu durum akıllara durgunluk veren bir tekel olgusu yaratır, hatta bazıları programlarının temel taşını bedava vercek duruma gelir ( Linux )
Hammadde, üretim araçları, enerji, toprak üretim süreci içinde oran olarak değer kaybederken, insanın kendisi üretici güç olarak tekrar öne çıkmaktadır.
2. Üretim Organizasyonlarınde Yeni Olan Ne ?
Bu gerçeklikler ışığında üretimin organizasyonu nasıl değişmiştir – değişecektir ? Öne çıkan en temelli değişiklik, merkezi-hiyaraşik organizasyonun yerini dezentral-otonom(kendi içinde bağimsız) birbirlerinin kopyası olmayan küçük birimlerin alması. Kapitalizmin başlangıcında ki bağımsız küçük işletmelerden farklı olarak bu birimlerin arasında bir bilgi akımı vardır, onları birbirine bağlayan pazarın yanısıra bu akımdır. Kapitalizm geliştikçe işletmeler tekniğe bağlı olarak büyümüş, ikinci evrensel paylaşımı sonrası yüksek konjüktür döneminde en yüksek düzeye varmıştır. İşçinin temel işlevi kendine verilen-buyurulan işi yapmaktır, bu işi ne kadar iyi yaparsa o kadar iyi işçi olmuştur. Üretim öncesi araştırma-geliştirme-planlama, üretim sonrası tüketiciye sunma süreçleri dışına itilmiştir. Bizzat yaptığı işin nasıl yapılacağı bile kendisi dışında belirlenmiştir.
Bu Fordçu-Taylorcu sistemin tıkanmaya başlaması ile ilk olarak işçinin atıl duran kafa emeği üretim sürecine dahil edilmeye başlanmıştır. Grup çalışması, Kalite çemberleri derken işçinin kafa emeği üretim öncesi ve sonrası süreçlerede yayılmaya başlamıştır. IT Tekniklerinin devreye girmesi ile işçinin kafa emeğinin yani yaratıcılığının üretim sürecinde maksimum düzeyde kullanılması mümkün hale gelmiştir. Kafa emeği yoğunluklu üretim ise buyurmayı asgari düzeye indirmek zorundadır, yoksa yaratıcılık lafta kalır. Bugünkü kapitalizmin gücü buradan kaynaklanmaktadır, küçük-otonom üretim birimlerini bir bağ ile birbirine bağlamak ve bu ağın kontrolunu elinde tutmak. Sermaye sahibi neyin nasıl üretileceğini işçiye bırakmakta bir sakınca görmüyor, tek sorunu oluşan ağın kontrolünü elinden çıkarmamak.
Yanlış anlaşılmalara yer vermemek için bir kez daha tekrarlıyalım, maddi tüketim maddelerinin üretimi, tıpkı tarım üretiminin endüstriyel üretim karşısında gerilemesi gibi ‘sanal üretim’ karşısında gerileyecek ancak yok olmayacaktır. Nasıl ki bugün hala tarım işçileri varlıklarını sürdürüyorsa ( hem tek tek ülkelerde hemde dünya ölçüsünde ) endüstriyel maddi tüketim maddelerini üreten işçilerde varlıklarını sürdürecektir. Tarım işçileri nasıl endüstri işçilerine nazaran daha kötü koşullarda çalışmaya mahkum edildiyse, bu işçileri bekleyen akibette odur ( hem tek tek ülkelerde hemde dünya ölçüsünde ).
IT tekniklerinin üretime girmesi bir anlamda buhar makinasın yerini elektriğe bırakmasından daha köklü sonuçlar doğuracaktır ve bu süreç henüz başlamıştır. Buharın yerini elektriğe bırakması ilk yıllarda bırakın üretkenlik artışını üretimin düşmesine bile neden olmuştu, tıpkı IT tekniklerinin son on on beş yıldır bürolarda kullanılmasının bir üretkenlik düşmesine neden olduğu gibi. Ne zaman ki elektriğin kullanılması yeni üretim organizasyonu ile birleşince olağanüstü bir sıçrama yaşanmıştır. Şu
anki süreçte IT tekniklerine denk düşen üretim organizasyonun ortaya çıkma sürecidir. Yalın üretim teknikleri ile atılan ilk adımları önümüzde ki yıllarda daha muazzam adımlar izleyecektir.
Üretim sürecinde bu denli büyük değişimler olurken sendikal hareket hala eski örgütlenme modellerinde ayak diretmekteler. Herşeyden önce mevcut sendikal yapılanmanın endüstrieşme dönemine ait olduğu hala görülmek istenmiyor, yeni örgütlenme modelleri aramak yerine mevcut yapının nasıl daha yetkin hale getirileceği tartışmaları sürüyor. Endüstirileşme döneminin homojen bir işçi sınıfı yapısının yansıması hepsi biribirinin aynısı yapılanma modellerine denk düşen tek tip sendika anlayışından vazgeçilmek istenmiyor.
Yukarda belirtilen tarım ve maddi tüketim malları üretimi yapan işçiler için ‘eski tip’ sendika modelleri belli değişimlerle bir model olarak kalmaya devam edebilir, ki bu kesimler yakın bir gelecekte tüm çalışanları en fazla üçte birini oluşturacaklardır. Sorun gelecekte çalışanların büyük bir çoğunluğunu oluşturacak ‘sanal üretim işçilerinin’ sendikal örgütlenmesidir.
Geleceğin sendikaları nasıl olacaktır sorusunu sormadan geçemeyiz kuşkusuz. Hemen belli birkaç özelliğe işaret edelim. Tıpkı üretim organizasyonu gibi dezentral-otonom bir yapılanma gerekilidir, çünkü ‘sanal üretim işçileri’ yepkare bir yapı oluşturmazlar, herbirinin kendine göre belli karekteristikleri olan büyüklü küçüklü bir sınıfsal yapıdır sözkonusu olan. Bunları tek bir çatı altında toplamak yerine kendi içlerinde örgütlenmeleri ve biribirleri ile bir ağ ile bağlanmaları sağlanmalıdır.
Tek başına bu gerçeklik bile görevin ne kadar zorlu, daha doğrusu yaratıcılığa duyulan ihtiyacı gösterir. Her sınıf ve katman kendi modelini bulmak zorundadır, ona buna model dayatmalara hiç yer yoktur. Üstelik bulunan modellerin sürekli olmaları bile mümkün değildir, sürekli ve başdöndürücü hızla gelişen-gelişecek üretim teknik ve organizasyonları belli aralıklarla bu modelleri değiştirmeyide zorunlu kılar.
Bu gelişimin uzak merkezlerden izlenmesi mümkün olmayacağına göre, sendikalarında işyeri içinde olmalarını gerektirir. Buradan hareketle profesyonel sendikacılığın gereksizliğine varmakta mümkündür. Üretimi örgütleyen kafaların kendi çıkarlarını örgütlemeleride elbette mümkündür, ancak bu birazda bugünden geleceğin konusu olarak kalacak gibi gözüküyor, denenecek ve doğru bulunacaktır. Ancak bugünden belli olan sendikaların sosyal yaşamınm içinde olmaları, hatta bizzat sosyal yaşamı örgütleyen birer kurum haline dönüşmeleri gerekliliği. Üretim sürecinde yaşanan değişim işçileri bir yandan alabildiğine kişiselleştirirken bir yandanda daha da sağlamca birbirine bağlayan ilişkileri yaratıyor-yaratcak. Kişiselleşme işçiyi kendi içine kapatarak, diğer çalışanlarla ilişkisini köreltmeye yönelir, bir ağaç gibi tek ve hür ama kendiliğinden bir orman gibi kardeşçesine olma bu kapitalist şartlarda mümkün değildir. İşte sendikalar tamda bir orman olmanın araçlarını-örgütlerini yaratmalıdır, sınıfa ‘sosyal bir ev’ sunmalıdır.
3. Düşünve ve Davranışta Devrim
Yukarda ki gerçekleri bir ‘zihin cimnastiği’ yapmak için sıralamadıysak, amacımız sadece dünyayı anlamak değil ama ayni zamanda değiştirmekse, bunu nasıl yapacağımızıda söylemek zorundayız kuşkusuz.
Üretim yapanlara adeta hergün yeni bir yol, yöntem denetiliyor, uygulatılıyor. Buna karşın onlar hala eski düşünce sistemlerinin dört duvarı arasında sıkışıp kalmaya zorlanıyorlar. Düzeni değiştirmek için ‘yanıp tutuşanlar’ ise eski davranış biçimlerinden kurtulamıyorlar. Biri düşüncede, diğeri davranışta devrim yapmak zorunda, ama bu iki devrim birlikte olabilir mi ?
Kapitalist üretim modeli kafa emeği ile kol emeğini kendi işbölümü planı çerçevesinde ayrı ayrı kullanarak işe başladı, kafa emeği üretimin planlamasında kol emeği de üretim gerçekleşmesinde kullanılacak şekilde birbirinden ayrıldı. Bu gün bir yandan satın aldığı işgücünden azami ölçüde yararlanmak için onun kas gücü yanında düşünme gücünüde üretim için kullanmak için yol ve yöntemler denerken ( yalın üretim ) bir yandan da giderek önem kazanmaya başlayan maddi olmayan üretim için satın aldığı işgücünün düşünce gücü yanında onun duygularını ve bilmsel-teknik tüm bilgi ve yeteneklerini kullanabilme yollarını arıyor ve buluyor. Kısacası artık geleneksel bir kafa emeği ile değil yepyeni karekterde bir emekle karşı karşıyayız ( kafa emeğinde devrim ‘! )
İnsanın bu denliüretim süreci içinde rol almaya başlaması bizi ister istemez bu konuda en çok yazanın eserlerine yeniden bir göz atmaya zorladı. Aşağıda Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın bu konuda düşüncelerini özetleyen uzun bir alıntı var. Bu satırları bir kez daha yukardaki anlatılanları akıldan çıkarmadan okuyalım.
‘Tarih ve Üretici Güçler :
Klasik tarih, metafizik metodu yüzünden: Her çağın yalnız en mükemmel örnek yanını ele almıştır; doğuş ve ölüş anlarını yeterince önemsememiştir. Diyalektik metodlu klasik tarihsel maddecilik; hangi çağda olursa olsun, insan toplumunun, genel olarak ve son duruşmada, “URETİCI GUÇLER”le hareket ettiğini göstermiştir. Ama, özellikle her çağda ve hele bir çağdan ötekine geçiş konağı içinde,o yere ve zamana göre somut olarak hangi “Üretici Güçler”in ayrı ayrı nasıl rol oynadıklarını araştırma ve bulma yetkisini, artık felsefe yerine yalnız ve ancak olaylara dayanan sırf Bilim’e ısmarlamıştır.’
Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi’nin konusuda budur, tarih boyunca yaşanan geçiş konaklarında ( ki onları Tarihsel Devrimler olarak adlandırır ) üretici güçlerin rolleri her dönem için ayrıntılı irdelenmiştir. Peki kapitalizmden bir üst aşamaya geçiş içinde bu üretici güçlerin konumları ne olacaktır ? Ayni yerde şu tesbit yer alır ;
‘Modern Toplumda Teknik: Maddi coğrafya ve manevi tarih üretici güçlerini öylesine kökten ve kolaylıkla havaya uçurabiliyor ki, toplum hareketinde yalnız teknikle kollektif aksiyon karşı karşıya kalmış gibidir. Gene de, hangi toplum biçiminde olursa olsun insan: 1- Kendinden önce gelmiş, geçmiş kuşaklardan arta kalan gelenek – göreneklere göre, 2-İçinde bulunduğu coğrafya ortamına göre, 3-Elinde tuttuğu tekniğe göre bir kollektif aksiyon başarır. Tümüyle insanlığa, dört başlı üretici güçler içinde teknik: En son duruşmada ağır basmıştır. Ama, antika tarihte her belirli medeniyet için: Kollektif aksiyon üretici gücü azaldığı zaman, coğrafya üretici gücü durmuş, görenek ve geleneğin üretici gücü dağılmış, teknik gerilemiştir. Böyle bir medeniyet karşısında: Tekniği daha güçlü olmasa bile, yeni bir coğrafya üretici gücünü temsil eden gelenek-görenek ve kollektif aksiyon güçleri daha üstün olan geri bir barbar toplum, kolayca zafer kazanmıştır. ‘
Tarihsel geçiş dönemlerini bu denli duru tesbit eden bu görüşten ne sonuçlar çıkarabiliriz ? Söylendiği gibi, modern toplumda teknikle kollektif aksiyon karşı karşıya kalmış gibidir. Daha da ilginci tıpkı kapitalim öncesi toplumlarda olduğu gibi kollektif aksiyon gücü azalmaktatadır veya en azından görüntü budur. Oysa yukarda anlatmaya çalıştığımız gibi, kapitalizm nihai hedefi karın maksimize edilmesi için bin bir türlü üretim organizasyonlarını çok başarılı bir biçimde bir araya getirmektedir. En ilkel sermaye birikim metodu ile en gelişkini adeta yanyana durabilmekte, ayni amaca hizmet edebilmektedir. Bunun ‘kutsal sırrı’ ne
rede gizlidir ?
Frankfurt okulu düşünürlerinden Foucault bir konuşmasında egemenlerin yönetme becerisine ( Gouvernementatitaet ) dikkat çeker. Bu onların sınıf olarak hareket etmelerinden ortaya çıkan bir karekterdir, kendiliğinden sınıf olma sürecinden kendisi için sınıf olma sürecinin sonunda bir mükemmelliğe kavuşmuştur.
İşçi sınıfı kollektif aksiyonun son kırıntılarından kopuşan serf ve zanatkarların bir araya gelmesi ile oluşur ve kısa zamandan endüstri proletaryasına dönüşürken o güne kadar görülmeyen bir kollektif aksiyon yeteneğine kavuşur. Bu yetenekle Paris Komünü ile başlayan süreç Ekim devrimi ile sürer, kendisi için sınıf olma yolundadır, Ancak bu süreç bilindiği gibi bir kırılma yaşadı, uzansak ulaşacağımiz kerte yeklaşan sosyalizim bir anda yeniden ütopileşti. İşte yaşanan sürecin bu kırılan sürecin yeniden inşası olarak görülmesi gerekir, ilk evrede oluşan kollektif aksiyonun çok daha mükemmelinin alttan alta oluşmasını yaşıyoruz günümüzde. Nasıl ki egemenler kendiliğinden için sınıf olmaktan çıkıp kendisi için sınıf olurken en mükemmel yönetme biçimini geliştşrdilerse, işçi sınıfıda önünde olan geçiş konağını ortaya çıkan bu gelişkin kollketif aksiyonu ile geçecektir.
Peki nedir bu sınfın en üst kollektif aksiyon yeteneği? İşte günümüzün araştırma konusu tamda bu sorunun cevabı olmalıdır. Konu geleceğin sendikaları olunca soruya cevap aramak daha da yakıcı hale gelmektedir kuşkusuz.
Şimdi yanıt bekleyen soru şudur : İnsan üretici gücünü bugün nereye koymalıyız ?
Yazının amacı : herkesin önüne hazır reçeteler sunmak değil, bir çıkış yoluna tutabildiğince ışık tutmak, bunun için bir kaz daha sendikal hareketin bu güne kadar yaşadıklarına bir göz atmakta gereklidir.
4. Sendikal Mücadele Mantığının Gelişimi
I. Serbest rekabetçi dönem :
– Kendiliğinden bir sınıf olma özelliğinden kendisi için bir sınıf olma süreci içerisinde sendikalaşma : işçileşme sürecine girişle birlikte geride bırakılmak zorunda kalınılan sosyal, kültürel ilişkilerin yerine yeni durumun ortaya çıkardığı sorunları çözmeye, yeni sosyal, kültürel ilişkileri ortaya çıkarmayı amaçlayan kurumlaşmalar biçiminde ortaya çıkmıştır.
– Bu dönemde, sömürünün sınırlandırılması amacıyla iş gücünün ‘satış’ koşullarının ortaklaşa belirlenmesi için gerekli önşartların yaratılması ( işgücü karteli yaratma ) temel mantıktır.
– Kapitalizmin her kurumu ile kendini dayatmasına karşı çıkma ve kapitalizmi aşmak isteyen toplumsal hareketlerin içinde yer alma düşüncesi ön plandadır.
Belirleyici güç : Devletir, henüz iktidarını sağlama alamamış olan burjuvazinin geniş tavizler vermesi sözkonusu değildir, legal mücadele sınırlıdır, dolaylı mücadele yöntemleri ( hastalık kasası kurulması vb. ) önde gözükür.
II. Tekelci dönem
– Sermaye ile uzlaşarak, sistemi değiştirme dışında hemen hemen her alanda isteklerine kabul ettirilmesi süreci başlar. Sömürünün sınırlandırılması, sosyal sigortalardan evrensel hakların kabulüne kadar verilen mücadelelerin meyvaları olur. Böylece sosyal devlet kavramının kurumlaşması gerçekleşir.
– Sendikal hareketten sendikaların kurumlaşmasına geçilir ki, bu beraberinde bürokratlaşma eğilimlerini de beraberinde getirir.
Belirleyici güç : Devlet (sermaye) – Sendika işbirliğidir.
Belirleyici etken : İktidarını sağlamlaştıran, üretkenliği arttıran, yeni sömürgecilikle kendi ülkesine değer transfer etmeye başlayan tekelci burjuvazide uzlaşmacı eğilimler baş gösterirken, işçi sınıfının bir ülkede iktidar olması karşısında ‘işçilerini’ kendi tarafına çekme taktiği.
III. ‘Duvarın yıkılışı’ sonrası
– Birincil evrensel paylaşım sonrası bir ülkede, ikinci evrensel paylaşım sonrası ise dünyanın üçte birinde iktidar olan işçi sınıfının egemenliğinin çöküşü ile emek sermaye arasındaki güç dengesi kökten değişir, sermayenin çalışanlar taviz verme ihtiyacı geniş ölçüde ortadan kalkmıştır, sınıf artık bulunduğu ülkedeki gücü kadar taviz alabilen bir konuma gelmiştir.
– Sınıfın yeniden yapılanmasına denk düşen örgütlenme modelleri henüz bulunamadığından yeni katmanların örgütlenmesi gerçekleştirilememiş, klasik örgütlenme yöntemleri dışına çıkılamamıştır.
– Küreselleşme karşıtı hareketler başta olmak üzere döneme özgü ortaya çıkan düzen karşıtı hareketlerle ortak bir yürüyüş rotası belirlenememiştir.
Belirleyici etken : İşveren kesimi uzlaşma yerine açık sınıf savaşını tercih etmektedir, devlet sendikaların isteklerine rağmen adeta devre dışı bırakılmıştır.
5. Sendikal Örgütlenme Modelleri Üzerine tartışmalar
İşin ilginç yanı sendikal hareket içindeki marksist kesimler sınıf içinde bölünmeyi tesbit etmekle yetinmeleri, buradan hareketle sendikal örgütlenme mantığında ne gibi değişiklilkler yapılmasını tartışmaya açmak yerine belli başlı iki noktada yoğunlaşmakla yetinmeleridir. Bir kısmı haklı olarak işyeri örgütlenmesini esas almaktan söz ederken bir kısmı sendikal hareketin bölünmüşlüğünden hareketle sendikal birlik istemlerine varıyor. Veya bu iki görüşün arasında gidip geliniyor.
Esas olarak bu iki yönelimin veya onların varyasyonlarının doğru olduğunu belirtelim. Hatta daha ileri giderek, sendikal hareketin yeniden içselleştirilmesi olarak tanımladığım işyerlerine, sendikal hareketin ilk doğduğu günlerde olduğu gibi, geri dönme en can alıcı noktalardan biri. Prensip düzeyindeki bu doğrular nasıl hayata geçirilecektir ? Bu soru bizi ister istemez sendikaların nasıl örgütlenmesi sorusuna götürecektir.
Devam etmeden belirtelim, genel olarak örgütlenme prensipleri konusunda sol sendikal muhalefet dünyanın her yerinde ayni şeyleri söylüyor, sendika bürokrasisine karşı aşağıdan yukarıya demokratik örgütlenmeden, karar mekanizmalarında çalışanların doğrudan söz ve karar sahibi olmasına kadar. Ama buraya kadar söylenenler prensip düzeyinden ileri gitmiyor, bizatihi örgütün kendisi nasıl olacak sorusuna bir cevap ortalarda görünmüyor.
6. Tek Tip Sendikacılık
Dönüp 200 yıl gerisine, sendikaların ilk ortaya çıktığı döneme bakalım, sınıfın kendini korumak için oluğturduğu ilk örgütlenme modelleri, Manifesto ve Komün sonrası ete kemiğe bürünüdü ve bugün heryerde rasladığımız sendikal örgütlenme modeli ortaya çıktı, Taban örgütlerinden -işyeri ve yerel birimlerden- işkolu, bölge oradan da merkezi yapıya. Aşağıdan yukarıya giderken sendikal aparatın profesyonelleşmesi, bir ülkede ki sendikaların bir araya gelerek federasyon vb. oluşturmaları ve benzeri. Sendikalar konusunda ki tartışmalar ise temelde bu tip sendikaların işleyiş prensipleri üzerinde yoğunlaştı, tartışmalar dönüp dolaşıp kaçınılmazca tüzük maddelerine takıldı.
Sınıfın homojen bir yapıya sahip olmasının doğal sonucu olan bu tek tip sendikal örgütlenme hala bir değişime uğramış değil, sendikal örgütlenme denince akla gelen tek örgütlenme biçimi hala bu. Kimsenin hakkını yemeyelim, bunun dışında elbette başka tipten örgütlenmelerde var. İtalya’da ki sendikal konseyler, Hindistan ve Meksika’da ki kadın sendikaları, New York konfeksiyon işçilerinin ‘bürokrasisi’ olmayan bağımsiz sendikaları ve daha bir dizi örgütler. Dikkatinizi çekerim bende bunlara sendikadan çok ‘örgüt’ deme ihtiyacı duyuyorum. Çünkü bütün bunlara, ya yerel şartların ortaya çıkardığı örgütler, ya da bel
li bir politik akımın politik örgüt-sendika karışımı örgütlenmesi olarak bakıyoruz. ( Özellikle Anarko-sendikalist akımların )
Bunlar elbette doğru tesbitler, yani ‘evrensel’ geçerliliği olan örgütlenme biçimleri değil ve sorunun can alıcı noktasıda bu zaten, ‘evrensel’ bir örgütlenme modeli aramak zorundamıyız ? Başka bir deyişle sendikal örgütlenmeler tek tip olmak zorunda mı ? Hatta soruyu daha da derinleştirebiliriz, bir sendika her işyerinde, her şehirde, mahallede ayni tip örgütlenmeye sahip olmalımıdır ? Bir sendika bie işyerinde legaliteyi sonuna kadar zorlayarak örgütlenmesini temellendirirken, neden bunun önünün tıkandığı yerlerde legal sendika olarak legal sınırlar içinde kalmak zorunda kalalım ki ! Patronlar kendi yasalarına uymuyorsa bir neden uyalım ! Sadece sendikaların değil sol muhaliflerinde tüylerini diken diken edecek bir dizi soru.
Bunun elbette heryerde her kademede mutlaka ayrı bir örgütlenme olmalıdır noktasına götürmemek gerekli. Bir işkolunda grev kararı alınması için mutlaka merkezin onayı gerekli iken başka bir alandan tek başına bie işyerinde çalışanların kararı ile greve gitme mümkün olabilmeli. Evet böylesine bir örgütlenme anlayışı tam bir kaos ortaya çıkaracaktır, ama zaten kaotik bir ortamda üretim yapmıyormuyuz ? Sermayedar karını arttırmak için kılını kıpırtmadan üretüm sürecinde hemen bir kaos yaratmıyor mu ? Şöyle demekte mümkün, sendikal hareket eskiden kendine klasik savaş yöntemleri ile saldıran sermayeye karşı, klasik savaş sürüdürecek sendikal yapıların oluşturmuştu. Şimdilerde klasik savaş yöntemlerinden gerilla taktiklerine geçmiş olan sermayeye karşı hala klasik savaş yöntemleri ile mücadele etmekten vazgeçmiyor !
7. Yatay ve Dikey Bölünmeler
İlk bakışta bir kez daha elimizde bir pusula ve gökte kutup yıldızı ile dalgalı denizde yön bulmaya çalışan denizciler gibi yol almaya çalışıyoruz denebilir. Zaten yukarda sıralanan örnekler böyle bulunmuş gibi görünüyor. Başka teknik buluşlar yapmak bugün mümkün değilmi ? Böylesine bir birikim olduğu ortada, cesaretlice ileriye dönük bir adım atarak yeni sendikal örgütlenmeler yaratma görevi ile karşı karşıyayız.
Çıkış noktamız ne olacak ? Henüz hazır reçetelerimiz olmadığından elimizde birikenlere bakalım, ilk göza çarpan üretim sürecinde ki değişme ve bunun doğrudan bir sonucu olarak sınıfın yapısınında değişmesidir. Monolitik bir yapıdan mozaike geçişle birlikte sınıfın yeniden -marksist anlamda- tanımlanması gerekmektedir. Bu kuşkusuz kendine has bir araştırma konusu olmalıdır. Biz burada böyle bir araştırmayı derinleştirme iddiasında olmadan, sendikal örgütlenme için önem taşıyacak belli konulara değinmekle yetineceğiz. Sınıfın yeniden tanımlanması süreci ilerledikçe, bunun sendikal örgütlenmeye yansımasıda irdelenmelidir.
Konu ile doğrudan ilişkili olmasa bir konuyu daha göze batırmakta yarar görüyorum. Üretim sürecindeki değişim yalnızca sınıfın dönüştürmüyor, toplum bir bütün olarak yeni bir yapılanmaya gidiyor. Bir üretim süreci organizasyonundan diğerine geçiş, önce sınıfta ve onun örgütlerinde, onu takiben tüm toplumsal süreçlerde değişimi zorlar, Fordizm örneğin üretim sürecinde akar bant sisteminden sosyal devlete kadar toplumun her alanında değişime yol açtı. Bugün yalın üretim ( Lean Produktion ) ve türevleri üretim sürecini yeniden örgütlemektedirler, henüz tamamlanmayan bu süreç tüm toplumsal süreçlere -elbette her türden örgütlenmelerede- kendini dayatıyor.
Yeni üretim organizasyonu ile ortaya çıkan sınıf içi bölünmeler neleredir sorusu kadar, bu kadar bölünen bir yapıda nasıl bir birliktelik vardır ki hala bir sınıftan bahsediyoruz sorusuda önemlidir hiç kuşkusuz. Sırayla gidersek öncelikle bölünmelerin karekteristikliklerini bulmaya çalışalım.
Sınıf içerisindeki ilk bölünmeler yatay düzeyde ortaya çıktı, bu biliniyor, düz işçiden kalifye, oradan beyaz yakalılara kadar bir dizi katman ortaya çıktı ve bunlar sınıf içinde bir hiyarerşi oluşturdular. Bugünkü süreçte bu yatay bölünmenin derinleşmesi ve çeşitlilenmesi yaşanıyor. Bir yandan katmanlar arasındaki sınır duvarları kolay kolay üzerinden atlanacak yükseklikten yukarı çıkarken, yeni katmanlarında ortaya çıkması sözkonusu. Ülkemizde bu konuya biraz kafa yoranlar bu konuda şu tespitleri yapıyorlar,
‘Sermayedar sınıfı çalışanlar arasındaki eşitsizliklerden yararlanarak ve bu kesimler arasında yapay ayrımlar yaratarak sömürüyü yogunlaştırmaktadır. Sermayenin artan egemenliği ve bizlerin bölünmüşlüğü, yaşam ve çalışma koşullarımızın her geçen gün ağırlaşmasına neden olmaktadır. Çalışanlar bir yandan üretim sürecinin fiili sonucu olarak ayrışırken (geçici işçi, ev çalışanı, enformal sektör çalışanı vb.) bİr yandan da statüler olarak (işçi, memur, sözleşmeli, taşeron işçisi, kapsam dışı personel) farklılaştırılmaktadır. Bu ayrıştırma, bölünmüşlük durumu sınıfın gücünü azaltmaktadır. Sendikal yapılar ise statü farklılıklarını temel alarak oluşturulmakta ve milyonlarca işçiyi örgütlemeye yönelmemektedir. Bu da sendikaları etkisiz kılmaktadır. Öte yandan işkollarının fazlalığı bu bölünmüşlüğa arttırıcı etki yaratmaktadır. Böylesi bİr süreçte mevcut sendikal yapıların yeni bir örgütlenme modeli yaratmaları zorunluluk haline gelmiştir. Bu nedenle çalışanların ortak örgütlülüğünü sağlayacak politikalar oluşturulmalı ve somut adımlar atılmalıdır. Bu adımların atılacağı ilk yer işyerleridir. İşyerlerinde farklı statüde çalışanların oluşturacağı komiteler üzerinden yeni yapılanmalara gidilmelidir. Etkin bir mücadele bu araçlar üzerinden şekillenecektir. ‘
( BSH çağrısı )
Bu tespitler önemli ama yüzeysel, somut yönelimler konusunda da dişe dokunur birşey söylenmiyor. Sendikal hareketin bu alanda yaptıklarına bir bakışla konuya devam edelim.
8. Tartışmalara bir örnek
Sendikal Hareket içindeki tartışmalarda Sivil Tolum Örgütleri ile birlikte çalışma konusunda süren tartışmalara bir göz atmak, buradan hareketle elde edilen bir ‘başarıyı’ irdelemek öğretici olabaktır. Sendikal hareketin temel düşüncelerini, örneğin ‘enformel alanının örgütlenmesi konusu, şöyle özetlenmiş ;
‘Sivil Toplum Örgütleriyle İlişkiler ; Sendikaların enformel ekonomide örgütlenmesi sivil toplum örgütleriyle (NGO) ilişki sorununu gündeme getirmektedir. Aslında sivil toplum örgütleri enformel sektör çalışmalarına ilişkin önemli fonlar elde etmektedirler. Enformel çalışanlar ile daha rahat ilişki kurabilmektedirler çünkü bu işçilerin acil-yaşamsal talepleriyle ilgilenmektedirler. (… ) Yoksulluğa karşı mücadelede sendikalar ve sivil toplum örgütleri sokakta yanyana yürümektedirler. Bu yapıcı bir diyalog zemini yaratmaktadır. ( ICFTU Aylık Yayın Organı’nın (Trade Union World) Mayıs 2001 tarihli sayısında yer alan Cecilia Locmant imzalı yazılardan derleyen T. Coban )’
Bu noktadan hareketle NGO lar, sendikalarında desteği ile bir ‘temiz çamaşır kampanyası (Clean Clothes Campaign, CCC) başlattılar. Kampanyanın amacı, dünyanın neresinde olursa olsun giydiğimiz çamaşırların insani çalışma koşullarında üretilmesi olarak özetlenebilir. Emek yoğunluklu bir üretim olan tekstil üretimi, işçi ücretlerinin yüksek olduğu kapitalist metrepollerden üçüncü dünyada ki ‘işgücü cennetlerine’ taşınalı yıllar oluyor. Bu süreçle Avrupa’da endüstiyel alanda çalışan işçiler önemli oranda azaldı, sendikaların geleneksel zemini kaybolmaya başl
adı. Yeni ortaya çıkan alanlarda örgütlenme becerisi gösteremeyen sendikalar uzun bir süre bu işyerlerinin kendi ülkelerinde kalması için çaba gösterdiler, tavizler verdiler, ama gene de üretimin kaydırıldığı ülkelerde ki kadar ucuz işgücü sunmaları mümkün değildi, ama sendikalar genede kendi sermayedarlarını ikne etme uğraşından vazgeçmediler. Bazı aklıevvel sendikacılerın aklına takılan bir fikir önce tam olarak anlaşılmadığından ve birazda hayali olduğundan önce pek taraftar bulmadı. Onlara göre madem üçüncü dünyadaki işgücü ile rekabet etmek için kendi ülkelerinde işgücü maliyeti azaltılmıyordu, o zaman üçüncü dünyadaki işgücünün pahalı hale getirilmesi neden düşünülmüyordu ? Böylece ‘haksız rekabet’ ortadan kalkacak, metrepollerde ki işçi ile üçüncü dünya işçisi ‘eşit şartlarda’ rekabet edebilecekti.
Bu düşünce elbette sendikal hareketin tümü tarafından benimsenmedi ama önemli bir taraftar kazandı, neden Nasrettin Hoca gibi göle maya çalınmasın dı ? Madolyanın öte yüzünde ise ‘uluslararası dayanışma’ da vardı, üçüncü dünya ülkelerinde zor koşullarda yürütülen sendikal mücadelenin desteklenmesine hangi sendikacı doğrudan karşı çıkabilirdiki. Buna dünyanın neresinde olursa olsun her türlü hakıszlığa karşı mücadele etmek için yanıp tutuşan bu ülkelerdeki NGO ları ekleyin, buyurun size bir CCC.
Haksızlık mı ediyoruz ? Olabilir, ama olayları izlemekte yarar var, amaç neydi, nereye varıldı. CCC çerçevesinde başlatılan ‘Triumph Kampanyası’ bu hafta bir başarıya imza attı, Burma’da bu meşhur marka için 1996 dan beri, insanlık dışı çalışma koşullarında üretim yapan 1000 çalışanın bulunduğu fabrikanın kapatılması kararı alındı. Kapatma kararının alındığı firmanın Avrupa’nın göbeğindeki merkezinde konu ile ilgili bir açıklama yapan firma sözcüsü, kampanyayı yürütenlerden övgü ile bahsederken, işyerinin ‘yetersiz’ bilgilenmeden kaynaklanan hatalar yaptığını kabul etti. Uzun bir süre Burma’da ki askeri yönetimden demokrasiye geçeceklerine inandıklarını, bu nedenle burada üretim yapmaya devam ettiklerini belirten işyeri sözcüsü, buna karşın NGO ların bu ülke ile daha derinlikli bilgiye sahip olduklarını ve bir dünya markası olarak, insani olmayan koşullarda üretilen malların pazarlanmasında her zaman sorun çıktığnı, bu anlamda ‘tehdit altında’ olduklarını belirtti. Gerçekler bundan ibaret mi ? Triumph neden ayni zamanda üretimin bir kısmını tekrar Avrupa’da yapma kararı aldı acaba.
Bilinenlerin izini sürmeye devam edelim, Burma’da üretilen kadın iççamaşırlarının güzel görünüşüne karşın bir türlü belli bir kaliteye ulaşmadığı biliniyor. Tam bu sırada medyada CCC nin renkli kartposttalları boy gösteriyor, çıplak bir kadın vucudunu saran dikenli teller. Bunlardan hangisinin Triumph satışlarında ne kadar düşüşe neden olduğunu sormak abes elbette, ama ikisi bir araya gelince düşme hissedilir boyutlara varıyor. Hiç yanlış anlaşılmasın, sendikalar-NGO lar-işyerleri el ele çalışıyorlar demek gibi bir derdimiz yok, ama varılan noktada mutlaka irdelenmeli.
9. Birkaç köşe taşı
Yukarda verilen örneğin temel karakteri düzenle kopuşamamaktır. Sendikal örgütlenme deneyleri içinde ki olumlulara bakıldığında ise böylesine bir kaygının bir rol oynamadığı görülür, çıkış noktaları kendilerine insanca yaşam hakkı tanımıyan düzen içinde nefes boruları arayışıdır. Sadece zorunlu olunduğunda bu soru akıllara gelir ve cevap çuğu kez kendiliğinden düzenle kopuşmadır.
New York’ta kurulu bağımsız konfeksiyon işçilerinin sendikasını ele alalım örnek olarak. Genel olarak göçmen veye azınlıkların üye olduğu bu sendika kaç üyesi olduğuna bile bir cevap veremez, çünkü üye kayıtlarını düzene sokacak bir bürokrasi oluşturamadılar daha, sendikada ‘boğaz tokluğuna çalışan’ bir yığın insan vardır ama onlarda ne kadar ne zaman ‘maaş’ aldıklarını pek bilmezler ayni nedenle. Karmakarışık bürolarında binlerce konfeksiyon işçisinin haklarını tıkır tıkır korumakla ünlenmişlerdir aslında, bürokrasi olmadan da bir sendikanın ‘iş yapacağının’ canlı örneğidirler. Resmi sendikanın yanlarında durmadığını gören bir iki işçi önderinin yanyana gelmesi ile kurulmuş, kısa zamanda çığ gibi büyümüştür. Ama daha ne kadar büyüyecek ve nerelere yöneleceklerdir, kendileri bile bilmiyorlar bunu doğrusu. Türkiye’de ki Demokratik Tekstil Sendikası deneyine çok benziyorlar ve bunun gibi çeşitli ülkelerde pek çok deneyim olmuştur kuşkusuz. Sorumuza cevap ararken bu deneyleri bir süzgeçten geçirmek bu anlmada bir zorunluluk.
Diğer bir örnek Hindistan’da ki Kadın Sendikası. Evde iş yapan kadınların bir araya gelerek kurdukları bir yapılanma, çok sonraları sendika ismin almış, yüzbinin üzerinde üyesi var. Hem etnik hemde dinsel eksen üzerinde, ama bunları temel özellik olarak almadan yaygınlaşmış örgütlenme, evde yapılacak işin ücretini işverenlere dikte ederken önemli oranda devlet kurumlarının desteğini alıyorlar, ama bu onları tesbit edilen ücreti vermeyen işverenin işyerini basmalarını, işgal etmelerinide engellemiyor. Kadın hastalıklarında ızmanlaşmış bir hastane, meslek kursları, okuma yazma öğrenmeye kadar geniş bir yalpazede etkinliklerini sürüdürüyorlar. Sizlerede yabancı gelmiyor değil mi ? O zaman bakınız ‘Kadın Dayanışma’ dergilerine.
Berzilya’da ki topraksız köylülerin sendikalarıda çarpıcı bir örnek, üzerinde bugüne kadar pek çok şey yazıldı, hatta bunun bir sendika olup olmadığı bile tarışıldı, türkçeyede hep ‘hareket’ olarak tercüme edildi bazı aklıevveller tarafından. Evet klasik bir sendika değil bu ‘hareket’, ama yukardaki tesbitler dikkate alınınca bununda bir sendikal deney olarak algılanlaması ve irdelenmesi gerekli.
Benzer şeyler başta Arjantin olmak üzere pek çok ülkede kurulan ‘İşsizler Sendikaları’ hakkında da söylenebilir. Fransa, Almanya gibi ülkelerde ise mevcut sendikalar kendi bünyelerinde işsizlere yönelik özel örgütlenme denediler, ancak başarılı olamadılar. Fransa’da işsizler güçsüzde olsa kendi bağımsız sendikalarını kurdular, Almanya’da ise yerel ‘işsizler komiteleri’ oluştu. Sınıf mücadelesinin yükseldiği Arjantin gübü ülkelerde işsizler sendikaları toplumsal süreçlere etkin müdahelede bulunurken, diğer ülkelerde ‘marijinal’ bir hareket olarak kaldılar.
Diğer ilginç bir alan özellikle Latin Amerika’da yaygınlaşan küçük üreticilerin sendikaları. Bolivya’da örneğin ülkenin anayollarını günlerce işgal ederek hayatı felç ettiler. Kendi ürettikleri malları ucuza kapatmak isteyen büyük sermayenin satış yerlerine ürünlerin ulaşmasına engel olarak taleplerini kabul ettirdiler. Ulaşım ABD de ki UPS grevinden bu yana kapitalist üretim sürecinin en zayıf noktalatından biri olduğunu göstermişti, bu deneyden yola çıkarak başka bir ’emekçi grubu’, küçük üreticiler sermayeyi ‘dize getirmeyi’ başardılar. Evet onlar küçük üretici ama baskın taraflarıda ‘işçi’. ( Tırnak içine alınmalar onların değişik karekterelerini vurgulamak içindir )
Bu tip örnekler kuşkusuz birer model olmaktan çok geleceğin sendikal modellerinin yaratılmasında bizlere bunların irdelenmesi ile ufuk açacak deneyler olarak algılanmalıdır. Deneylerden çıkacak sonuçların sistematize edilmesi ile geleceğin sendikal modelleri yaratılacaktır.
10. Alt-Sınıf Sendikaları ?
Bugünden bakıldığında geleceğin sendikaları konusunda tam bir belirleme yapmak zor görünüyor. Ancak yukarda ki örneklerden kalkakarak yeni bir model üzerinde d
erinleşmek, deneyleri sistematize etmeyi denemek bir gereklilik. İşin ABC si için gene Dr. H. Kıvılcımlı’dan alıntı ile başlayalım.
“SINIF” nedir? Das Kapital’in üçüncü tomunun son sahifesi, sınıfın ne olduğunu araştırırken, yarım kalmış bir cümle ile biter. Belli ki Karl Marx, sınıfın, dilediği gibi güçlü bir tanımlamasını en gelişkin biçimiyle yapmak isterken, bunu tümliyemeden ölmüştür. (…) Sınıf gerçekliği her ülkedeki gelişim gidişi sırasında az çok degişikliklere uğrar. Bu yüzden, bir an için yapılmış sosyal sınıf tanımlaması ister istemez az çok yüzeyde kalabilir. Donmuş ve ezbere formüllerle zırhlandırılabilir. Onun için sosyal sınıf ilişkilerini bir takım transandantal kategoriler gibi fosilleştirmemelidir. Her toplumu yaşayan tarihcil kaçınılmazlığı içindeki bütün gerçekliği ile izlemelidir. Bu anlayışla modern topluma bakınca ne görüyoruz?
(…) Kapitalist toplumun sosyal sınıfları, ancak KAPİTALİST ÜRETİM YORDAMI içinde DOLAYSIZCA, yani BİRİNCİ KERTEDE görevli bulunan insanların kümeleşmeleridir. Ve ancak o kümelerin ilişkileri Modern toplum sınıfları bakımından düşünce ve davranış konusu edilebilirler.
Bir üretim yordamı üzerinde DOLAYSIZCA görevli bulunan sosyal sınıflar başlıca iki karakterle birbirlerinden ayırdedilirler:
1. O sınıfların DURUMLARI başka başkadır.
2. O sınıfların ÇIKARLARI başka başkadır. ( GENEL OLARAK SOSYAL SINIFLAR VE PARTİLER )
Sınıf kavramını belirleyen bu üç özellik, üretimde dolaysızca görevli olma, durumu başka başka olma ve çıkarı başka başka olma günümüzde sınıf gerçeğini nasıl tanımlamayı gerektiriyor ? Sorunun tümden tartışmaya açarken burada sadece bir noktanın öne çıkarmadan geçemeyiz. Yukada belirtilen yatay ve dikey bölünmeler sınıf kavramı içine yeni belirlemelerin girmesi gerektiğinin işaretleri. Önerilecek yeni bir kavram Alt-Sınıf olabilir. Bugüne kadar sınıf içinde ki zümrelerden ( işçi aristkrasisi, beyaz yakalılar, mavi tulumlular vb. ) söz edilirken, artık sınıf içinde durumları ve çıkarları farklı farklı olan kesimler ortaya çıkıyor.
Alt-Sınıfı oluşturan bireyleri birbirine bağlayan bağların klasik anlamda ki toplumsal zümrelerden daha güçlü, sınıf bağlarından daha gevşek olduğu varsayımı gerçekçi bir yaklaşım olabilir, ama araştırılmaya değer bir konu olarak karşımızda duruyor. Bu bağlantının kimi yerlerde üretim süreci içindeki konumdan kimi yerlerde etnik veya dinsel aidiyettten kaynaklandığı gibi konular araştırmaların eksenlerini oluşturabilir.
Sınıf bağını ortadan kaldırmayan ama güncellik açısından onun yerine geçebilecek Alt-Sınıf bağları sendikal örgütlenme biçimlerini belirleyecek özellikleri belrileyecek etken olarak algılandığında önümüze yeni ufuklar açabilecektir.
11. Sonuç yerine
Görüldüğü kadarı ile sendikal hareket içinde ki tartışmalar hala konunun özüne inmekte çok uzak, sürecin kendisi yerine sonuçlarını irdelemek, oradan sonuçlar çıkarmak revaçta. Bunun kaçınılmaz sonucu bataklıkla uğraşma yerine sivrisineklere savaş açmak oluyor. Bataklık belli, kapitalizmin aldığı yeni biçim, yeni üretim organizasyonları. Atılması gereken ilk adım bunun karekterinin irdelenmesi ve bundan çıkarılacak sonuçlarla mücadele araçlarının, sendikal örgütlenme ( ve buna bağlı olarak ta politik örgütlenme ) modellerinin geliştirilmesidir.
Konuya bu açıdan bakıldığında tek tip örgütlenme modellerinin yerine, yer ( işyeri ) ve zamana göre değişik türlerden örgütlenme modellerini önce el yordamı ile, edinilen tecürbeler arttıkça bunların teorik temellerininide atarak geliştirmeye talip olmak kendini dayatıyor. Bu yazı bu tartışmalara bir giriş yapmak amacında, sınıfın bugüne kadar ki tecürbelerine değişik bir gözle bakmayı amaçlamakta. Tartışmalarda gözardı edilen bir boyutu belkide biraz abartarak öne çıkarmayı deniyor. Elbette öne çıkarılması gereken diğer konularda olabileceğini vurgulamakta bu yazının mantığının doğal gereği.
M. Akyol, Aralık 2004