Tarımda “hastalıklı” üretim yöntemlerine tedavi geliştirmek için dünya çapında nasıl bir çırpınma varsa (hem verimlilik, hem genel olarak sürdürülebilirlik, hem de kârlılık açısından “kazasız” üretim süreci için), imalat sektöründe de benzer bir çırpınma olduğu söylenebilir. 26 Ocak 2005 günü DaimlerChrysler’ın ABD’deki fabrikalarından birinde (Stickney, Toledo, Ohio), ikinci vardiyada, 54 yaşındaki fabrika çalışanı Myles Meyers siyah […]
Tarımda “hastalıklı” üretim yöntemlerine tedavi geliştirmek için dünya çapında nasıl bir çırpınma varsa (hem verimlilik, hem genel olarak sürdürülebilirlik, hem de kârlılık açısından “kazasız” üretim süreci için), imalat sektöründe de benzer bir çırpınma olduğu söylenebilir.
26 Ocak 2005 günü DaimlerChrysler’ın ABD’deki fabrikalarından birinde (Stickney, Toledo, Ohio), ikinci vardiyada, 54 yaşındaki fabrika çalışanı Myles Meyers siyah paltosunun altında gizlediği bir çifteyle atölyesine geldi. Roy Thacker adlı yöneticisini vurup öldürdükten sonra bir ikinci yöneticisini, ardından bir üçüncüsünü yaraladı. Son olarak çifteyi kendi kafasına dayayıp tetiği çekti.
CBS News’un “Oto işçisinin kini ölümcül oldu” başlığıyla haber yaptığı olayın kahramanı Myers 21 yıldır aynı işyerinde çalışıyordu. İşyerine geldiğinde tüfeği kadın çalışanlardan birinin üstüne doğrultmuş, yöneticileri ve takım liderini vuracağını söylemiş ve bunlardan birini yanına çağırmasını istemişti.
Meyers’le aynı günlerde fabrikada çalışmaya başlamış olan Norm Reithmeier, Meyers’le bir yönetici arasında sürtüşme olduğunu ve olaydan bir gün önce aralarında tartışma çıktığını, Meyers’in üç gün “askıya alındığını” söylüyordu.
“Askıya alınan” işçilerin çalışmaya devam ettiği fabrikada “askı”ya neden olan disiplin ihlali çalışanın dosyasına işleniyor ve “askı”lar fazla biriktiğinde çalışan işten çıkarılıyordu. Reithmeier, “Myles’ı tanırdım. İyi bir adamdı. Böyle bir şeye kalkışmaması gerekirdi “dedikten sonra ekliyordu: “Ama itilip kakıldığında..”
Çalışanların olayla ilgili yorumları işyerindeki uygulamalara yönelik yakınmalarda birleşiyordu: Ailelerin birlikte geçirdiği süreleri ve insanın kendine ayırdığı zamanları azaltan uzun mesailer, işlerin dışarı verilmesi korkusu, hasta olduğu için işe gelemeyenlere ve işe geç kalanlara yönelik katı uygulamalar, 20’lerindeki yöneticilerin 50’lerindeki deneyimli işçileri yönetmesi..
20 yıllık fabrika çalışanı Clay Akers, “İşimi seviyorum, maaşım da iyi, ama tahammül etmek zorunda kaldığımız saçmalıklar gerçek dışı” diyordu.
Adının açıklamasını istemeyen bir çalışan ise, “İnsanların bu yüzden ölmesi utanç verici bir şey” diyordu. “Sınırlarını aşmaya kalkışan yeni yöneticiler var; yetişkin adamlara ne yapmaları gerektiğini söyleyen çocuklar..”
21 yıllık bir başka işçi Raymond Schaffer Toledo Blade muhabirine alçak sesle, “Olanları duymak beni şaşırtmadı” derken, karısı Cheryl, “Sabah beşte evden çıkana kadar uyumadan bekliyorum, onun için endişeleniyorum. O kadar boğuluyor ki” demişti.
Haftada altı, bazen yedi gün çalışılan, fazla mesainin bir tür zorunlu uygulama olduğu ve saatte 50-60 araç gövdesi bitirilen fabrikada olayı izleyen günlerde üretim saatte 28 gövdeye düşüyordu. Bu arada sendika yöneticileri, Wrangler ciplerin üretiminin artırılması için yapılması gerekenlere karar vermek üzere şirket yetkilileriyle toplantı yapacaklarını açıklıyorlardı (Toledo Blade gazetesinin haberinde DaimlerChrysler’ın yeterli Liberty cip stoğu olmasına karşın Wrangler cip stoğunun yetersiz olduğu belirtiliyor).
“Yalın üretim”
Usta bir kaynakçı ve sac metal uzmanı, bir yılda kaportasında çatlaklar olan 300 aracı onarmış model bir işçi Myles Meyers’i yıkan ve onu yere bastıran şey, çaresizleştiren ve elinde çifteyle fabrikaya koşmasına neden olan şey, yöneticilerinin “kaprisleri” ya da “katılığı”ndan mı ibaretti? “Balıkçı, avcı ve sevilen komşu” Myles, fabrikadan kafa sayısı hesabıyla işçi çıkaran bir yönetici de dahil yöneticilerine ateş açarken, kendince neye saldırıyor ya da neye karşı ümitsizce başkaldırmaya çalışıyordu?
Fabrikadaki işçilerin üye olduğu sendikanın (UAW) şubesine (1) Mayıs 2004’de yeni yönetim seçildiğinden beri şirket yöneticileri ve eski sendika yöneticileri yenileri gözden düşürmek için el birliği yapmıştı. Öte yandan, yönetim değişikliğinden önce yapılan sözleşme, son montaj bölümü dışında neredeyse tüm işlerin işletme dışına verilmesini öngörüyordu. Bunlar ve çalışma şartlarındaki genel olumsuzlukların yanı sıra Myles’la yöneticiler arasındaki çatışma bardağı taşıran damla olabilirdi.
Ya genç yöneticiler? “Yetişkin adamlara ne yapmaları gerektiğini söyleyen çocuklar?” Onların bildiği, ustabaşıların bilmediği, fabrikadaki üretim süreçlerinin dışında öğrenilen ve sonra bu süreçte uygulanmaya çalışılan neydi?
DaimlerChrysler, dünya çapındaki 55 fabrikasında 1998’den itibaren “yalın üretim” (“lean production”) sistemi uygulamaya başlamıştı. Sistem hemen iki yıl içinde toplam 300 milyon dolar “tasarruf” sağlamıştı. Toledo’daki Jeep fabrikasında uygulanan da bu “verimlileştirici” yalın üretim sistemiydi.
“Toyota üretim sistemi” olarak da bilinen yalın üretim sistemi, “kayıpların azaltılması” ilkesine dayanıyor.
Yedi temel kayıp ve bu kayıpların azaltılması söz konusu:
– Aşırı üretim kaybı
– Bekleme zamanı kaybı
– Taşımada kayıp
– Üretim sürecindeki kayıp
– Eldeki stok nedeniyle kayıp
– Hareket kaybı
– Hatalı mal üretiminden kaynaklanan kayıp
Sistemin etkin biçimde uygulanması ve kayıpların azaltılması için daha hızlı, daha yoğun ve daha esnek çalışmak gerekiyor. Üretim bantındaki konumu değişmeyen ve tekrar tekrar hep aynı şeyi yapan işçinin yerini, konumu anlık gereksinimlere göre değişen, farklı şeyleri farklı sürelerde yapan işçi alıyor. Ustabaşıların ve işletme yöneticilerinin arasında, üretim-sipariş-stok verilerini hemen hemen eşzamanlı olarak izleyerek üretime yön veren ara yöneticiler, takım liderleri bulunması gerekiyor.
Asgari stokla ve azami emek etkinliğiyle çalışmayı mümkün kılan bu sistemin verimlilik açısından “Fordizm”e göre ileri bir adımı temsil ettiği söylenebilir.
Ama yalın üretimde daha fazla ilerlemeden, verimliliğin daha önce “hastalıklı” sistemlerle nasıl sağlandığına bakalım. Fordizm’den de önce, Frederick W. Taylor’ın “işyeri organizasyonu” ve “bilimsel yönetim”.
Taylor’ın “bilimsel yönetim”i
1895’de yayınlanan “bilimsel yönetim” prensiplerine dayanan Taylor bant sisteminde her işçinin görevi, gözle görülebilir en küçük operasyonel bileşenlere göre belirleniyordu. Taylor sisteminde üretim süreci bu bileşenlerden ya da “noktalar”dan oluşuyordu. Her nokta için, ortalama performansta ulaşılabilir en iyi zaman değerleri vardı ve işçiden -saniyenin binde birlik kesirlerine kadar hesaplanan- bu değerler içinde üretim yapması bekleniyordu.
Taylor sistemi, imalata makinelerin giderek daha çok girdiği, otomasyonun hızla geliştiği ve üretimin adeta sonsuz arzı eritecek sonsuz bir talep olacakmışcasına yapıldığı bir dönemin ürünüydü. Makinelerde enerji ve hızın girdi/çıktı oranlarının hesaplanabilir olması, makine işleyişinin insanlara da uygulanmaya başlanması demekti. 1912’de Harper’s Magazine’de yayınlanan bir makalede şöyle deniyordu: “Bu ülkenin [ABD] gelişiminde büyük şeyler oluyor. Daha fazla verimliliğe yönelme hareketinin yayılması ile ulusun hayatında yeni ve ileri bir dönem başladı.” (2)
Yazar ve kuramcı Harry
Braverman’e göre ise “bilimsel yönetim”, “işin organize bir biçimde incelenmesi, en basit unsurları belirleyecek biçimde analiz edilmesi ve işçinin bu unsurlarla ilgili performansının sistematik olarak iyileştirilmesi”ydi. (3)
Taylor üretim sistemin yayınlaştığı günlerde verimlilik histerisi fabrika sınırlarını aşıyor, hayatın her alanına yayılıyordu. Gene 1912’de Ladies’ Home Journal dergisinde Christine Frederick adlı yazar, yıllardır bilmeden çok değerli zamanını nasıl kaybettiğini okurlarına itiraf ediyor ve ev kadınlarına tavsiye niteliğindeki şu satırları yazıyordu: (4)
“Yıllardır, sadece çamaşır yıkarken bile 80 hatalı hareket yaptığımı farketmedim. Çamaşırları ayırma, silkme ve yaymadaki hatalarım bunun dışında kalıyor.”
Yazısında mutfağa da değiniyordu:
“Kötü düzenlenmiş mutfaklarda dolaşırken zaman kaybetmiyor muyuz? Ev işi treni, istasyondan istasyona, bir işten diğerine gidecek biçimde yol alamaz mı?”
Evdeki trenin değilse de fabrikalardaki trenin “kusursuz” işleyişinin ve talebin eritemeyeceği bir arza yol açışını, ABD’de Borsa’nın çökmesiyle (1929) başlayan bir ekonomik bunalıma nasıl neden olduğunu, sadece dört yıl içinde bu ülkedeki işsiz sayısının 1 milyondan 15 milyona nasıl çıktığını biliyoruz. Bu krizden çıkmak için nasıl bir devlet desteğinin gerektiğini, işsizlerin istihdamı ve tüketimin artırılabilmesi için ABD’de nasıl KİT üstüne KİT kurulduğunu..
Taylor ve Ford üretim sistemlerinin, kaçınılmaz krizlerde işsizliğe ve ekonomik durgunluğa ve bunlara karşı devlet desteğine gereksinim yarattığı için “hastalıklı”, “sürdürülebilir olmayan” üretim yöntemleri olarak görüldüğü söylenebilir.
1852’den beri sürenler ve sürülenler
Taylor sisteminin geliştirilmesinden yıllar önce ise, maliyet temelli verimlilikte “ucuz işgücü”nün, kötü işyeri şartlarında uzun “çalışma süreleri”nin en basit çözüm olarak baş tacı edilmiş olduğunu görebiliriz.
1852 yılında İngiltere’deki bir seçim öncesi Ernest Jones adlı Chartist aday konuşmasında şöyle diyordu:
“Uluslararası rekabet arttıkça ucuzluk da artmak zorunda. Buna göre de İngiltere’de ücretler sürekli düşmeye devam etmeli. Düşüş nasıl sağlanır? Artık emekle. Artık emeği nasıl elde ediyorlar? İhtiyaç duyulandan daha fazla bedeni fabrikaya süren, toprak üzerindeki tekelleşmeyle. O bedenleri sokağa atan, makineler üzerindeki tekelleşmeyle -erkeği mekiğin başından atan kadın emeğiyle – kadını dokuma tezgâhının başından atan çocuk emeğiyle. Sonra, o canlı artık emek yığınının üzerine basarak, o yığının acı içindeki kalbine topuklarını bastırarak, ‘Açlık!’ diye bağırırlar. ‘Kim çalışacak? Yarım somun ekmek ekmeksizlikten iyidir’ – ve kıvranan kitle açgözlüce onların koşullarına sarılır. Çalışan adam için sistem budur.” (5)
Bu sistemden bugünkü yalın üretim sistemine uzanan yolda, ilk bakışta çalışan açısından edilgen konumun değiştiği, etkin konuma geçildiği izlenimi doğabilir. Üretim sürecinde hep aynı şeyi değil de farklı şeyler yapan işçiler, inisiyatif kullanan ara yöneticiler, esnek ve bileşenleri sürekli değişim halinde bir sistem tasarlayan ve uygulayan üst yöneticiler..
Ama, üretim sürecinde neyin nasıl üretileceği konusunda en ufak bir özgürlüğün yaşanmadığı bu sistemde değişenin sadece kârlılığın sürdürülebilirliği olduğunu söyleyebiliriz. Aynı ürünü aynı noktalardan geçerek üreten işçiler, üretimi denetleyen ve yönlendiren ara yöneticiler, sistemi tasarlayan üst yöneticiler için değişen şey, artan bir sorumluluk ve iş yükünden başka bir şey değildir.
Değişimin bir diğer boyutu da, kârlılığın artırılmasında 1970’lerden beri giderek daha fazla uygulanan “işi dışarı verme” (“outsourcing”) yöntemi olmuştur. İşi güvenceli ve sendikalı çalışanlardan güvencesiz ve sendikasız çalışanlara kaydıran bu yöntemin, 1852’nin endüstri dünyasına egemen “ucuz işgücü” çözümünden en ufak bir farkı var mıdır?
Bugün ABD’de ve başka “gelişmiş” ülkelerde, makinenin başındaki işçiyi oradan sürüp atan kadın ya da çocuklar değilse de, işletmenin dışında kalan makinelerin başındaki “dış” emek ordusudur. Yalın üretimin bu geleneksel “verimlilik” yöntemiyle evliliği, endişe içinde yaşayan çalışanların sayısını her iki tarafta da hızla artırırken, baskıyı daha fazla yaşayanlar hangi tarafta?
Toledo olayı ve ABD’de son 10 yıl içinde giderek artan “işyeri şiddeti” (6), içerdekilerin “patlama”ya dışardakilerden daha yakın olduğunu, en azından tepkilerini işyerine giderek daha fazla yönelttiklerini ortaya koyuyor.
(1) International Union, United Automobile, Aerospace and Agricultural Implement Workers of America
(2) The End of Work, Jeremy Rifkin, Tarcher/Putnam, s.50
(3) Aynı kaynak, s. 50
(4) Aynı kaynak, s. 520
(5) Karl Marx’ın 25 Ağustos 1852 tarihli New York Daily Tribune’da yayınlanan makalesinden
(6) ABD’de “işyerindeki çalışanlar arası şiddet”e ilişkin bir istatistik: 1994’de 10’dan az olayın yaşandığı ülkede 2003’de olay sayısı 46’ya çıkmış durumda ve bu olaylarda 69 kişi ölmüş. Şiddete başvuranların yüzde 52’si işyerindeki konumlarında olumsuz bir değişiklik yaşayanlar. Her üç kişiden biri ise olayın sonunda intihar etmiş.
26 Şubat 2005
Not:Bu yazı beseridurumlar.org adresinden alinmıştır