AB’nin ve IMF’nin talep ettiği emek düşmanı yapısal dönüşümleri hızla uygulayan AKP, bir taraftan da emperyalistlerin askeri taleplerini karşılıyor. Afganistan’da ISAF komutasını alan Türkiye, işgal güçlerine destek olarak bölgeye bin 600 asker sevk etti. Bir gün İran’a bir gün Suriye’ye hırlayan ABD’nin İncirlik üssüne dair talepleri 11 Ocak’ta Türkiye’yi ziyaret eden ABD Ortadoğu Merkezi Kuvvetler […]
AB’nin ve IMF’nin talep ettiği emek düşmanı yapısal dönüşümleri hızla uygulayan AKP, bir taraftan da emperyalistlerin askeri taleplerini karşılıyor. Afganistan’da ISAF komutasını alan Türkiye, işgal güçlerine destek olarak bölgeye bin 600 asker sevk etti. Bir gün İran’a bir gün Suriye’ye hırlayan ABD’nin İncirlik üssüne dair talepleri 11 Ocak’ta Türkiye’yi ziyaret eden ABD Ortadoğu Merkezi Kuvvetler Komutanı Abizaid tarafından hükümete iletildi. Bu ziyaretin ABD’nin İran’ı tehdit ettiği bir süreçte gerçekleşmesi, İncirlik’in İran’a yönelik bir saldırıda kullanılmasına dair pazarlıkların döndüğü izlenimi yarattı. İzlenimler bir yana, Abizaid İncirlik’i bir “Lojistik Merkezi” olarak düşündüklerini açıkladı. Böylece Irak’ta yüzlerce Türkiyelinin ölümüne rağmen, emperyalistlerin hizmetçiliğinden vazgeçmeyen AKP iktidarının ve Türkiye sermayesinin “sıcak bölgelerde taşeronluk” ihalesine Irak sınavında aldıkları referansla daha da yaklaştıkları anlaşılmış oldu.
Abizaid’den sonra, Pentagon’un üç numaralı ismi, ABD Savunma Bakanlığı Müsteşarı Douglas Feith Türkiye’de idi. Feith, ABD’nin taleplerini daha net ifade etti ve İncirlik’i istediklerini, İran’a karşı Türkiye’yi yanlarında görmeyi arzuladıklarını açıkladı. Türkiye halkının geleceğini emperyalist saldırganlığın hizmetkarlığına bağlayan bir planın diplomatik trafiği sürüyorken Tayyip Erdoğan’ın ABD’yi kızdıran açıklamaları geldi. Başbakan Türkiye’de yükselen ABD karşıtlığına vurgu yapıyor; yani bu hizmetkarlığın bedelinin kendileri açısından ağır sonuçları olabileceğini emperyalistlere hatırlatıyordu. Belli ki tüccar Başbakan pazarlığı yukarıdan açmaktaydı.
Emperyalistlerle pazarlık Kürtler üzerine
Türkiye pazarlığın merkezine parayı pulu değil Kuzey Irak’ı koyuyordu. PKK/Kongra-Gel’in bölgedeki varlığını sürdürmesine ve Kuzey Irak’ta her geçen gün daha da şekillenen Kürt devletine dair kaygıları olan Türkiye, kırmızı çizgilerinin oldukça zorlandığı bir döneme giriyor. Savaşın başlamasıyla, işgalcilerin Irak’ta en sağlam bastığı bölgeye müdahale kanalları tıkanan Türkiye “bu saatten sonra” Kongra-Gel’e karşı olabilecek en sert yaptırımların uygulanmasını, fiilen oluşan Kürt Devleti’nin mümkün olduğunca gecikmesini, iktisadi açıdan cılızlaştırılmasını ve kendisiyle kurduğu ilişkilerde “uyumlu” olmasını hedefliyor. Ancak Türkiye bu hedefe ulaşmak için sayıca oldukça az, siyaseten bir hayli etkisiz ve kendi iç birliği olmayan Türkmenler aracılığıyla da bölgede bir etkinlik kuramayacağını anlamış görünüyor ve bu yüzden bölgeye müdahalesini ABD’ye yaptığı hizmetlere mahsuben gerçekleştirmek istiyor.
Orgeneral Başbuğ’un Genelkurmay Karargahında yaptığı, ağırlıklı bölümünü Kuzey Irak’taki gelişmelere ayırdığı basın açıklaması hükümetin izlediği siyasetin devlet politikası olduğunu gösteriyor. Başbuğ bu açıklamada Kuzey Irak’taki gelişmelere dair devletin geleneksel ırkçı-milliyetçi tavrını bir kez daha tekrarladıktan sonra “Bilinmesi gereken; Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinin belirli bir konuya bağlanamayacak kadar geniş ve kapsamlı ilişkiler olduğudur” hatırlatmasını yaparak, bu pazarlıklar sürerken AKP iktidarına yönelebilecek milliyetçi itirazların arkasında olmadıklarını ilan ediyor ve hükümetin hareket yeteneğini genişletiyordu.
Ancak ABD Savunma Bakanlığı Müsteşarı’nın Türkiye’den giderken söylediği sözler “henüz” bir anlaşmanın sağlanamadığını gösterdi. Feith, Türkiye ile Irak’ta işbirliğinden yana olduklarını fakat Türkiye’nin Irak’ın içinde olup bitenlere karışmaması gerektiğini bir kez daha vurgulayarak ülkeyi terk etti. ABD ve Türkiye arasındaki bu pazarlık Condoleezza Rice’ın Bush’un ikinci dönem dış siyasetinin altyapısını örmek amacıyla çıktığı geniş turun Türkiye etabına da damgasını vurdu. Görüşmelerin resmi açıklamalarında bol bol 1 Mart tezkeresinin reddinden sonra sarsılıp sarsılmadığı tartışılan stratejik ortaklığın sürdüğü ve ilişkilerin geçmişi vurgulandı. Ülkeden ayrılırken ”Türkiye ile ABD’nin gelecekte de ortak çıkarları olacak” diyen Rice, ABD’nin taleplerinin karşılanacağından umutlu olduğu izlenimini verdi. Türkiye’ye bölgedeki rolünün askeri hizmet taşeronluğu dışında, “Demokrasiyle İslamın bağdaşabileceğini gösteren değerli bir örnek” olarak tanımlanmasında da mutabakat sağlandı. Ancak Rice hükümetin pazarlık gücünü arttırmak için öne sürdüğü “Türkiye’deki Amerikan karşıtlığının yükselmesi” sorununun AKP’nin sorunu olduğunu söyledi ve “stratejik işbirliği için kamuoyunu ikna edilmesi sizin işiniz” dedi. Yani Rice “Biz sizin iç siyasi sorunlarınız için rahat yüzü gördüğümüz tek bölgeyi, Kuzey Irak’ı karıştırmayız” demiş oldu. Kısacası Türkiye egemenlerinin işbirlikçilik siyasetinin yürütülmesini kolaylaştıracak milliyetçi tezlerin prim yapmasına zemin hazırlayacak bir konjonktürün oluşma olanakları kolay görünmüyor.
Bu pazarlık ateşe sürükler
George W. Bush’un başkanlığının ikinci dönemine dair yaptığı televizyon konuşması, Türkiye’nin yürüttüğü pazarlıkların ülkeyi hayli tehlikeli bir güzergaha soktuğunu gösteriyor. Konuşmasında, seçimlerin gerçekleşmesiyle beraber Irak’ı “özgürleştirme” yolunda önemli bir adım attıklarını söyleyen Bush, önümüzdeki dönem yeni ülkelerin “özgürleştirilmeyi” beklediğini de duyurdu. Daha önceden şer ekseninde saydığı Kuzey Kore’nin nükleer silahlara kavuşmasının engellenmesi konusunda komşularına oldukça ılımlı bir tonda girişim çağrısı yapan, Rusya ve Çin’i tehdit olarak sıralamayan Bush’un onlarca kez Ortadoğu’yu ve Kafkas ülkelerini özgürleştirmekten bahsettiği bu konuşma açıkça gösteriyor ki; Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Kafkaslarda neo-liberal modele uyumlu, ucuz işgücü ve enerji kaynağı olarak kullanılabilecek, kapitalist sisteme tam entegre olmuş rejimlerin oluşturulması için Türkiye’nin çevresinde daha çok kan dökülecek. Irak savaşıyla başlayan bu yayılmacılık biçiminin ikinci dönemi, belki başlangıçta iç karışıklıklar çıkarma ve vur-kaç eylemleri gibi farklı yöntemler uygulanarak önümüzdeki dönemde de bölgemizi bir ateş çemberi haline dönüştürecek. AB’nin de nükleer silahlanmaya, “barışın” tesisi için askeri müdahaleye ve önleyici savaşa bolca vurgu yapan militarist bir Anayasayı kabul etmesiyle ortalığın daha da karışacağını şimdiden öngörebiliriz. Bu durumda ülkenin geleceğini bölgede emperyalistlerin taşeronluğuna indirgeyen AKP iktidarı, AB’nin ve ABD’nin bitmek bilmeyen talepleriyle ülkeyi daha da sıkılaştırılmış bir cendereye sokuyor.
Ekonomi tıkırında (mı?)
IMF ile sürdürülen ekonomik programla beraber giderek artan bağımlılık ilişkileri AKP’nin ülkeyi içine soktuğu diğer cendereyi oluşturuyor. Ülkenin 2001 yılında 114 milyar dolar olan dış borç stoku 2004 yılında 154 milyar dolara ulaştı. Bu dış borçlarla bir taraftan giderek büyüyen cari açık finanse edilirken, bir taraftan da sağlanan yüksek döviz rezerviyle doların düşük seyretmesi böylece enflasyonun da düşük olması sağlanıyor. Ancak bir taraftan kaynağı belirsiz spekülatif sermaye girişiyle, bir taraftan da yüksek faizli dış borçlanmayla sağlanan bu döviz bolluğu ve düşük enflasyon düzeyi AKP’nin bugünkü iktidarı uğruna gelecek nesilleri feda etmesi anlamına geliyor. Önümüzdeki günlerde onay
lanacak stand-by anlaşması ile IMF’nin kendi sınırlarını, kredi verme teamüllerini zorlayarak, hatta gizli bir morotoryum teklifini kabul edip borç ertelemesine giderek sonuna kadar destek olduğu AKP iktidarı, yukarıda bahsettiğimiz korkutucu ateş çemberinde Türkiye’yi taşeron olarak görmek isteyen emperyalistlerin eline, iktidarları yönlendirecek sıkı bir yular teslim ediyor.
Kıbrıs’ta Şubat ayında erken sıcak
Şubat ayında imzalanması beklenen IMF anlaşmasıyla iktisadi kriz, ileride daha ağır yaşanmak üzere, ertelenmiş olacak ancak hükümeti şubat ayında ertelemesi çok zor görünen başka bir kriz bekliyor. 17 Aralık’ta Ankara Anlaşmasını yeni üyeleri, özellikle de Kıbrıs’ı da içeren biçimiyle imzalayacağına söz veren AKP hükümeti, şimdi AB’nin “Bu konuyu Şubat ayında çözün” talimatıyla köşeye sıkışmaya başladı. Türkiye’nin Gümrük Birliği ek protokolünü de imzalanmasıyla Kıbrıs Cumhuriyeti’nin fiilen tanınması sağlanmış olacak. AB Komisyonu bu imzaların Şubat ayı içerisinde atılmaması halinde Türkiye ile üyelik müzakerelerinin gecikeceğini duyurdu. Türkiye araya ABD ve BM’yi de sokarak bir çıkış yolu bulmaya çalışıyor. Bu konuda AKP hükümetinin yürüteceği pazarlıkların önümüzdeki günlerde iç siyaseti de hareketlendirmesi beklenebilir.
Muhalefet ne alemde?
İşte AKP emekçilere yönelik düşmanca saldırısını emperyalistlerle birçok cephede pazarlıklar yürütürken gerçekleştiriyor. Birçok zaman bu saldırılar pazarlık gücünü arttırıcı, emperyalistlere güven verici hamleler olarak uygulanıyor. AB, IMF ve ABD, Türkiye hükümetinin emek düşmanlı politikalarını “saygıyla” takip ediyor. Ancak ilginç olan muhalefetin de gelişmeleri “takip etmek” ile yetiniyor olması.
Parlamento içi muhalefete fazlaca değinmeye gerek yok. CHP kongresinde kavga-dövüş; Baykal cephesi tarafından bir gelenek haline getirilen asgari demokrasi kurallarının ihlali; Sarıgül’ün etrafında kümelenen, çıkar şebekesi olarak kurulduğu aleni olan bir sokak örgütünün baskını mevcuttu ancak ana muhalefet partisinin kongresinde toplumsal muhalefetin hiçbir bileşeni yoktu!
Emek örgütleri ise saldırının anlamıyla ve boyutuyla kıyaslanamayacak ölçüde etkisiz kalmış durumdalar. SSK’ların devrine dair yasanın çıkarılmasından önce yüksek sesle defalarca söylenen “Genel Grev” iddialarından yasanın çıkmasıyla hızla vazgeçilerek, Cumhurbaşkanı nezninde yürütülecek lobi faaliyetlerine bel bağlandı. Benzer şekilde emeğe yönelik her saldırıda “Türkiye’yi AB’ye şikayet etmekten”, yani yine lobicilikten bahsedenlerin bu neo-liberal saldırıların özelde AB genelde emperyalizmle entegrasyonun bir paçası olduğunu görmemekteki ısrarları anlaşılır gibi değil. Pentagon’un önemli stratejistlerinden Thomas Barnett’in, geçtiğimiz günlerde Türkiye’de de yayınlanan “Pentagon’un Yeni Haritası” isimli kitabı sanırım bu konudaki ısrarlara önemli bir yanıttır. Barnett kitabında, Türkiye’yi küreselleşmeyle tam entegre olmamış bir sınır ülkesi olarak tanımlayarak, dünya kapitalist sitemine tam entegrasyon için AB sürecinin en önemli araç olduğundan bahsediyor. Türkiye’de neo-liberal fethin tamamlanması için AB sürecinin önemli bir sopa olarak görülmesi gayet doğal. Anayasasında “rekabetin serbest olduğu ve çarpıtılmadığı tek bir pazar ekonomisi sunacağı ve rekabet gücü yüksek bir piyasa ekonomisi için çalışacağı” yazan AB’nin, hizmetlerin piyasaya açılmasını, güvencesiz çalıştırmanın yaygınlaşmasını, özelleştirmelerin hız kazanmasını rekabeti gücünü arttırıcı ve piyasayı serbestleştirici olumlu adımlar olarak Türkiye’ye dayatması birliğin doğasına uygundur ve zaten gidişat da bu yöndedir. Doğal olmayan emek güçlerinin önümüzdeki dönemi bu süreçten mucizeler bekleyerek kurgulamalarıdır.
Tüm bunlardan hareketle emek hareketine yön verenlerin omzunda tarihi bir sorumluluk vardır. Cumhurbaşkanı ile muhabbete, AB kulislerinde emeğin hakkını aramaya indirgenmiş bir “hak koruma” çizgisinin başarısızlığının defalarca test edilmesine gerek yoktur. Emekçiler mücadeleyle kazandıkları haklarını yine fiili-meşru mücadele ile koruyabilir ve genişletebilir. Bu nedenle 16 Şubat’ta Türkiye’nin 81 ilinde gerçekleşecek “Hükümete Uyarı” mitingleri bir yasak savma olarak değil, emperyalizmin kuyruğunda ülkeyi felaketlere sürükleyen AKP’ye karşı anti-emperyalist bir cephe örülmesinin adımlarından biri olarak değerlendirilmelidir. Ancak toplumsal muhalefetin bileşenleri dönüp “Niçin geç kaldık?” sorusunu defalarca kendisine sormalıdır.