İkinci Dünya Savaşı sonrası koşullarda emperyalist bloğun sosyalizme karşı ileri karakolu rolüyle konumlanmış olan Türkiye’nin mevcut uluslararası işbölümü içindeki yeni konumunun ne olacağı giderek belirginleşiyor. AB ile bütünleşme sürecinin daha da netleştireceği anlaşılan bu yeni konumun dünya çapındaki belirleyenleri kabaca şöyle özetlenebilir: Emperyalist dünya sistemi artık geçmişte olduğu gibi her açıdan sarsılmaz bir patronun egemenliği […]
İkinci Dünya Savaşı sonrası koşullarda emperyalist bloğun sosyalizme karşı ileri karakolu rolüyle konumlanmış olan Türkiye’nin mevcut uluslararası işbölümü içindeki yeni konumunun ne olacağı giderek belirginleşiyor. AB ile bütünleşme sürecinin daha da netleştireceği anlaşılan bu yeni konumun dünya çapındaki belirleyenleri kabaca şöyle özetlenebilir:
Emperyalist dünya sistemi artık geçmişte olduğu gibi her açıdan sarsılmaz bir patronun egemenliği altındaki tek bir büyük bloktan değil, sermayenin ve sistemin en genel çıkarları uğruna işbirliği içinde davranan, ancak aralarındaki rekabet tehlikeli biçimde tırmanan birden çok ve eşitsiz güçteki emperyalist egemenlik merkezinden oluşmaktadır. Sistemin genel çıkarlarına dair sorunların çözüm platformu, başta DTÖ olmak üzere çeşitli ekonomik ve siyasal “ulus üstü” kurumlar haline dönüşürken, emperyalist güçler aynı anda, dünya tarihinde ilk kez bu denli kapsamlı bir biçimde “merkezi ve çevreyi” aynı birliğin öğeleri haline getiren “yeni bölgecilik” biçimleri inşa etmektedirler. (1)
Başını ABD’nin çektiği bu yeni bölgecilik eğiliminin en olgunlaşmış örneği olan ALCA (“Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması” NAFTA’nın genişlemiş biçimi olan ALCA: “Amerikalar Arası Serbest Ticaret Alanı”) ve Güney Doğu Asya’daki Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği forumu (APEC), bir ucunda ABD, Kanada ve Japonya ve öteki ucunda Peru, Vietnam, Papua Yeni Gine ve Meksika gibi endüstriyel gelişme düzeyleri ve ekonomik yapıları birbirlerinden son derece farklı olan ülkeleri kapsayan yeni bölgecilik oluşumlarıdır. Bölgesel bağımlılık ilişkilerinin fiili düzeydeki derinleşmesini tamamlayan yasal düzenlemeler altında biçimlenen bu bölgesel birlikler, emperyalist devletlerin egemen sınıflarına kendi aralarındaki neo-liberal rekabet ilişkilerini düzenledikleri başlıca platform olan DTÖ platformundan kısmi korunma alanları sağlamaktadır. Emperyalist merkezlerin birlik üyesi (ya da çevresindeki) bağımlı ülkelere DTÖ üstü düzenleme ölçütleri dayatmasını, bu ülkelerin ulus devletlerinin (aşılmasını ya da aşınmasını değil), neo-liberal yönde güçlendirilmesi hızlandıran bu süreç, emperyalist birikim süreçlerine tabi yeni bölgesel egemen sınıf bloklarının doğuşunun da temelini oluşturmaktadır. Gerek ticaretin ve mali ilişkilerin serbestleşmesi, gerekse mal ve hizmet üretiminin parçalanması açısından deniz aşırı topraklara kıyasla çok daha elverişli kıtasal olanaklar sunan bu yeni bölgeselleşme biçimi, 1945 sonrasındaki dünyada sermayenin tanımak zorunda kaldığı kısmi sosyal güvence ve koruma olanaklarının tamamen ortadan kaldırılmasıyla el ele gitmektedir. Zor aygıtları tarafından güvence altına alınmış çıplak bir proleterleştirme zorlaması ve ilkel sermaye birikimi talanı, yeni bölgeciliğin gerçek genişleme eksenini oluşturmaktadır. Yeni egemenlik bölgeleri, birden çok emperyalist merkeze doğru akan emperyalist sermaye birikiminin önemli sıçrama tahtaları haline dönüşmekte, emperyalist sistemin yeni oluşumu bu katmanlaşmış ve kısmen birbirinin içine geçmiş olan egemenlik alanları üzerinde biçimlenmektedir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasının çift-kutuplu dünyası koşullarında oluşmuş katı bir kurumsal yapı, “sosyal korumacılığa iliştirilmiş” liberalizm ve gümrük himayeciliği ilkeleri üzerine inşa edilmiş olan Avrupa da bu süreçte, eski tür bölgecilikten (AET) yeni tür bölgeciliğe (AB) doğru evrimleşmiştir. 1990’ların ikinci yarısı ile birlikte, bir yandan Doğu Avrupa’nın geçiş ekonomileri ile Akdeniz havzası ülkelerini kendi yarı-çevresi haline dönüştüren, öte yandan topluluk mevzuatında bu gelişmenin sonuçlarını da kapsayan dönüşümler gerçekleştiren AB, parçalanmış üretim zincirlerini bu çekirdek egemenlik alanından aldığı güçle Hindistan ve Uzakdoğu’ya dek uzatabilmiştir.
Doğu Avrupa ülkeleri bu sürece, “Avrupa anlaşmaları” adı verilen ve AB’nin bu ülkelerle, daha DTÖ kararlarının yürürlüğe konulmasından 10 yıl önce sınırsız serbest ticaret ve yatırım ilişkileri kurmasının önünü açan “serbest ticaret ve yatırım anlaşmaları” temelinde katıldılar. Başını Almanya, Hollanda ve Danimarka tekellerinin çektiği üretimin uluslararası taşeronlaştırılması eğiliminin Doğu Avrupa ülkelerine doğru akmasını sağlayan bu serbest ticaret anlaşmaları, doğal olarak, taşeronlaştırma zincirinin bu dış halkalarında üretilen malların, AB pazarına yeniden ihraç edilmesinin üzerindeki tüm engelleri kaldıran topluluk düzenlemeleriyle tamamlandı. (2) Meksika-AB sınırındaki ve Karayipler’deki maquila sanayilerinin yeniden ihracat-merkezli üretim, düşük vasıflı-düşük ücretli emek kullanımı, yabancı girdilere yüksek bağımlılık ve dengesiz bölgesel yoğunlaşma gibi tipik özelliklerini sergileyen bu sanayiler, Doğu Avrupa ülkelerinin AB’ye katılmaları ile birlikte artık birliğin kendi içine taşınmış oldu. Öte yandan AB, Barselona süreci ile birlikte 2010’dan itibaren Tunus, Fas, Cezayir, Mısır, Lübnan, İsrail, Ürdün, Türkiye, Kıbrıs, Malta, Suriye ve Filistin Otoritesi’nden oluşan bir Avrupa-Akdeniz serbest ticaret alanı oluşturarak yeni bir yarı-çevre halkası daha yaratmaya yönelmiştir. AB’nin “doğal” avantajlara sahip olduğuna inandığı bu bölgeye dayatmayı planladığı yeni serbest ticaret anlaşmaları ise, uluslararası taşeronlaştırmanın Latin Amerika ve Doğu Avrupa bölgelerinde ortaya çıkan tipik özelliklerini daha da ağırlaştırmaya adaydır.
Türkiye sermayesinin derdi nedir?
Türkiye egemen sınıflarının AB ile hızla bütünleşme isteklerinin altında yatan gerçek saikleri anlamak için TOBB başkanı Hisarcıklıoğlu’nun son Rusya gezisindeki, “40 milyar dolarlık ihracat yaptığınız AB ‘yok’ dese alternatifiniz kalmayacaktı” sözleri son derece aydınlatıcıdır. Hisarcıklıoğlu’nun ne kastettiğini anlamak içinse, Türkiye’nin AB ile bugüne kadarki bütünleşmesinin, AB’nin bu yeni bölgeselleşme biçiminin temellerini oluşturan serbest ticaret anlaşmaları ile değil, eski bölgeselleşme biçiminden miras kalan antika ve melez Gümrük Birliği anlaşması üzerinden gerçekleştiği göz önünde tutulmalıdır. Türkiye’nin AB Tek Pazarı ile bütünleşmesi sürecinin ilk adımını oluşturan, ülkenin dış ticaret hacmini bir bütün olarak artıran GB anlaşması, Türkiye’nin AB pazarındaki payını artırmamış, tersine AB ile olan dış ticaret açığını büyütmüştür. Ancak daha da önemlisi Türkiye’nin 1995’den bu yana GB nedeniyle AB ile aynı serbestlik koşulları altında ticaret yapmak zorunda kaldığı Doğu Avrupa ülkelerinin Türkiye’nin dış ticaret açığı içindeki payları 1997’de yüzde 3’den 2001’de yüzde 9’a yükselmiştir. Türkiye’nin düşük ücretli taşeron emeğine dayalı sanayisi, mevcut GB koşulları altında, AB’nin uluslararası taşeronlaştırma ağlarında üretilen düşük ücretli mallar karşısındaki rekabet gücünü hızla yitirmektedir.
Bu durumun nedeni, GB Anlaşmasının Doğu’nun bütünleşmesinin temelini oluşturan Avrupa Anlaşmaları’ndan önemli farklara sahip olan 1964 Ankara Anlaşmasına dayanmasıdır. Bu ülkelerin bütünleşme sürecinin hızlandığı ve sürecin biçiminin de tamamıyla değiştiği yıllarda AB ile ilişkileri askıda olan Türkiye egemen sınıfları, 1995’de trene yeniden atlamaya çalışırken, aslında yanlış vagona atlamışlardır. Bu “yanlışlığın” nedeni, Türkiye egemen sınıflarının 1990’ların politik koşullarında, serbest ticaret anlaşmalarının gündeme sokulması gibi büyük bir kırılmanın yaratacağı politik bedelleri
göze alamamış olmalarıdır. (3) Bu durumda süreç, eski ve yeni bütünleşme biçimlerinin melezlenmesinden oluşan, mal ticaretine getirdiği önemli serbestlikler bir yana, hizmetler ve tarım alanını dışarıda bırakıp, entelektüel mülkiyet hakları açısından sınırlılıklar taşıyan, üstelik AB ile Türkiye arasındaki serbest mal ticaretinin damping ve kriz koşullarında sınırlandırılmasını öngören bir zeminde sürdürülmüştür. Türkiye’nin politik imajını fazla sarsmamakla birlikte, ucuz emek sanayisinin taşeron Doğu sanayileri ile rekabetini olumsuz etkileyen bu durum, uluslararası rekabetin yoğunlaşması ile birlikte Türkiye egemenleri açısından daha da zorlayıcı hale gelmektedir. Yabancı yatırımlar açısından serbest ticaret anlaşmalarına göre daha sınırlandırıcı olan GB anlaşması AB’nin uluslararası taşeronluk birimlerini Türkiye’ye doludizgin aktarma isteğini sınırlandırmakta; AB, Türkiye pazarını kendi Doğu ve Uzakdoğu taşeronlarının ucuz emek ürünleri ile doldururken, Türkiye mallarına kayıt dışılık gerekçesiyle sınırlandırma getirebilmektedir. Bugüne kadar bu tür anti-damping uygulamaları nedeniyle 70 milyon dolarlık ticaret kaybına uğrayan Türkiye, düşük emek rakiplerinin arttığı bir ortamda mevcut bütünleşme biçimini korumakta giderek daha da zorlanmaktadır. GB’ne rağmen AB’nin birinci, resmi taşeronluk kolunun bir parçası haline gelemeyen ve bu yüzden de yaygın ucuz emek istihdamının bile hayrını görmeyen Türkiye egemen sınıfları, AB sürecini “herkesi şaşırtan bir tempoyla” hızlandırarak, yanlış vagondan doğru vagona atlamaya çalışmaktadırlar. Bu atılım hamlesini mümkün kılan gerçek temelse, hem ülkedeki politik mücadele koşulları ile sınıflar arası güçler dengesinin, bütünleşme biçimindeki derin kırılmayı 1990’lara göre daha göze alınabilir hale getirmiş olmasıdır. “AB ile uyum” sürecini hızlandırdıklarını ilan eden egemen sınıflar, aslında Türkiye’nin AB ile bütünleşme biçimini, Doğu’nun serbest ticaret anlaşmalarına dayalı bütünleşme biçimi ile uyumlulaştırmakta ve yeni sistemin resmi yarı-çevresi konumuna kabul edilmeyi talep etmektedirler.
Ucuz emeğin hayrını görmek: Hizmetlerin taşeronlaştırılması
Buradan çıkan sonuç, Türkiye’nin mevcut GB anlaşması ile tanımlanan konumu ile, hızlandırılmış bir AB sürecinde yerleşeceği konum arasında hiçbir farkın olmayacağı kanısının, yaygın ancak yanlış bir kanı olduğudur. Öte yandan Türkiye egemen sınıflarının karşı karşıya oldukları durum, “ulusal kapitalizmi” korumak ya da terk etmek arasında bir tercihte bulunma durumu da değildir. Türkiye sömürge kapitalizmi, 1945 sonrasından bu yana, “emperyalizmle bütünleşmiş olarak doğan bir yerli tekelci burjuvaziye” yaslanan ve “emperyalist üretim ilişkilerinin içsel bir olgu haline dönüştüğü” bir kapitalizmdir. (4) 1980’lerin büyük dönüşümü ile bu sömürge kapitalizmini yeni neo-liberal emperyalist birikim modeline tabi kılma yönünde önemli adımlar atmış olan Türkiye egemen sınıflarının önünde duran sahici sorun, bu tabi kılma sürecini tamamlamayı ne ölçüde göze alabilecekleri sorunudur. 1945 sonrası sistemin ileri karakolu olmaktan doğan bol ve ucuz emperyalist kredilerle palazlanan Türkiye egemen sınıfları, yeni sistemde buna yeni paralel bir konum kapabilmenin, bu tabi kılma sürecini tamamlamaktan geçtiğinin ve bunun da yalnızca daha genel ve gevşek DTÖ kurallarına uyum göstermekle mümkün olmadığının farkındalar. Ancak Türkiye egemen sınıflarının bu hevesi, emekçilere bu kez 1945-80 döneminde olduğundan daha pahalıya patlayacaktır.
AB ile bütünleşme biçimini çerçevesi serbest ticaret anlaşmaları ile çizilen “yeni bölgecilik” modeli ile uyumlulaştırmaya yönelen Türkiye’yi bekleyen, üretimin uluslar arası taşeronlaştırılması sürecinden çok daha trajik sonuçları olan, parçalanan hizmet üretiminin uluslararası taşeronlaştırması eğilimidir. (5) UNCTAD 2004 Dünya Yatırım Raporu’na göre, tüm dünyadaki bağımlı ülkelere yönelik yabancı doğrudan sermaye yatırımlarında düşüş yaşanırken, DB’den Dünya Ekonomik Forumuna dek uzanan tüm uluslar arası sermaye platformları, yabancı sermaye yatırımlarının geri dönüşünün, bilgiyi dijitalleştirebilen yeni teknolojiler sayesinde, tıpkı imalat gibi “küreselleşmekte olan” hizmetler alanında gerçekleşeceğini müjdelemektedir! Hizmet üretimi alanının, GATS’dan Avrupa Anayasası’na dek bir dizi uluslar arası belge tarafından öngörülen biçimde hızla serbestleştirilmesi, birçok bağımlı ülkeyi İrlanda, Hindistan ve İsrail’den oluşan bir uluslar arası hizmet üretimi taşeronları üçgeninin daha alt halkaları olmaya doğru zorlamaktadır. Hizmet üretiminin, imalat sektöründeki uluslararası taşeronlaştırmadan daha az sabit maliyet yaratması ve daha küçük parçalara bölünebilmesi, bu alt halkalar arasındaki rekabeti yoğunlaştırmakta; bu ülke ekonomilerini daha büyük bir parçalanma ve emekçilerini de daha fazla güvencesizleşme ve göçmenleşme tehdidi ile yüz yüze bırakmaktadır.
Türkiye ulusal ekonomisinin yaklaşık yüzde 60’ını oluşturan hizmet üretimi alanının gümrük birliğine dahil edilmesi, ekonomik bütünleşmenin bundan sonraki asıl evresini oluşturmaktadır. Türkiye, hizmetler alanını üyelik öncesinde tamamen serbestleştiren tek ülke haline gelerek çekiciliğini artırmaya çalışmaktadır; üstelik bunu yaparken GATS’ın (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) daha gevşek kurallarını değil, AB’nin daha katı ve saldırgan “derin bütünleşme modeli” kurallarını temel alacaktır. Bugüne kadar hizmet ihracatı düşük vasıflı emek-yoğun müteahhitlik ve turizm hizmetleri alanlarında yoğunlaşmış olan Türkiye, bu alanların yanı sıra dağıtımcılık, taşımacılık, enerji ve haberleşme gibi çokuluslu AB sermayesinin giderek öne çıktığı alanlarda hizmet taşeronu olarak pay kapmayı hedeflemektedir. DPT tarafından AB sürecine yönelik olarak hazırlanan 2004-2006 Ön Ulusal Kalkınma Planı da, başta KOBİ’ler olmak üzere tarım ve sanayi işletmelerinin rekabet gücünün artırılması (teknoloji transferi ve e-ticaret altyapısının geliştirilmesi); işgücünün “istihdam edilebilirliğinin” sağlanması (esnekleştirilmesi ve nitelik kazandırılması); kırda tarım dışı istihdam biçimlerinin yaratılması; mesleki eğitim faaliyetlerinin işgücü piyasasının ihtiyaçlarına uygun insan gücü yetiştirmek üzere planlanması ve eğitimde bilgi teknolojisi temelinin güçlendirilmesi; karayolu güvenliğinin artırılması; ulusal ağların Trans-Avrupa ve Avrupa-Ortadoğu ulaştırma ağları ile bütünlüğünün sağlanması, su, kanalizasyon sistemlerinin verimlileştirilmesini önümüzdeki dönemin başlıca gelişme eksenleri olarak sıralamaktadır. Ancak Türkiye’nin en büyük payı kapmayı umduğu alan, Kafkaslar ve Orta Asya’dan Körfeze ve doğu Akdeniz’e uzanan bir bölgenin doğalgaz kaynaklarının, dünyanın en büyük doğal gaz ithalatçısı AB’ye boru hatları ya da tüplenmiş biçimde transit geçişini sağlayan dördüncü ana artel haline gelmektir. Bu hedefin geleceğini belirleyecek olansa birincisi Azeri (ya da Türkmen) doğal gazını taşıyacak olan Türkiye-Yunanistan boru hattı (2006) ile Balkanlardan geçerek AB’nin temel tüketici pazarlarına ulaşması planlanan Nabucco projesinin (2009) bağlanıp bağlanamayacağı; ikincisi, müzakere sürecini başlatma kararının Türkiye’nin doğalgaz piyasasını fiilen serbestleştirmesiyle sonuçlanıp sonuçlanmayacağıdır.
Türkiye’nin AB ile hizmet ihracatı üzerinden bu biçimde bütünleşmesi, tıpkı Doğu Avrupa’da olduğu gibi, Türkiye’deki istihdam ilişkileri rejiminin
giderek daha fazla Avrupalılaşmayıp, Latin Amerikalaşacağını göstermektedir. Belki kısmen kayıt içine çekilmekle birlikte, daha esnek, daha güvencesiz ve daha göçmenleşmiş bir işgücü emek pazarının yeni katmanlarını oluştururken, bu yapı AB’nin işgücünün “istihdam edilebilirliği” ve işyeri “rekabeti” standartlarının yanı sıra, yüzde 5’e kadar küçültülmesi planlanan tarımdan boşalacak büyük işsiz yığınları tarafından da güvence altına alınacaktır. Bazı esnek imalat işyerlerinde, firma rekabeti ilkelerine tabi kılınmış sendikaların katılımıyla oluşacak altı boş, göstermelik ve kısmi “sosyal Avrupa diyalog” etkinlikleri; KOBİ’lerde; imalat ve hizmet serbest yatırım bölgelerinde ve büyük dağıtım merkezlerinde geçerli olacak güvencesiz istihdamla ve bugün Afganistan ve Irak’ta başlamış olan lojistik, enerji, taşımacılık faaliyetlerinin çapının tüm Orta Asya’ya doğru uzanmasıyla birlikte daha da kalabalıklaşacak olan yeni bir göçmen işçi dalgasının oluşmasıyla tamamlanacaktır. Bu alanda ne tür bir sermaye biçimlenmesi doğacağını örneklemek içinse, bir eli özel üniversitelere (Bilkent), öbür eli SSK hastanelerinde yazılan reçeteleri internet ortamında denetimden geçirmeye (Tepe Teknoloji) uzanan, bir yandan savunma bakanlığına füze Simulator (Mobilsoft) geliştirirken; öbür yandan teknoloji serbest bölgesi kuran (Cyberpark); Irak’ta köle işçi çalıştırırken, Kerkük petrolleri işine bulaşan Tepe Grubunu düşünmek yeterlidir.
Politik rüşvet: AB üyeliği
Türkiye egemen sınıfları, toplumsal muhalefetin ve solun önemli ölçüde etkisizleştirildiği; sendikal hareketin çözüldüğü, Kürt ulusal hareketinin geriletildiği ve AKP’nin egemen sınıfların yeni çıkar ittifakı çatısı olarak siyasal alana egemen olduğu koşullarda, bütün bu gelişmelerin önünü açacak bir müzakere sürecinin politik bedellerini göze alabilmişlerdir. Üyelikle sonuçlansın ya da sonuçlanmasın, müzakere sürecinin kendisi, bütünleşmenin biçiminde, Türkiye’nin AB’nin resmi yarı-çevresine kabul edilmesini hedefleyen köklü bir kırılma yaracaktır. Ancak ortaya çıkacak olan yapının istihdam ilişkilerinin niteliği; ekonominin kırılganlığı; yeni işbölümünde öne çıkan sermaye gruplarının çıkarlarının dolaysız biçimde Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya’daki emperyalist operasyonlara bağlanması ve tarım üreticilerinin Latin Amerika ve Doğu Avrupa’dakinden daha geniş çaplı bir tasfiyeye zorlanması gibi her biri ayrı bir büyük kriz tetikleyicisi olan özellikleri, sürecin politik riskinin “AB üyeliği” gibi bir rüşvetle yumuşatılmasını zorlamaktadır. Burada AB üyeliği, hem tavşanın önünden koşan tazı, hem de Tayip Erdoğan’ı da “başkanlık modeli” gibi zorlama politik önlemler düşündürmeye iten bu büyük politik riske karşı alınmış bir güvenlik önlemidir. Bu çapta bir dönüşümün Türkiye halkı arasında yaratacağı büyük hoşnutsuzluğun ülkenin “geçit” konumuyla birleştiğinde ne denli patlayıcı bir politik bileşim oluşturacağının farkında olan AB, belirsiz “üyelik” önerisiyle, Ortadoğu’nun siyasal İslamcı hareketlerinden önce Türkiye halkının kendisine karşı önlem almaktadır. Türkiye tarımına yönelik tasfiye harekatını ürünlerin ve teşviklerin tasfiyesinden sonra, Polonya’da olduğu gibi (küçük arazileri kamulaştırarak büyük işletmelere kiralama ya da satma yoluyla) emperyalist bir toprak reformuna dönüştürmeye hazırlanan Türkiye sermaye sınıfları ile siyasetçileri ise, küçük ve orta köylülükle, 1950’lerde Menderes, 60’larda Demirel ve 1990’larda Çiller tarafından göze alınamamış olan bir siyasal kopuşa doğru zorlanmaktadırlar. Gerek milliyetçi sağa, gerekse sola önemli siyasal uçlar sunacak olan bu büyük kopuş zorlamasının, ekonominin daha uzunca bir süre sıcak para girişi dışında şişirme bir kaynak bulamayacağı; ihracata yönelik üretim-yoksullaştırma-güvencesizleştirme modelinin daha da sertleşeceği; kamu hizmetlerinin tasfiyesinin hızlanacağı bir ortamda gerçekleşeceği görülmektedir. Kıbrıs ve Kürt sorunlarının yaratacağı politik gerilimler bir yana, bölgenin daha da kızışan politik atmosferi Türkiye’nin, tıpkı Afganistan’a yeniden birlik göndermeye zorlanması gibi, yeni askeri istemlerle daha sık karşılaşacağını da göstermektedir.
1) J. Grugel ve W. Hout, (der.). Regionalism Across the North South Divide, 1998.
90’ların ortalarında AB’nin toplam uluslar arası taşeronlaştırma zincirinin yüzde 65’i Doğu Avrupa’da, yüzde 30’u Akdeniz havzasında ve geriye kalan bölümleri de Uzakdoğu Asya, Hindistan gibi bölge-dışı alanlarda yoğunlaşmıştı. 1989-97 arasında tüm AB’den yapılan uluslararası taşeronlaştırma etkinlikleri yüzde 160’dan fazla artarken, bu faaliyetlerin yüzde 80’den fazlası elektrik-elektronik, tekstil ve ulaşım olmak üzere üç ana faaliyette yoğunlaştı. Tekstil esas olarak Doğu’ya kayarken, elektronik ağırlıkla Uzakdoğu’ya ve ulaşım Kuzey Amerika’ya doğru taşeronlaştırıldı.
2)Sinan Ülgen -Yiannis Zahariadis, The Future of Turkish-EU Trade Relations Deepening vs Widening, Centre for European Policy Studies, EU-Turkey Working Papers, No. 5/Ağustos 2004
3)Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim II-III: Stratejik hedefimiz Anti-Emperyalist ve Anti-Oligarşim Devrimdir.
4)Bu alandaki en hızlı gelişme sağlık alanında yaşanmaktadır. Laboratuar sonuçlarının değerlendirilmesi, teşhis, tanı ve ikincil konsültasyon hizmeti üretiminin elektronik posta yoluyla deniz aşırı taşeronlaştırılması bu alandaki örneklerdir. Örneğin Çin, Tayvan ve Uzakdoğu Asya ülkelerindeki hastalara on-line teşhis hizmeti sağlarken, Hindistan’daki radyolojistler ABD’deki hastanelerin tomografi taramalarını yorumlamakta; ABD’deki hastaneler kayıtların tutulması ve bazı tıbbi örneklemlerin incelenmesi hizmetlerini Bangladeş, Hindistan, Filipinler, Zimbabwe ve Pakistan’daki taşeronlarına yaptırmaktadırlar. Eğitim, animasyon, muhasebe, sekreterlik, kalite kontrol, hukuk hizmetleri gibi her türlü hizmet üretimi farklı biçimler altında bu tarzda taşeronlaştırılabilmektedir. UNCTAD 2004, The Shift Towards Services, World Investment Report. “Call centers” denilen merkezlerle serbest yatırım bölgeleri, bu taşeron faaliyetlerin gerçekleştiği ana birimler olmakla birlikte, hizmet ihracatı kalite kontrol gibi alanlarda ev-eksenli çalışma biçimlerini de içermektedir. Türkiye 2002 yılında 14,7 milyar dolar ile dünya hizmet ihracatında 28. sırada yeralmaktadır.. (İgeme, Dünya Hizmet Ticaretinde Gelişmeler ve Türkiye Açısından Yarattığı Fırsatlar).