Türkiye’nin 17 Aralık’ta AB’den müzakere tarihi almasıyla birlikte, geleneksel sendikal hareketin, “emeğin Avrupa’sı” çalışmaları da hız kazandı. “Emeğin örgütlü güçlerinin” AB ile yapılacak olan müzakere süreçlerine, çalışma yaşamını ilgilendiren 22 değişik başlık altında toplanan bir talepler programıyla dahil olmayı planladıklarını öğreniyoruz. (1) Öte yandan KESK, hükümeti müzakere sürecinde grevli-toplu sözleşmeli sendikal hak konusundaki vaatlerini yerine […]
Türkiye’nin 17 Aralık’ta AB’den müzakere tarihi almasıyla birlikte, geleneksel sendikal hareketin, “emeğin Avrupa’sı” çalışmaları da hız kazandı. “Emeğin örgütlü güçlerinin” AB ile yapılacak olan müzakere süreçlerine, çalışma yaşamını ilgilendiren 22 değişik başlık altında toplanan bir talepler programıyla dahil olmayı planladıklarını öğreniyoruz. (1) Öte yandan KESK, hükümeti müzakere sürecinde grevli-toplu sözleşmeli sendikal hak konusundaki vaatlerini yerine getirmeye çağıran çalışmalarını hızlandıracağını ve “ortak çalışanlar yasası” talebini, işçi sendikaları ile birlikte gündeme getireceğini açıkladı.
Kuşkusuz emek güçlerinin ve solun, sermayenin ve büyük emperyalist güçlerin Türkiye’yi AB’yle bütünleştirme sürecine müdahale etmeyi planlamasının kendisi yanlış değildir. Ancak önemli olan, bu müdahale planının ne tür bir durum değerlendirmesine ve hangi varsayımlara dayandığı; ne tür siyasal hedeflere sahip olduğu; yani “müdahale” denirken aslında ne kastedildiğidir.
Örneğin, emek hareketi AB’nin özünü oluşturan neo-liberal özelleştirme, esnekleştirme, serbestleştirme dayatmalarını reddederek, kendi talep ve programlarını savunmak üzere hemen şimdi bir genel eylemler süreci çağrısında bulunması halinde de (ki böyle bir sürecin başlatılmasının her türlü nesnel zemini mevcuttur), sürece gerçek anlamda “müdahale” etmeye başlamış olacaktır. Ancak bu çevrelere hakim olan AB yaklaşımı, aslında yıllardır gübrelenmekte olan yasalcılık ve resmiyetçilik zihniyetindeki olgunlaşmanın yalnızca yeni bir vesilesi olmuştur; bu zihniyetin ufku, AB kurumları ile “aynı masaya oturabilme” ve böylelikle de bir yerlerde mevcut olduğu varsayılan “sosyal Avrupa” standartlarını Türkiye’ye de ithal etmeye çalışma hedefi ile sınırlıdır. Gerçek bir toplumsal müdahaleyi öngörmeyen bu yaklaşım biçimi, AB ile bütünleşme siyasetinin kendisine (en azından örtük biçimde) onay vermenin, sürece “müdahale” etmenin de önkoşulu olduğu tezini propaganda etmektedir. “Sosyal Avrupa” ve “Emeğin Avrupası” tezleri, bu genel yaklaşım tarzının iki ayrı ucunu oluşturmaktadır.
Geleneksel emek hareketinin önümüzdeki dönemde izleyeceği anlaşılan hareket tarzı, solun bu açık ve örtük AB’ci kesimlerinin yarattığı melez ideolojik etkiler altında biçimlenmektedir. Sol liberalizmin “kurmay heyetinde” bulunan açık AB’ciler, bu konudaki ideolojik hegemonyanın da asıl kaynağını oluşturmaktadırlar. Bu çizgiye “bari sürece müdahale edelim” gerekçesiyle eklemlenen utangaç destekçilerse, önümüzdeki dönemin “AB’ci muhalefetinin” kitlesi rolünü üstlenmeye aday görünüyorlar.
Açık AB destekçileri, Türkiye’nin, “sermayenin, malların ve hizmetlerin serbest hareketi” ilkeleriyle kurulmuş kapitalist bir birlik olan AB’ye dahil olmasının, Türkiyeli emekçilere “yüksek hak standartları ve sosyal haklar” sağlayacağını net biçimde ileri sürmektedirler. Bu siyasal çevrelere göre, Batı Avrupa’da 1945 sonrasının çok özel koşulları altında kurumsallaşmış olan “sosyal Avrupa” modeli, bugün de hala önemli ölçüde ayaktadır ve üyelik süreci Türkiye açısından da bu modele dahil olma şansı yaratacaktır. (1945 sonrası Avrupa “Sosyal Modeli”nin kurumsallaşması ve dağılması süreci için bkn. “Emeğin Avrupası”: İşçileri Birleştiren Değil, Bölen Bir Slogan ve Avrupa’nın Emeği: Toplumsal Sözleşme’nin İdeolojik Mirası, www.sendika.org)
Bu genel çerçeveye cepheden bir itiraz yükseltmeyen utangaç AB destekçileri ise, daha çok AB’ye girildiğinde “büyük Avrupa sendikaları ve sol güçleri ile kurulacak ittifaklar” konusuna vurgu yapmaktadırlar. Aslında burada kah bu tür ittifakların emeğin pazarlık gücünü yükselteceğini ileri süren; kah Avrupa emekçileri ile enternasyonalist bir mücadele birliği kurulmasının ancak AB projesi içinde yer almakla gerçekleşebileceğini savunan; kah tüm anti-emperyalist siyasetleri “ulusal kapitalist bir proje” talep etmekle itham edip milliyetçiliğe indirgeyen bir bulanık tezler yığını ile karşı karşıyayız. (2)
Ancak her iki cephenin ortak bir hareket noktası bulunmaktadır: Her iki cephe açısından da, AB’nin özünü oluşturan “sermayenin, malların ve hizmetlerin serbest hareketi” ilkesinin kabulü, “emekçi sınıfların bütünsel hakları ve bağımsız siyasal projeleri” ile uzlaşmaz bir karşıtlık oluşturmamaktadır. Bu temel çelişki inkar ve ihmal edilerek yapılan durum değerlendirmeleri ise yanlış ve çarpıtılmış sonuçlara ulaşmaktadır. Yanlışların toplamı, yalnızca solun ve emek hareketinin genel politik pozisyonundaki stratejik savrulmayı güçlendirmekle kalmamakta; ateşle oynadıklarının farkında olmayan bu çevreler, AB’nin egemenlik alanında bulunan bölgelerdeki emekçilerin gerçek enternasyonal mücadele olanaklarını tahrip eden eğilimlere de, bilerek bilmeyerek, ortak olmaktadırlar.
Çekirdek Avrupa’da “iliştirilmiş” neo-liberalizm
AB, Avrupalı kapitalistler ve onların bu büyük emperyalist düzenek içinde yeniden biçimlenmeye zorladıkları devlet aygıtları açısından, aynı anda hem kıta çapındaki büyük bir serbestleştirme, hem de büyük bir “çitleme” harekatıdır. Bu büyük harekat, AB’li kapitalistler açısından 1995 Maastricht Anlaşması’na kadar esas olarak üretimi değil ticareti; yani mal piyasalarını düzenleyen “negatif bir bütünleşme”; üyelerin ulusal sınırlarının ortadan kalktığı bir ortak mal piyasası yaratma girişimi olarak sürdürüldü. Ancak sınırsız yatırım özgürlüğü, 20. yüzyılın sonu ile birlikte tüm dünyada sermayenin en önemli dayatması ve ihtiyacı haline dönüşürken, kendi iç ayrışması hızlanan Avrupa çokuluslu sermayesi açısından da, üretimin dikey biçimde parçalanması ihtiyacı üzerinden biçimlenen “pozitif bütünleşme” siyasetleri yakıcı biçimde ön plana çıkmaya başladı.
Bu durum öncelikle, 1995 öncesinden farklı olarak AB’nin artık yalnızca ticareti değil, aynı zamanda üretimi ve yalnızca mal piyasalarını değil, aynı zamanda emek piyasalarını da içeren bir serbestleştirme ve çitleme projesi haline dönüşmesi anlamına gelmektedir. Bu yeni serbestleştirme ve çitleme biçimi, 1945 sonrası dönemin çok özel koşulları altında gerçekleşen ve 1970’lerin dünya krizi ortamında ilk darbelerini yemeye başlamış olan klasik Avrupa “toplumsal uzlaşma” sistemini de tasfiye etmektedir. Bugün AB’nin çekirdek üyelerine egemen olan emek ve üretim rejimleri bile, sosyal değil, neo-liberal rejimlerdir. Eski “ulusal” düzenleme rejimleri içinde varolan toplumsal uzlaşma zeminini bu kez AB düzeyine taşıma girişimi, geleneksel sendikal hareketin çok kısmi kazanımlar karşılığında AB sermayesinin uluslar arası rekabet gücünü yükseltme hedefine tabi olmasıyla; AB düzeyinde kabul edilen sosyal hak belgelerinin altını boşaltan esnekleştirme uygulamalarının yine aynı belgeler tarafından genelleştirilmesiyle ve başını ETUC’un (Avrupa Sendikalar Konfederasyonu) çektiği sendikal çizginin bütün etkinliklerinin lobicilik faaliyetlerine indirgenmesiyle sonuçlanmaktadır. Klasik Avrupa’nın büyük emekçi kitleleri ya işsizlik ya esnek çalışma kıskacına sıkıştırılırken yine de eski ulusal endüstriyel ilişkiler sisteminin henüz bütünüyle tasfiye edilememiş olması, AB’nin çekirdek ülkelerinde uygulanan neo-liberalizmi, kısmi haklara “iliştirilmiş” özel bir neo-liberalizm biçimi haline getirmektedir.
Kısacası aslında “Avrupa Birliği”nin kendisi, tekelci Avrupa sermayesinin, üretim yapısının an
a, sermaye-yoğun faaliyetlerini eski çekirdek ülkelerde tutmaya devam etmek karşılığında Avrupa halklarına ödettiği bedeldir. Avrupa halklarını bu beledi ödemek zorunda bırakansa, neo-liberalizmin üretim araçlarının ve servetin özel mülkiyetini mutlak bir değer haline yükseltmesi ve bu duruma, “sermayenin, malların ve hizmetlerin serbest hareketi” ilkeleriyle kayıtsız şartsız bir egemenlik alanı açmasıdır. Üstelik, AB sermayesinin hareket özgürlüğü isteminin kendisini daha fazla genişleme talebi biçiminde ifade etmesiyle birlikte, çekirdek Avrupa ülkelerindeki emekçilerin ödediği bedel de olağanüstü yükselmektedir. Genişleme için ayrılan mali fonların kaynağı, Avrupa sermayesinin kasaları ya da devlet başkanlarının özel servetleri değil, bütçelerin sosyal kalemlerinden yapılan kesintilerdir. Ancak daha da önemlisi, Avrupa’nın tarihsel sömürgecilik geleneğinin birliğin içine taşınmasıyla sonuçlanan genişleme dalgaları, bu ülkelerin işçi sınıflarının gücünün daha da erimesiyle sonuçlanmakta, neo-liberalizme iliştirilmiş sosyal haklar da giderek tehlikeye düşmektedir. Böyle bir ortamda çekirdek ülke emekçi sınıflarının, AB’nin varlık ilkelerini kabullenerek izleyebilecekleri tek siyaset, birliğe yeni katılan ülkelerdeki emekçiler aleyhine korunma önlemleri talep etmektir ki, ETUC çizgisinin lobicilik faaliyetleri de esas olarak bu hedef üzerinden biçimlenmektedir. Klasik Avrupa sendikal hareketini söylemde “Avrupacı”, içerikte milliyetçi-korunmacı kılan, “sermayenin, malların ve hizmetlerin serbest dolaşımı” ilkelerine kayıtsız şartsız teslim olmasından başka bir şey değildir.
Ancak bu durum emekçi sınıfları bir bütün olarak zayıflatmaktan başka bir şeye yaramamaktadır.
Doğu Avrupa’da radikal neo-liberalizm ve yarı-çevreleşme
Üstelik, AB henüz bu tür bir sürecin başındadır ve Avrupa işçi sınıfının geleceğini belirleyen de artık eski toplumsal sözleşme düzeni değil, AB’nin genişlediği bölgelere ithal etmekte olduğu radikal pazar merkezli neo-liberal modeldir. Batının “sosyal modeli”, çok ağır bedeller karşılığında girdikleri müzakere süreçlerinden sonra nihayet 2004 Mayıs’ında AB’ye kabul edilen 10 adet eski Doğu Avrupa ülkesine ithal edilememiştir. AB’ye katılım sürecine “Avrupa’ya geri dönüş” ideolojisi altında önce büyük bir umutla bel bağlayan Doğu Avrupalı işçilerin yaşam ve çalışma koşullarında önemli iyileşmeler elde edileceği beklentisi, büyük bir hüsranla sonuçlanmıştır. Doğu ile Batıyı birbirine bağlayan üretim hiyerarşisi, bu durumun geçici olduğu iddialarını geçersiz kılmakta; Doğu Avrupa’daki endüstriyel ilişkiler sistemi AB’den çok ABD’dekini andırmakta ve Doğu, AB açısından ABD’nin NAFTA bölgesiyle kurduğuna benzer bir ilişkiyle tanımlanmaktadır. Sosyalizmin yarattığı insani mirası ve sosyalizmin yıkılmasının yol açtığı çöküntüyü alabildiğine suiistimal etmekte olan AB kurumları ise, bu durumun vebalini yine “sosyalizmin geri yapısına” yüklemeye çalışmaktadırlar.
Bu ideolojik çarpıtmalar bir yana bugün Avrupa’nın her iki parçası, farklı çalışma koşulları, farklı endüstriyel ilişkiler sistemleri ve refah düzeyleri ile karakterize olmaktadır. 2002 yılında doğudaki ortalama işsizlik batının iki katı (yüzde 11.7 ve yüzde 6.7) iken, çalışma saatleri daha uzun (43 saate karşı 37.7 saat) ve ücretler çok daha düşüktür (ortalama 394 euro aylık ücrete karşılık ortalama ayda 1930 euro). Bu ülkelerdeki işçilerin 2011 yılına kadar diğer AB ülkelerinde serbest dolaşım hakları bulunmamaktadır ve 1990’larda yüzde 51 olan sendika üyeliği 2002’de yüzde 26’ya düşmüştür. Üstelik bu ülkelerle çekirdek AB üyeleri arasındaki gelişmişlik farkı da azalmamakta tersine derinleşmektedir: Her yıl yüzde 4 büyüseler bile AB’yi yakalamak için Slovakya’ya 40, Polonya’ya 60 yıl gerekmektedir. Müzakere sürecini 10 yeni aday ülkenin hepsini birbirine karşı kışkırtma, rekabete sürükleme ve bütün bunlar karşılığında en yüksek tavizleri koparma yoluna dönüştürmüş olan AB, bu bölgede köklü ekonomik ve politik temellere dayalı bir bağımlılık sistematiği ile güvence altına alınan bir “sömürge kapitalizmi yapısı” yaratmıştır.
Ekonomik bütünleşmenin yaşam standartlarını yükseltmemesi ve “sosyal modelin” doğuya doğru yolculuk etmemesinin sahici nedeni, Doğu’nun AB sistemi içinde çokuluslu Avrupa sermayesinin emek-yoğun üretim atölyesi olarak işlevlenmesi; bu bütünleşme biçiminden doğan ihracat merkezli ekonomik yapının derinleşmesi ve bütün bunların emekle-sermaye arasındaki herhangi bir “uzlaşma”yı tamamen gereksiz kılmasıdır. Doğuya ithal edilen, Batı Avrupa’da 1945 sonrasında kurulan “toplumsal uzlaşmanın” temelini oluşturan sermaye-yoğun tüketim ve üretim malları sanayileri değil, emeğin yalnızca bir üretim ve maliyet öğesi olarak önem taşıdığı emek-yoğun ihracat malı sanayileridir. Tekstil, ayakkabı, mobilya, elektronik Doğu’nun motor sanayileri haline gelirken, çokuluslu Avrupa sermayesinin tüm meta zincirlerinin en emek yoğun parçalarını da bu ülkelere kaydırmalarıyla birlikte, 1994-2000 arasında emek yoğun sanayilerin bu ülkelerin genel üretimleri içindeki ortalama ağırlığı yüzde 34’den yüzde 44’e yükselmiştir. 90’lı yıllarda çok büyük yabancı sermaye yatırımları çekerek AB ile bütünleşen bu ülkeler, gerek ÇUŞ’ların doğrudan yatırımları, gerekse emek yoğun sanayilerde egemen olan alt-taşeronlaştırma sistemleri sonucunda kalıcı biçimde yarı-çevre ekonomilerine dönüşmüşlerdir. Doğu Avrupalı tekstil ve giysi sanayi işçilerinin, kendi ürettikleri ürünleri değil, ancak Çin ve Türkiye’de üretilen daha ucuz tekstil mallarını tüketebiliyor olmaları, bu durumun gerçek anlamını özetlemekte ve Türkiye’nin de geleceğine ışık tutmaktadır. Ancak bu sürecin bazı ülkelerde nasıl gerçekleştiğine bakmak birçok bakımdan çok daha aydınlatıcıdır.
AB ile bütünleşme sürecinde “dünyanın en dinamik 10 ekonomik bölgesinden birisi” ilan edilen ve elektronik alanındaki yoğun yatırımlar nedeniyle “General Electric ülkesi” adı verilen Macaristan, bu süreçte Mannesmann, Philips, IBM, Kenwood, Samsung, Siemens gibi birçok ÇUŞ’un öncelikli yatırım bölgesi haline geldi. Macaristan’ın en büyük yerli elektronik şirketi olan VİDEOTON ise bu şirketlere tesis sahibi ve işgücünün işvereni olarak üretim altyapısı ve emek gücü kiralayan iki ayrı ağ oluşturarak, ÇUŞ’ların asgari sabit maliyet ve azami esneklikle çalışmalarını sağlıyor. Bu sistemde örneğin IBM, Ericson ve Philips gibi ÇUŞ’lar mevsimlik göçmen Slovak işçi kiralama, işçileri sürekli işten çıkartarak kıdem düşürme sistemleriyle çalışırken, ücretler asgari ücrete doğru bastırılıyor ve Macaristan’ın Doğu’nun en büyük elektronik ihracatçısı olması yarı vasıflı, çoğunlukla kadın bir işgücünün güvencesiz koşullar altında çalıştırıldığı bir istihdam rejimi yaratıyor.
2002 yılında dünyanın 17. otomobil ihracatçısı haline gelen 10 milyon nüfuslu Slovakya ise, Batı Avrupa sosyal uzlaşma modelinin taşıyıcı sektörü olan otomotiv sektöründe uzmanlaştırılmasının bedelini daha farklı biçimlerde ödüyor. VW, Peugeot, Honda ve Hyundai gibi en büyük tekellerin ve bunların yan sanayilerinin olağanüstü büyük yatırımlar yaptıkları Slovakya’da, yalnızca iki firmanın planlanmış üretimi bu ülkedeki araba satışlarının 7 katı ve bazı firmalar üretimlerinin yüzde 90 kadarını yeniden Avrupa’ya ihraç ediyorlar. Yani Slovakya’nın bu dev şirketler açısından çekiciliği pazar nitel
iğinden değil, ucuz, esnek, vasıflı işgücü ile bir üretim bölgesi olarak Avrupa pazarlarına olan yakınlığından kaynaklanıyor. Otomobil sanayi bu ülkedeki ücret ortalamasının üzerinde ücret verirken, 2001’de Slovak VW işçisine ödenen ücret, Almanya’dakinin beşte biri; Almanya’daki çalışma haftası 28.8 saatken Slovakya’daki 35.7 saat; üstelik işçiler 6 kat daha fazla emek üretkenliği ile çalıştırılıyorlar. Bu ÇUŞ’ların istihdam ettiği genellikle genç, teknik lise mezunu işçiler, kalıcı istihdama geçmeden önce 1 yıl bir taşeron şirket tarafından geçici sözleşmeyle kiralanıyorlar. Ancak Slovakya’nın otomobil ÇUŞ’larının üretim bölgesi haline gelmesinin asıl bedelini, bu işyerlerinde çalışan işçiler değil, Slovakya toplumunun tamamı ödüyor. Otomobil işçilerine sağlanan görece yüksek ücret ve sosyal hakların yarattığı “maliyet”, hükümet tarafından şirketlere sağlanan çok yüksek teşvikler ve diğer şok terapi yöntemleriyle “sosyalleştiriliyor.” Sermaye tüm ekonomisi tek bir sanayiye ve doğrudan yatırımlara dayanan Slovakya’yı yüksek teşvikler sağlanmazsa başka yerlere kaçmakla tehdit ettikçe, Slovakya hükümeti 2004’de işgücünü tamamen esnekleştiren bir iş yasası çıkartarak, yüzde 19’luk kelle vergisi salarak, emeklilik yaşını 62’ye çıkartarak; enerji, ilaç ve temel gıda maddeleri fiyatlarına süper zamlar yaparak ve işsizlik yardımlarını yarıya indirerek bu teşviklere aktaracak yeni kaynaklar yarattı. Ancak işsizlik oranı yüzde 20 olan ülkedeki bütün bu girişimler, 2004 Şubat ayında ülkenin en yoksul emekçi kesimini oluşturan Romanların ülkenin doğusunda tıpkı Arjantin’de olduğu gibi gıda isyanları başlatmasıyla ve isyanın 1 kişinin öldürüldüğü büyük bir güvenlik operasyonuyla bastırılmasıyla sonuçlandı. 25 demiryolu hattının kapatılması nedeniyle aynı tarihlerde ilan edilen ulaşım işçileri grevi de hükümet tarafından yasadışı ilan edilerek engellendi.
Bir zamanlar Avrupa’nın en büyük 2. kömür üreticisi olan Polonya ise AB’nin madencilik, çelik ve tarım sektörlerini “aşırı kapasite” gerekçesiyle tasfiye etmesiyle, benzer gelişmelere sahne oluyor. Tasfiye edilen madencilik bölgesi Silezya’daki işsizlik oranı yüzde 36’ya ulaşırken, ufalanan maden ocakları bütünüyle mafyatik sermayenin eline geçti ve madencilik sektörü istihdamının 1991’de 450 binden 2004’de 142 bine düşmesiyle oluşan boşluk, yüzde 80’i AB firmalarının alt-taşeronları olan ve güvencesiz istihdama dayanan tekstil işletmeleri ile dolduruldu. Bu ülkenin de dev otomobil ve elektronik ÇUŞ’larının en önemli yatırım alanlarından birisi haline dönüşmesi, şimdi bir sosyal demokrat parti eliyle yönetilen Polonya devletinin bir tür ÇUŞ idare merkezi olarak adlandırılmasıyla sonuçlanıyor. İşsizliğin yüzde 18 olduğu kentlerde patlak veren işçi grevleri ve fabrika işgallerine hükümet polis müdahalesiyle yanıt verirken, 2004’de işçiler bu tür bir polis müdahalesi karşısında molotof kokteylleri ile Ekonomi Bakanlığını bastılar. Benzer bir sürecin yaşandığı Çek Cumhuriyetinde ise hükümetin Eylül ayında kemer sıkma, emeklilik yaşını yükseltme, sağlıkta özelleştirme planlarını protesto eden işçiler büyük bir genel grevde polisle çatıştılar.
Bütün bu gelişmelerin tüm Doğu’da yarattığı bir başka önemli sonuç, bu ülkelerin 1995’den sonra AB karşısında sürekli daha fazla dış ticaret açığı yaşamaya başlamaları ve bu açıkları daha fazla yabancı sermaye ve dış borçla kapatmak zorunda kalmalarıdır. Uzun dönemli işsizlikteki ve yer altı ekonomisindeki patlama, sosyal güvenlik ve emeklilik sistemlerinin özelleştirilmesi ve kısmi zamanlı çalışmanın yaygınlaşması, çoğu geçimlik üretim yapan tarım nüfusunun üretimi dev Avrupa tarımsal-sanayilerine devretmesi, büyük dengesizlikler yaratırken, bu ülkelerin siyasi sistemleri milliyetçi ve ultra-liberal hükümetlerin birbirini izlediği bir istikrarsızlık ve ÇUŞ zaptiyeliği ile karakterize olmaktadır. Solun bu ülkelerde 90’lar boyunca aldığı yaralar, bir yandan tıpkı çöküntüye uğrayan merkez AB ülkelerinde olduğu gibi bu ülkelerde de milliyetçi, ırkçı tepkilerin alabildiğine yaygınlaşmasıyla; öte yandan, bu ülkelerin, bu zayıf ekonomik temelden politik anlamda alabildiğine yararlanan ABD’nin “savaş koalisyonlarının” baş aktörleri haline gelmeleriyle sonuçlanmaktadır. AB’nin kendisini dev bir ekonomik güçten, dünya sahnesine müdahale eden politik-askeri bir güce dönüştürme hevesi, gelecekte bu ekonomik kırılganlığın çok daha yüksek bir bedeli olacağı anlamına gelmektedir.
Öte yandan, DB tarafından yapılan hesaplamalar bile AB içinde bütün bu düzenlemeler sayesinde yaratılan derin eşitsizliklerin yakın bir gelecekte giderilmesinin asla mümkün olmayacağını göstermektedir. AB’nin, Londra’dan Belçika ve Hollanda’ya oradan Rhine nehri boyunca Lombardiya ve Kuzey İtalya’ya uzanan “zenginlik” kuşağı dışındaki bölgeleri, şimdilik en altını yeni üye ülkelerin oluşturduğu bir eşitsizlikler, sanayisizleşme ve ekonomik çöküntü alanları ağı tarafından sarmalanmaktadır. Üstelik şimdi Romanya, Bulgaristan, Hırvatistan ve Türkiye gibi daha düşük nitelikli bölgelerin üyelik sürecine dahil edilmesi, genel ortalamaların daha da düşürülmesiyle sonuçlanacak bir gelişmenin önünü açmaktadır. Polonya’nın 597 dolarlık ortalama aylık ücretlerine karşılık 130 dolar ortalama ücretin olduğu Romanya ve Avrupa’nın en vasıfsız-niteliksiz emek yoğun ürünlerinde uzmanlaşmış olan Türkiye’nin sürece dahil edilmesinin, AB sermayesi açısından ne tür bir talan olanağı yarattığı açıktır.
Bütün bu derinleşen eşitsizlikler sisteminin AB fonları ile dengelenebileceği hayali ise büyük bir yalandır. Doğu-Batı Almanya bütünleşmesinde doğuya sağlanan 600 milyar euro, hiçbir eşitsizliğin giderilmesine yetmediği gibi, bu miktar da zaten yeni AB üyelerinin tamamına sağlanmış olanın yaklaşık 10 katıdır. Üstelik her yeni üyenin 15 milyar euroluk katılım payı ödemesi zorunluluğu nedeniyle yeni üye ülkelerin Polonya gibi bazıları, artık AB’ye net para transferi yapmaya başlamışlardır. 2007-13 genişleme planı bütçesinin tüm bu talana rağmen yeniden derinleşen ekonomik durgunluk nedeniyle veto yemesi nedeniyle, şimdiki aday ülkelere çok daha zavallı fonlar ayrılacağı da zaten açıkça ilan edilmektedir.
Kısacası yeni Avrupa, çoktan derin ve kalıcı teritoryal eşitsizliklerin damgası altında biçimlenen bir birlik haline dönüşmüştür. Böyle bir ortamda, emeğin serbest dolaşım hakları da standartları yükselten bir araca değil, AB sermayesi tarafından bu eşitsiz teritoryal alanlardaki emeği birbirine kırdırma siyasetinin bir aracı haline dönüşmektedir. Neo-liberalizmle birlikte özel mülkiyet haklarını yegane temel haklar haline getiren sermayenin para, mal ya da makine olarak serbest hareketinin tersine, emek zaten ancak emekçinin başka bir yerde asgari yaşam olanakları bulması ölçüsünde hareket özgürlüğüne sahiptir. Bu yüzden emeğin serbest dolaşımı ilkesinin diğer serbestlik ilkeleriyle eşitliği, ücretli emekçinin sermaye sahibiyle, bağımlı ülkenin emperyalist merkezle resmi eşitliği kadardır. AB içinde bu koşullar altında kurumsallaşan eşitsiz bölgeler arası işbölümü ve üretim parçalanması, emeğin serbest dolaşım hakkının da, çokuluslu AB sermayesi tarafından çeşitli bölgelerdeki emekçileri bölmenin bir aracı olarak kullanılmasına neden olmaktadır: Avrupa sermayesi, çekirdek ülkelerdeki işgücünü diğerlerine serbest dolaşım hakkı tanımakla tehdit ederken; yeni üyelere de AB’deki milliyetçi tepkileri k
ullanarak şantaj yapmaktadır. ETUC, yeni üyelerin emek gücünün serbest dolaşım hakkına uzun vadeli kısıtlar getirilmesini savunurken, ÇUŞ’ların çeşitli ülke birimlerini kapsayan bir düzlemde kurulan (ve AB düzlemindeki işçi temsili ile enternasyonal mücadelenin en önemli olanağı olduğu iddia edilen) Avrupa İş Konseyleri’ni, farklı ülke birimlerindeki işçi üretkenlik verilerini kendi işverenine sızdırma kanalı ve bir tür “insan kaynakları havuzu” olarak işlevlendirmektedir. Aslında bütün bunlardan türeyen de Avrupa işçi sınıfının uluslar arası ortak mücadelesi değil, her sendikal örgütlenmenin kendi işvereninin uluslararası rekabet gücüne katkıda bulunması temelinde şekillenen “çokuluslu” bir işyeri sendikacılığı modelinden, yani “çağdaş sendikacılığın” bir türünden başka bir şey değildir. Ancak, üretimin kapitalist örgütlenmesinin ve emperyalist sömürü mekanizmalarının günümüzde kazandığı nitelikler, emekçi sınıfların ana gövdesinin bu modelden dışlanmalarıyla ve modelin kendisinin de ortak örgütlenmenin nesnel olanaklarını baltalayan bir araca dönüşmesiyle sonuçlanmaktadır. Avrupa emek hareketinin, vahşi kapitalist üretim örgütlenmesinin ve emperyalist bağımlılık ilişkilerinin düzenleyici bölgesel araçlarından birisi olan AB’nin kendisine açıkça cephe almaksızın, iç gerilimlerini gerek ulusal, gerekse uluslar arası düzlemde yeniden üreten ve derinleştiren bu deli gömleğinden kurtulabilmesi ise olanaklı görünmemektedir. Bunun içinse öncelikle emek hareketinin “Avrupa toplumsal sözleşmesinin” ölü ideolojik mirasından ve günümüzün “Avrupacı” sendikacılığının yasalcı, resmiyetçi teknokratik ağırlığıyla, esneklikle sosyal haklar arasında “sosyal diyalog” safsatalarından kurtulması gereklidir.
Sovyet devriminin, iki büyük dünya savaşının, Avrupa sol ve sendikal hareketinin militan geleneklerinin, güçlü ulusal kurtuluş hareketlerinin ve uzun istikrarlı kapitalist büyüme döneminin bileşkesi olarak yaşanmış olan “sosyal Avrupa”, “rasyonel kapitalizm” ya da “toplumsal uzlaşma” dönemi, artık bir daha dirilmeyecek biçimde tarihe gömüldü. Kendisini yaratan bütün bu koşulların hiçbirisinin olmadığı bir tarihsel anda “sosyal Avrupa”yı çağırmak, ithal etmeye çalışmak ve emeğin haklarının, sınıflar arasındaki güç ilişkilerinde emperyalist saldırganlığın özel bir biçimi olan mevcut AB yapılarını dağıtacak ve dayatmalarını püskürtecek denli büyük bir sarsıntı yaratmaksızın savunulabileceğini ileri sürmek, ölüye yatırım yapmaktır. Ne yazık ki, artık sermayenin en saldırgan araçlarıyla emekçi sınıflar arasında hiçbir koruyucu yastık yok: Müdahale etmek istiyorsanız, hemen şimdi mücadeleye başlayın. “Avrupa’nın emeğini” savunacaksanız, işe emeğin hakları ile uzlaşmaz bir ilişki halinde olan AB’ye açıkça karşı olduğunuzu söylemekten başlayın. Ve biraz zahmet edip hatırlayın: Enternasyonal kurulduğunda AB’nin yerinde yeller esiyordu ve işçi sınıfı mücadelelerini milliyetçiliğe sürükleyenler hiçbir zaman devrimciler olmadılar.
(1)Bu başlıklar: “Serbest Dolaşım Hakkının Sağlanması, AB Ülkelerinde Çalışan Türk İşçilerine Eşit Muamele Yapılması, AB Ülkelerinde Çalışan Türk İşçi Ailelerinin Haklarının Korunması, AB Ülkelerinde İş Arama Özgürlüğüne Sahip Olunması, AB’de Çalışma Süresinden Bağımsız İkamet Hakkının Sağlanması, Göçmen İşçilerin Sosyal Güvenlik Haklarının Güvence Altına Alınması, Toplu İşten Çıkarmalarda İşçi Haklarının Güçlendirilmesi, İşletmelerin Devri Halinde Çalışanların Haklarının Geliştirilmesi, İşverenin Ödeme Güçlüğü Hallerinde İşçilerin Korunması, Çalışma Konseylerinin Kurulması, Bilgilendirme Hakkının Sağlanması, Çalışan Gençlerin Korunması ve Çocuk İşçiliğinin Engellenmesi, Belirli Süreli Çalışmanın Düzenlenmesi, Kısmi Süreli Çalışanların Haklarının Korunması, Çalışma Saatlerinin Düzenlenmesi, İş Sağlığı ve İş Güvenliğinin Sağlanması, Çalışma Hayatında Ayırımcılığın Önlenmesi, Sendika ve Grev Haklarının Düzenlenmesi, İstihdama Yönelik Destek ve Fonlardan Faydalanılması, Sosyal Güvenlik Sistemlerinde Kadın-Erkek Eşitliğinin Sağlanması, Hamilelik Dönemi ve Doğum Sonrasında Kadının Çalışma Hayatı, İşe Alma ve Çalışma Koşullarında Eşitliğin Güçlendirilmesi (Birgün, Emeğin Avrupası Ter Döktürecek
(2)Bu cephenin politik tezleri, ilkininkiler kadar önemli karışıklıklar barındırmakla birlikte, radikal AB’cilerin temel iddialarının Doğu Avrupa’nın AB’yle bütünleşme deneyimi çerçevesinde eleştirilmesi bu ilk yazının esas konusunu oluşturacaktır.