Ama gariptir ki, kendileri için her ne pahasına olursa olsun ucuz gıda üretilecek olanlar çok nankörlük etmektedirler. Fransa’da ucuz hükümet ne denli az saygı görüyorsa, İngiltere’de de ucuz gıda o denli az saygı görmektedir. Halk, bu fedakar bayları, Bowring, Bright ve hempalarını, en azılı düşmanlar ve en utanmaz ikiyüzlüler olarak görmektedir. İngiltere’de herkes bilmektedir ki, […]
Ama gariptir ki, kendileri için her ne pahasına olursa olsun ucuz gıda üretilecek olanlar çok nankörlük etmektedirler. Fransa’da ucuz hükümet ne denli az saygı görüyorsa, İngiltere’de de ucuz gıda o denli az saygı görmektedir. Halk, bu fedakar bayları, Bowring, Bright ve hempalarını, en azılı düşmanlar ve en utanmaz ikiyüzlüler olarak görmektedir.
İngiltere’de herkes bilmektedir ki, liberaller ile demokratlar arasındaki savaşım, serbest ticaretçiler ile çartistler arasındaki savaşım adını almaktadır.
Şimdi İngiliz serbest ticaretçilerinin kendilerini esinlendiren iyi niyetlerini halka nasıl kanıtladıklarına bakalım.
Fabrika işçilerine söyledikleri şuydu:
“Tahıl üzerine konan gümrük, ücretlere konan bir vergidir; sizler bu vergiyi toprak beylerine, o ortaçağ aristokratlarına ödüyorsunuz; eğer durumunuz perişansa, bu, yaşamın acil gereksinmelerinin pahalı oluşundandır.”
Buna karşılık işçiler de imalatçılara şunu soruyorlardı:
“Son otuz yıl boyunca sanayimiz en büyük gelişmeyi gösterirken nasıl oluyor da bizim ücretlerimiz tahıl fiyatlarının yükselişine oranla çok daha hızlı düşüyor?
“Toprak beylerine ödediğimizi söylediğiniz vergi, işçi başına, haftada üç peni kadardır. Oysa 1815 ile 1843 arasında el tezgahı dokumacısının ücreti haftada 28 şilinden 5 şiline, buhar tezgahı dokuyucusununki de 1823 ile 1843 arasında haftada 20 şilinden 8 şiline düşmüştür.
“Ve bütün bu dönem boyunca, verginin toprak beylerine ödediğimiz kısmı, hiç bir zaman üç peniyi geçmemiştir. Ve sonra, 1834 yılında, ekmek çok ucuz ve işler de çok iyi gitmekteyken siz bize ne dediniz?
Dediniz ki, ‘Eğer mutsuzsanız bunun nedeni çok fazla çocuğunuzun bulunması ve evliliğinizin emeğinizden daha üretken olmasıdır!’
“Bizlere söylediğiniz sözler aynen böyleydi ve siz yeni yoksullar yasası yapmaya ve işevleri, proletarya Bastille’leri kurmaya giriştiniz.”
“Haklısınız değerli işçiler; ama, ücretleri belirleyen yalnızca tahıl fiyatı değil, işçilerin kendi aralarındaki rekabettir de.
“Ama bir şeyi çok iyi düşünün, yani ülkemizin kayalardan ve kum yığınlarından ibaret olduğunu. Tahılın çiçek saksılarında yetiştirilebileceğini hayal etmiyorsunuz herhalde. Öyleyse sermayemizi ve emeğimizi tümüyle kısır bir toprak üzerinde israf edeceğimize, tarımdan vazgeçip kendimizi yalnızca sanayie verecek olursak, bütün Avrupa fabrikalardan vazgeçecek ve İngiltere, Avrupa’nın tüm geri kalan kısmı kendi kırsal bölgesi olmak üzere, koca bir fabrika kenti haline gelecektir.”
İşçilerine işte böyle nutuk çeken imalatçı, bir yandan da küçük tüccar tarafından sorguya çekilmektedir:
“Tahıl Yasalarını kaldıracak olursak tarımı gerçekten yok ederiz; ama bütün bunlara karşın, öteki ulusları kendi fabrikalarından vazgeçirtip bizimkilerden satın almaya zorlayamayız.
“Sonuç ne olur? Ben şu anda ülkede sahip bulunduğum müşterileri yitiririm, yerli ticaret de pazarlarını.”
İmalatçı sırtını işçilere dönüp dükkancıya karşılık verir:
“Siz onu bize bırakın! Tahıl üzerindeki gümrükten bir kez kurtulduk mu, dışarıdan daha ucuz tahıl ithal edeceğiz. Sonra da, tahıl aldığımız ülkelerde ücretler arttığı anda da biz ücretleri düşüreceğiz.
“Böylece zaten sahip bulunduğumuz üstünlüklere ek olarak, bir de daha düşük ücret üstünlüğüne sahip olacağız ve bütün bu üstünlüklerle Kıtayı bizden satın almaya kolayca zorlayacağız.”
Ama şimdi çiftçiler ve tarım işçileri de tartışmaya katılmışlardır.
“Peki ama, Tanrı aşkına, bizler ne olacağız?
“Yaşamımızı kazandığımız tarımı ölüm cezasına mı çarptıracağız?
Ayaklarımızın altındaki toprağın çekilip alınmasını kabullenecek miyiz?”
Tahıl Yasasına Karşı Birlik, buna yanıt olarak, Tahıl Yasalarının kaldırılmasının İngiliz tarımı üzerindeki toptan etkisi konusunda en iyi üç yazıya ödüller vermekle yetindi.
Bu ödülleri, yazıları binlerce nüsha halinde boydan boya tüm köylere dağıtılan Hope, Morse ve Greg baylar aldılar.
Ödül kazananlardan ilki, kendisini, yabancı tahılın serbest ithalinden ne kiracı çiftçinin ve ne de tarım işçisinin zarar görmeyip, yalnızca toprak ağasının zarar göreceğini kanıtlama işine veriyor. “Kiracı İngiliz çiftçisinin” diye bağırıyor öfkeyle, “Tahıl Yasalarının kaldırılmasından korkmasına gerek yoktur, çünkü başka hiç bir ülke bu kadar çok tahılı İngiltere kadar ucuza üretemez.
“Demek ki, tahıl fiyatı düşse bile, bu size dokunmayacaktır, çünkü bu düşüş yalnızca düşecek olan rantı etkileyecek, durağan kalacak olan sınai kârı ve ücretleri etkilemeyecektir.”
Ödül kazananların ikincisi, Bay Morse, bunun tersine, yasaların kaldırılmasıyla tahıl fiyatının yükseleceğini öne sürmektedir. Koruyucu gümrüklerin tahıl için hiç bir zaman kazanclı bir fiyat sağlayamamış olduğunu kanıtlamak için kendisini büyük sıkıntılara sokuyor.
Bu iddiasını desteklemek üzere yabancı tahıl ithal edildiği her seferinde tahıl fiyatının İngiltere’de epeyce yükseldiği, ve az tahıl ithal edildiğinde ise fiyatın aşırı derecede düştüğü olgusunu anmaktadır. Bu ödül kazanıcısı, yüksek fiyatlara yol açanın ithalat olmayıp, ithalata yol açanın yüksek fiyatlar olduğunu unutuyor.
Ve ödül kazanıcısı arkadaşının tam tersine, tahıl fiyatındaki her yükselişin hem kiracı çiftçi için ve hem de işçi için kârlı olduğunu, ama toprak ağası için kârlı olmadığını öne sürüyor.
Büyük bir imalatçı olan ve makalesi büyük kiracı çiftçilere seslenen ödül kazanıcılardan üçüncüsü, Bay Greg, bu tür budalalıklarla aynı düşüncede olamazdı. Onun dili daha bilimseldir.
O, Tahıl Yasalarının rantı, ancak tahıl fiyatlarını da yükseltmekle yükseltebileceğini ve tahıl fiyatını ise, ancak, sermayeyi kendisini düşük kaliteli toprağa uygulamaya zorlayarak yükseltebileceğini kabul ediyor ve bunu çok basit bir biçimde açıklıyor.
Eğer yabancı tahıl ithal edilmeyecek olursa, nüfus artmasına orantılı olarak, verimliliği daha düşük toprak kullanmak gerekecektir ki, bu toprakların ekimi daha büyük harcamaları gerektirecek ve bunun sonucu olarak da, bu toprağın ürünü daha pahalı olacaktır.
Tahılın zorunlu bir satış durumu olduğundan, fiyat, ister istemez, en pahalı toprak ürününün fiyatı ile belirlenecektir. Bu fiyatla daha iyi kalitedeki toprak üzerindeki üretim maliyeti arasındaki fark, rantı oluşturur.
Bundan ötürü, eğer Tahıl Yasalarının kaldırılması sonucu tahıl fiyatı ve dolayısıyla rant düşerse, bunun nedeni düşük kaliteli toprağın artık ekilmemesidir. Demek ki, rantın azalması ile kiracı çiftçilerin bir kısmının yıkılması kaçınılmaz olacaktır.
Bay Greg’in dilini anlaşılabilir kılmak için bu sözler gerekliydi.
“Tarımla geçinemeyen küçük çiftçiler” diyor Bay Greg geçim kaynağını sanayide bulacaklardır. Büyük kiracı çiftçilere gelince, bunların kâr etmemesi olanaksızdır. Toprak beyleri bunlara ya çok ucuza toprak satmak zorunda kalacaklardır, ya da kira anlaşmaları çok uzun dönemler için yapılacaktır. Bu, kiracı çiftçilere toprağa büyük tutarlarda sermaye uygulama, daha geniş ölçüde
tarımsal makine kullanma ve ayrıca, tahıl yasalarının kaldırılmasının ilk sonucu olan ücretlerdeki genel düşüşten ötürü, el emeğinden tasarruf etme olanağı verecektir.”
Dr. Bowring, bir açık toplantıda, “İsa Serbest Ticarettir ve Serbest Ticaret de İsa’dır” diye haykırarak, bütün bu iddialara bir de dinin takdisini bağışlamıştır.
Öyle anlaşılıyor ki, bütün bu ikiyüzlülükler ucuz ekmeği işçilere cazip göstermek hesabıyla yapılmamıştır.
Ayrıca, fabrika işçilerinin işgününü on iki saatten on saate indirecek olan On Saat Yasasına karşı hâlâ savaşmakla uğraşan aynı imalatçıların gösterdikleri bu ani hayırseverliği çalışan insanlar nasıl anlayabilirlerdi ki?
Bu imalatçıların hayırseverlikleri konusunda bir fikir edinmek üzere, bütün fabrikalarda halen yürürlükte bulunan fabrika yönetmeliklerini anımsatırım sizlere, baylar.
Her imalatçı, isteyerek ya da istemeyerek yapılmış her kusura para cezaları öngören düzenli bir ceza yasasına sahiptir. Örneğin bir iskemleye oturma bahtsızlığına uğrayacak olsa; fısıldayacak veya konuşacak, ya da gülecek olsa; birkaç dakika geç gelecek olsa; makinenin herhangi bir parçası kırılacak ya da istenilen kalitede iş çıkartılmayacak olsa, vb., vb., işçi belirli bir miktar para ödemektedir. Bu para cezaları işçinin gerçekten yaptığı zarar-ziyandan her zaman daha büyüktür. Ve işçiye para cezasına çarpılması için her olanağı sağlamak üzere, fabrika saati ileri alınmakta ve iyi mal durumuna getirmesi için işçiye kötü hammadde verilmektedir. Kuralları çiğneme olaylarını çoğaltmakta yeterince usta olmayan gözeticiler işten çıkartılmaktadırlar.
Görüyorsunuz ki, baylar, bu kişisel yasalar, bu türden yasa-çiğnenmeleri yaratmak özel amacıyla yapılmakta ve para yapmak amacıyla da yasa-çiğnemeleri imal edilmektedir. Böylece nominal ücretleri azaltmak ve işçinin üzerinde hiç bir denetimi bulunmayan kazalardan bile kâr sağlamak amacıyla her yola başvurmaktadır.
Sırf onların kaderlerini iyileştirmek amacıyla sınırsız harcamalara girebileceklerine işçiyi inandırmaya çalışan hayırseverlerle bu imalatçılar aynı kişilerdir. Demek ki bunlar, bir yandan işçilerin ücretlerini fabrika yönetmelikleri aracılığıyla en aşağılık biçimde kemirirlerken, öte yandan da aynı ücretleri Tahıl Yasalarına Karşı Birlik aracılığıyla tekrar yükseltmek için en büyük fedakarlıklara katlanmaktadırlar.
Bunlar, çok büyük harcamalarla bazı bakımlardan Birliğin resmi ikametgahı olan büyük saraylar yaptırmakta; serbest ticaretin akidelerini telkin etsinler diye İngiltere’nin dört bir köşesine misyonerler ordusu göndermekte; işçiyi kendi çıkarları konusunda aydınlatmak için binlerce broşür bastırıp bedava olarak dağıtmakta; basın kendilerinden yana çıksın diye pek büyük tutarlar harcamakta; serbest ticaret hareketini yürütmek için geniş bir idari sistem örgütlemekte ve açık toplantılarda tüm belagat varlıklarını ortaya koymaktadırlar. İşte bu toplantıların birinde bir işçi şöyle bağırıyordu:
“Toprak beyleri bizim kemiklerimizi satacak olsalar, bunları bir buhar değirmeninden geçirip un yapmak üzere ilk satın alacak kişiler siz imalatçılar olurdunuz.”
İngiliz işçiler, toprak beyleri ile sanayi kapitalistleri arasındaki savaşımın önemini çok iyi anlamışlardır. Ücretlerin azaltılabilmesi için ekmeğin fiyatının azaltılması gerektiğini ve rant ne denli düşerse sınai kârın o denli yükseleceğini çok iyi bilmektedirler. İngiliz serbest ticaretçilerinin havarisi, çağımızın en ünlü iktisatçısı Ricardo, bu noktada işçilerle tamamen aynı düşüncededir. Ekonomi politik konusundaki ünlü yapıtında* şöyle demektedir:
“Kendi tahılımızı üretmek yerine … daha ucuz bir fiyattan … gereksinmemizi karşılayabilecek yeni bir pazar keşfedersek, ücretler düşer, kârlar yükselir. Tarımsal ürünün fiyatındaki düşüş, yalnızca toprağın işlenmesinde çalıştırılan işçinin değil, ticaret ve imalatta çalıştırılanların da tümünün ücretlerini düşürür.”
Ve baylar, daha önceleri beş frank alan işçinin, şimdi tahıl daha ucuz diye, eline yalnızca dört frank geçmesi karşısında kayıtsız kalacağını sanmayın.
Onun ücretleri kârlara kıyasla hep düşmemiş midir ve kapitalistlerinkiyle kıyaslandığında, toplumsal durumunun kötüleşmiş olduğu apaçık ortada değil midir? Kaldı ki, aslında uğradığı zarar daha da fazladır.
Tahıl fiyatları daha yüksek ve ücretler de daha yüksek olduğu sürece, ekmek tüketiminden yapılan küçük bir tasarruf, işçinin başka şeylerden yararlanmasına yetiyordu. Ama ekmek çok ucuz, ve bundan ötürü ücret de çok ucuz olur olmaz, başka eşyalar almak için ekmekten artık hemen hiç tasarruf yapamaz.
İngiliz işçileri, İngiliz serbest ticaretçilerine onların kuruntularını ya da yalanlarını yutmadıklarını göstermişlerdir; ve eğer buna karşın, işçiler, toprak beylerine karşı olanlarla dava birliği yapmışlarsa, bu, feodalizmin son kalıntılarını yok etmek amacı için ve uğraşacak yalnızca bir tek düşman bırakmak içindi. İşçilerin hesabı yanlış değildi, çünkü toprak beyleri, imalatçılardan intikam almak için, işçilerin otuz yıldan beri boş yere talep etmekte oldukları ve Tahıl Yasalarının kaldırılmasının hemen ardından çıkartılmış bulunan On Saat Yasasının geçirilmesinde işçilerle dava birliği yaptılar.
Dr. Bowring, iktisatçılar Kongresinde, kendi iddiasına göre, işçiler tarafından tüketilmek üzere İngiltere’ye kaç baş sığır, ne kadar jambon, domuz pastırması, kümes hayvanı vb., ithal edildiğini göstermek için cebinden uzun bir liste çıkardığında, o sırada Manchester ve diğer fabrika kentlerindeki işçilerin başlamakta olan bunalım yüzünden kendilerini sokağa atılmış bulduklarını sizlere söylemeyi ne yazık ki unutmuştur.
Ekonomi politikte, ilke olarak, bir tek yıla ait rakamlar, genel yasalar formüle etmekte asla temel alınmamalıdır. Her zaman için altı-yedi yıllık bir ortalama dönem alınmalıdır – modern sanayiin bolluk, aşırı üretim, duraksama, bunalım gibi çeşitli evrelerden geçip kaçınılmaz çevrimini tamamladığı bir zaman dönemi.
Kuşkusuz, bütün metaların fiyatları düşecek olsa, -ve bu serbest ticaretin zorunlu sonucudur- bir frankla daha önce aldığımdan çok daha fazla şey satın alabilirim. Ve işçinin frankı herhangi bir başkasının frankı kadar geçerlidir. Öyleyse serbest ticaret işçi için çok yararlı olacaktır. Yalnızca bir tek küçük güçlük var bunda, o da, frankını diğer metalarla değişmezden önce, işçinin, ilkin emeğini kapitalistle değişmiş olmasıdır. Eğer bu değişimde işçi, aynı emek karşılığında her zaman adı geçen frankı elde ettiyse ve diğer bütün metaların fiyatları düşmüşse, böyle bir pazarlıktan her zaman kazançlı çıkacaktır. Zorluk yaratan nokta, bütün metaların fiyatları düştüğünde benim aynı para karşılığında daha çok meta elde edip etmeyeceğim değildir.
İktisatçılar, emeğin diğer metalarla değişildiği andaki fiyatını alırlar hep. Ama emeğin sermaye ile kendi değişimini tamamladığı anı tümüyle görmezden gelirler.
Metalar üreten makineyi harekete geçirmek için daha az harcama gerekince, bu makinenin bakımı için gerekli olan ve işçi diye adlandırılan şeyler de daha ucuza mal olacaktır. Eğer bütün metalar daha ucuzsa, emeğin de, ki o da bir metadır, fiyatı düşecektir ve daha sonra da göreceği
miz gibi, bu meta, emek, diğer metalara oranla çok daha aşağılara düşecektir. Eğer işçi, hâlâ iktisatçıların iddialarına güvenmeyi sürdürüyorsa, görecektir ki, frank cebinde eriyip gitmiştir ve geriye elinde kala kala bir beş metelik kalmıştır.
Bunun üzerine iktisatçılar size şöyle diyeceklerdir:
“Eh, işçiler arasındaki rekabetin, ki serbest ticaret altında elbette azalmayacaktı, çok geçmeden ücretleri metaların düşük fiyatlarıyla uyumluluk içine sokacağını kabul ediyoruz. Ama, öte yandan, düşük meta fiyatları tüketimi artıracaktır, daha büyük tüketim, üretim artışı getirecektir ki, bunu da işçilere olan daha büyük bir talep izleyecektir ve işçilere olan bu daha büyük talebi de ücretlerde bir yükselme izleyecektir.”
Bu iddianın tüm çizgisi şuna varmaktadır:
Serbest ticaret, üretici güçleri artırır. Eğer sanayi gelişmesini sürdürürse, eğer zenginlik, eğer üretici güç, eğer, tek sözcükle, üretken sermaye artarsa, emeğe olan talep, emeğin fiyatı ve bunun sonucu olarak da ücret oranları yükselir.
İşçi için en uygun koşul, sermayenin büyümesidir. Bu kabullenilmelidir. Sermaye durağan kalacak olursa, sanayi de yalnızca durağanlaşmakla kalmaz, ama zayıflar ve bu durumda ilk kurban işçi olacaktır. Gidip kapitalistin önünde, duvarın dibine dizilecektir. Ve sermayenin büyümesini sürdürmesi halinde işçi için en iyisi olduğunu söylediğimiz bu durumda onun kaderi ne olacaktır? Gene aynı biçimde, gidip duvarın dibine dizilecektir. Üretken sermayenin büyümesi, sermaye birikimi ve yoğunlaşması demektir. Sermayenin merkezileşmesi daha büyük bir işbölümü ve daha çok makine kullanımını gerektirir. Daha büyük işbölümü, işçinin özel hünerini yok eder ve bu hünerli işin yerine herkesin yapabileceği emeği koyarak işçiler arasındaki rekabeti artırır.
İşbölümünün bir işçiyi üç işçinin işini yapabilecek duruma getirmesiyle, bu rekabet daha da şiddetlenir. Aynı sonucu makine, çok daha geniş boyutlarda yaratır. Sanayi kapitalistlerini durmadan çoğalan araçlarla çalışmaya zorlayan üretici güçlerdeki büyüme, küçük sanayicileri yıkar ve onları proletarya saflarına atar. Sonra, faiz oranının sermaye birikimine orantılı olarak düşmesiyle, artık aldıkları kâr paylarıyla (temettülerle) geçinemeyen küçük rantiyerler sanayie girmeye zorlanırlar ve böylece proleterlerin sayısını şişirirler.
En sonu, üretken sermaye ne denli artarsa, o denli gereksinmelerini bilmediği pazar için üretim yapmak zorunda kalır, üretim o denli tüketimin önüne geçer, arz o denli talebi zorlamaya çalışır ve bunların sonucu olarak da bunalımların sıklığı ve şiddeti artar. Ama buna karşılık, her bunalım da sermayenin merkezileşmesini hızlandırır ve proletaryaya katılmalar yaratır.
Demek ki, üretken sermaye büyüdükçe, işçiler arasındaki rekabet bundan çok daha fazla büyür. Emeğin karşılığı herkes için azalırken, bazıları için emeğin külfeti artar.
1829’da, Manchester’de, 36 fabrikada 1.088 pamuk iplikçisi çalışıyordu. 1841’de bunların sayısı 448’den fazla değildi ama, 1829’da 1.088 iplikçinin nezaret ettiğinden 53.353 tane daha fazla mekiğe nezaret ediyorlardı. El emeği üretici gücün arttığı oranda artmış bulunsaydı, iplikçilerin sayısının 1.848’e ulaşmış olması gerekirdi; geliştirilmiş makine, demek ki, 1.100 işçiyi işsiz bırakmıştı. İktisatçıların verecekleri karşılığı önceden biliyoruz. Bu biçimde işlerini kaybedenler, derler, başka türden işler bulacaklardır. Dr. Bowring, İktisatçılar Kongresinde bu iddiayı yinelemekten geri kalmadı, ama buna karşılık kendi kendisini tekzip etmekten geri durmadı.
1835’te, Dr. Bowring, Avam Kamarasında serbest ticaretçilerin kendilerine uzaktan göstermekte oldukları o yeni türden işleri bulamayan ve çok uzun bir süreden beri aç dolaşan Londralı 50.000 el tezgahı dokumacısı konusunda bir konuşma yaptı.
Dr. Bowring’in bu konuşmasının en çarpıcı pasajlarını vereceğiz:
“Dokumacıların bu sıkıntısı … kolayca öğrenilen -ve daha ucuz üretim araçları tarafından durmadan istilaya uğrayan- bir iş türü olmasının kaçınılmaz koşulundan ileri gelmektedir. İş rekabetinin çok fazla olması durumunda, talepteki çok kısa bir duraksama … bir bunalım yaratır. El tezgahı dokumacıları, daha ötesinde insan varlığının artık dayanamayacağı bu durumun eşiğindedirler ve ufak bir gecikme onları açlığa mahkum eder. … Makinelerdeki iyileştirmeler, … her geçen gün biraz daha el emeğinin yerini alarak, geçiş döneminde, pek çok geçici sıkıntıları da beraberlerinde getirirler. … Ulusal yarar, ancak bazı bireylerin zarara uğramaları pahasına satın alınabilir. Geride kalmış olanlara bazı şeylere mal olmaksızın manüfaktürlerde ilerleme olduğu görülmemiştir; ve bütün keşifler arasında el tezgahı dokumacısının durumunu en doğrudan etkileyen buhar tezgahıdır. Birçok eşyada el dokumacısı daha şimdiden yenik düşmüş durumdadır; daha bir sürüsünde de kaçınılmaz olarak teslim olmak zorunda kalacaktır.”
Daha ileride de şöyle diyor:
“Hindistan Genel Valisi ile Doğu Hindistan Kumpanyası arasında Dakka el tezgahı dokumacıları konusunda yapılmış yazışmalar var elimde. … Birkaç yıl önce Doğu Hindistan Kumpanyası, Hindistan tezgahlarından yılda 6.000.000-8.000.000 parça pamuklu mal tutarında ürün alıyordu. Talep, giderek 1.000.000’un biraz üstüne kadar düştü, ve şimdi de hemen hemen bütünüyle kesilmiştir. 1800’de, Birleşik Devletler, Hindistan’dan yaklaşık olarak 800.000 parça pamuklu alıyordu; 1830’da ise 4.000 bile değil. 1800’de Portekiz’e 1.000.000 parça sevk edilmişti; 1830’da ise yalnızca 20.000. Mutlak açlığa indirgenmiş yoksul Hindistan dokumacılarının durumlarındaki perişanlık korkunçtur. Ve bunun nedeni neydi? Daha ucuz İngiliz mamullerinin varlığı. … Birçokları açlıktan öldü, geri kalanların büyük bir kısmı başta tarım olmak üzere başka işlere geçtiler. İşlerini değiştirmemek, kaçınılmaz açlık demekti. Ve şu anda orası, Dakka bölgesi, İngiltere’nin buhar tezgahlarından çıkmış iplik ve pamuklu kumaşlarla dolup taşmaktadır. … Bütün dünyada güzellikleri ve zarafetleriyle ün yapmış Dakka muslinleri de aynı nedenden yok edilmektedir. Ve Hindistan’daki bir sürü sınıfın şu anda çekmekte olduğu sıkıntıların bir benzerini daha ticaret tarihinde bulmak zordur.”
Dr. Bowring’in konuşması daha çarpıcıdır, çünkü verdiği olgular kesindir ve bu olguları yumuşatmak için kullandığı sözcükler, tüm serbest ticaret vaizlerinin ortak ikiyüzlülüğünü tümüyle taşımaktadır. Dr. Bowring, işçileri, yerleri daha az masraflı üretim araçlarıyla doldurulması gereken üretim araçları olarak tanıtıyor. Sözünü ettiği emek, tümüyle ender türden bir emekmiş; dokumacıları yok etmiş bulunan makineye de, gene aynı biçimde ender bir makineymiş gibi davranıyor. Bir gün el tezgahı dokumacılarının akibetine uğramayacak hiç bir tür el emeğinin bulunmadığını unutuyor.
“El emeğinin tümüyle yerini almak, ya da erkek yerine kadın ve çocuk çalıştırmak, ya da eğitilmiş zanaatçıların yerine kendi kendisine hareket eden çıkrık makinesi koymak, makinelerdeki her iyileştirmenin şaşmaz amacı ve eğilimidir aslında. Water-twist ya da thorostle cotton mills’de, eğirme işi, tümüyle on altı ve daha yukarı yaşlardaki kadınlar tarafından yapılmaktadır. Sıradan çıkrık makinesi yerine kendi kendisine hareket eden çıkrık makinesi koymaktan amaç, erk
ek iplikçilerin büyük bir kısmını işten çıkartıp, delikanlıları ve çocukları alıkoymaktı.”
Serbest ticaretçilerin en coşkulusu Dr. Ure’nin bu sözleri, Dr. Bowring’in itiraflarını tamamlama görevi görüyor. Dr. Bowring bazı bireysel zararlardan söz ediyor ve aynı zamanda da bireysel zararların tüm sınıfları yok ettiğini söylüyor; geçiş dönemi sırasındaki geçici sıkıntılardan söz ediyor ve bunlardan söz ederken de bu geçici zararların aynı zamanda çoğunluk için, yaşamdan ölüme, geri kalanlar için ise, daha iyi bir durumdan daha kötüsüne geçiş demeye geldiğini yadsımıyor. Eğer daha ötede bu işçilerin sıkıntılarının sanayiin ilerlemesinden ayrılmaz olduklarını ve ulusun refahı için gerekli bulunduklarını iddia ediyorsa, bununla söylemek istediği şey, burjuva sınıfının refahının, zorunlu olarak, emekçi sınıfın sıkıntılarını öngördüğünden ibarettir.
Dr. Bowring’in yok olmakta olan işçilere sunduğu bütün tesellinin ve aslında serbest ticaretçilerin öne sürdükleri tüm tazminat öğretisinin vardığı nokta şudur:
Yok olan siz binlerce işçi, umutsuzluğa kapılmayın! Gözünüz arkada kalmadan ölebilirsiniz. Sınıfınız yok olmayacaktır. Bu sınıfın sayısı, her zaman, kapitalist sınıfın onu tümüyle ortadan kaldırma korkusuna kapılmaksızın katliamdan geçirmesine yeter bollukta olacaktır. Kaldı ki, eğer sermaye, onları tekrar tekrar sömürmek için sömürülecek malzemesini, yani işçileri gözetmeyecek olursa, nasıl olur da yararlı bir biçimde kullanılabilir?
Öyleyse, serbest ticaret uygulaması işçi sınıfının durumu üstünde ne etki yapacaktır? sorusunu, hâlâ çözümlenmesi gereken sorun olarak öne sürüp durmak niye? Quesnay’den Ricardo’ya dek ekonomi politikçilerce formüle edilmiş bütün yasalar, serbest ticareti hâlâ tökezletmekte olan engellerin ortadan kaldırılmış bulundukları varsayımı üzerine dayandırılmışlardır. Bu yasalar, serbest ticaretin uygulandığı oranda doğrulanmaktadırlar. Bu yasalardan ilki, rekabetin her metaın fiyatını asgari üretim maliyetine indirgemesidir. Böylece, ücret, asgari emeğin doğal fiyatı olmaktadır. Peki, ücretlerin asgarisi nedir? İşçinin bakımı için; onu, ne denli kötü olursa olsun, kendisini ayakta kalabilecek bir duruma sokmak için; ve ne denli az olursa olsun, kendi neslini çoğaltması için vazgeçilmez olan eşyaların üretimi için ne gerekiyorsa o kadar.
Ama sanmayınız ki, işçi yalnızca bu asgari ücreti alır ve hele hiç sanmayınız ki, bunu her zaman alır. Hayır, bu yasaya göre, işçi sınıfının bahtı bazan bundan daha iyi olacaktır. Bazı zamanlar bu asgarinin üstünde bir şey alır, ama bu fazlalık, onun sınai duraksama dönemlerinde bu asgarinin altında aldığı ücretlerin yaratmış olduğu açıkları kapamaya yarayacaktır yalnızca. Yani, dönem dönem gelen belirli bir zaman süreci içinde, sanayiin bolluk, aşırı üretim, duraksama ve bunalım dalgalanmaları içinden geçtiği çevrimde, işçi sınıfının bu gereksinmelerin üstünde ve altında aldıklarının tümü birlikte hesaplanacak olsa, göreceğiz ki, işçi sınıfı bu asgariden ne fazla, ne de eksik almıştır, yani işçi sınıfı, herhangi bir miktarda sefalet ve bahtsızlığa uğradıktan ve sınai savaş alanında bir sürü ceset bıraktıktan sonra kendisini bir sınıf olarak muhafaza etmiş olacaktır. Ama bütün bunların ne önemi var ki? Sınıf aynen, hatta daha fazlasıyla gene varolacaktır; sayısı artmış olacaktır.
Ama hepsi bundan ibaret değil. Sanayiin ilerleyişi, daha az pahalı geçim araçları yaratır. Böylece biranın yerini alkol, yünlü ve keten bezinin yerini pamuklu, ve ekmeğin yerini de patates almıştır.
Demek ki, emeği daha ucuz ve daha kötü gıda ile yaşatacak araçlar bulundukça, ücretler asgarisi de sürekli olarak düşmektedir. Bu ücretler, insanı yaşamak için çalışmak zorunda bırakmakla başlattıkları işi, ona bir makine hayatı yaşatmakla tamamlıyorlar. İşçinin varlığının basit bir üretim aracı olmaktan başka bir değeri yoktur ve kapitalistin de ona davranışı buna göre olmaktadır.
Emek metaının, ücret asgarisinin bu yasası, iktisatçıların varsayımı olan serbest ticaret, gerçek bir olgu durumuna geldiği oranda doğrulanacaktır. Öyleyse iki şeyden biri:
Ya serbest ticaret varsayımı üstüne dayandırılmış tüm ekonomi politiği reddetmeliyiz, ya da bu serbest ticaret altında ekonomik yasaların tüm şiddetinin işçilerin sırtına bineceğini kabullenmeliyiz.
Özetleyelim: toplumun mevcut koşulları altında serbest ticaret nedir? Sermayenin özgürlüğüdür. Sermayenin ilerlemesini hâlâ sınırlamakta olan birkaç ulusal engeli de devirdiniz mi, ona tam bir hareket özgürlüğü kazandırmış olacaksınız. Ücretli emeğin sermayeye olan ilişkisinin varolmasına izin verdiğiniz sürece, meta değişiminin yer aldığı koşullar ne denli elverişli olurlarsa olsunlar, ortada her zaman sömürülecek bir sınıf varolacaktır. Sermayenin daha kârlı bir biçimde kullanılmasının, sanayi kapitalistleriyle ücretli işçiler arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı ortadan kaldıracağını sanan serbest ticaretçilerin bu iddialarını anlamak gerçekten güçtür. Tersine, bunun tek sonucu, bu iki sınıf arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın daha da açık bir biçimde ortaya çıkması olacaktır.
Bir an için varsayalım ki, artık ne Tahıl Yasaları ve ne de yerel gümrük vergileri diye bir şey vardır; yani aslında işçinin bugün kendi sefil durumunun nedeni olarak gördüğü bütün raslansal koşullar tümüyle yok edilmişlerdir ve siz de onun gözünden gerçek düşmanını saklayan bunca perdeyi kaldırmışsınızdır.
İşçi, özgürleşmiş sermayenin kendisini gümrük vergileriyle engellenen sermayeden daha az köleleştirmediğini görecektir.
Baylar! Soyut özgürlük sözcüğünün sizi aldatmasına izin vermeyin. Kimin özgürlüğü? Bu, bir kişinin bir başka kişi karşısındaki özgürlüğü değil, sermayenin işçiyi ezme özgürlüğüdür. Serbest ticaret üstüne dayandırılmış bir düzenin ürünü olan bu özgürlük düşüncesinden hareketle, serbest rekabete yetki vermeyi neden sürdürmek isteyesiniz ki?
Serbest ticaretin bir ve aynı ulusun değişik sınıfları arasında ne türden bir kardeşlik yarattığını göstermiş bulunuyoruz. Serbest ticaretin yeryüzündeki uluslar arasında kuracağı kardeşlik de bundan daha kardeşçe olmayacaktır. Kozmopolit sömürüyü evrensel kardeşlik diye adlandırmak ancak burjuvazinin beyninde doğabilecek bir düşüncedir. Sınırsız rekabetin bir ülkenin içinde ortaya çıkardığı bütün yıkıcı olaylar, dünya pazarında daha devasa boyutlarda yinelenirler. Olsa olsa ödül kazanıcılarımız Hope, Morse ve Greg bayların tezleri kadar değer taşıyan bu konudaki serbest ticaret safsatası üzerinde daha fazla durmamızın bir gereği yok.
Örneğin bize deniliyor ki, serbest ticaret uluslararası bir işbölümü yaratacaktır ve böylelikle her ülke, kendi doğal üstünlüklerine en uygun düşen üretimde bulunacaktır.
Kahve ve şekerin Batı Hint adalarının doğal kaderi olduğuna belki de inanıyorsunuz baylar. Bundan, iki yüzyıl önce, ticaret diye bir sorunu olmayan doğa, buralara ne şeker kamışı ve ne de kahve ağaçları dikmişti.
Ve belki de yarım yüzyıldan az bir süre içinde orada ne kahve ne de şeker bulacaksınız, çünkü Hindistan, daha ucuz üretimi sayesinde, Batı Hint adalarının bu sözde doğal kaderiyle daha şimdiden başarılı bir biçimde savaşmış bulunuyor. Ve Batı Hint adaları, doğal zenginlikleriyle birlikte,
İngiltere için daha şimdiden ezelden beri el ile dokumaya mahkum edilmiş Dakka dokumacıları kadar ağır bir yük haline gelmişlerdir.
Bir şey daha hiç bir zaman unutulmamalıdır: bir zamanlar nasıl her şey bir tekel halini aldıysa, bugün de, bütün ötekilere egemen olan bazı sanayi dalları vardır ve bunlar kendilerinden en geniş bir biçimde yararlanan uluslara dünya pazarının kumandasını sağlamaktadırlar. Böylece uluslararası ticarette pamuk, tek başına, giyim eşyası imalatında kullanılan bütün öteki ham maddelerin tümünden çok daha büyük bir öneme sahiptir. Serbest ticaretçilerin günlük tüketimde kullanılan ve manifaktürün en gelişmiş bulunduğu ülkelerde en ucuz bir biçimde üretilen ürünleri dengelemek üzere her sanayi dalındaki birkaç özelliği vurgulamaları gerçekten gülünçtür.
Serbest ticaretçiler bir ulusun başkasının sırtından nasıl zenginleşebileceğini anlayamıyorlarsa, buna şaşmamamız gerek, çünkü bu baylar bir ülke içinde bir sınıfın başka bir sınıfın sırtından kendisini nasıl zenginleştirdiğini de anlamayı reddediyorlar.
Baylar, sanmayınız ki ticaret özgürlüğünü eleştirirken himayecilik sistemini savunmak gibi bir niyet taşıyoruz. Kişi, eski rejimin dostu olmadan da anayasa rejimine düşman olduğunu ilan edebilir. Bundan başka, himayeci sistem, belirli bir ülkede sanayi kurmanın, yani ülkeyi dünya pazarına bağımlı duruma getirmenin aracından başka bir şey değildir, ve dünya pazarına bağımlılık sağlandığı andan sonra da serbest ticarete az çok bağımlılık zaten var demektir. Bunun yanında, himayeci sistem, bir ülke içinde özgür rekabeti geliştirmeye yardım eder. Bundan ötürü, burjuvazinin kendisini bir sınıf olarak hissettirmeye başladığı ülkelerde, Almanya’da örneğin, koruyucu gümrükler elde etmek için büyük çabalara giriştiğini görüyoruz. Koruyucu gümrükler burjuvaziye, feodalizme ve mutlakiyet hükümetine karşı silah olarak, kendi güçlerini yoğunlaştırma ve aynı ülke içinde serbest ticareti gerçekleştirme aracı olarak hizmet ederler.
Ama, genel olarak, serbest ticaret sisteminin yıkıcı olmasına karşın, günümüzün himayeci sistemi de tutucudur. Serbest ticaret sistemi, eski ulusları parçalar ve proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı uç noktasına iter. Tek sözcükle, serbest ticaret sistemi toplumsal devrimi hızlandırır. İşte yalnızca bu devrimci anlamıyladır ki, baylar, ben serbest ticaretten yanayım.
Kaynak: 9 Ocak 1848, Brüksel Demokratik Birliği’nde konuşma; Felsefenin Sefaleti, s: 221-239, Sol yayınları, Ocak 1979.