Başlığı böyle atınca, Nasıl Yapmalı? ve Ne Yapmalı? adlı eserlerin edebi ve politik kalibresini tutturacak yeni bir çalışmayı müjdelediğim düşünülebilir; daha az vahimi ise, ıkınırken aklımızın pek yaman çalıştığı o malum mekanı çağrıştırmış olmamdır ki, her iki algılama riskine rağmen, iktidar ölçeği sorununu başka nasıl ifade edebilirdim, bilemedim. Şimdi efendim, şunu teslim edelim; küresel sermaye […]
Başlığı böyle atınca, Nasıl Yapmalı? ve Ne Yapmalı? adlı eserlerin edebi ve politik kalibresini tutturacak yeni bir çalışmayı müjdelediğim düşünülebilir; daha az vahimi ise, ıkınırken aklımızın pek yaman çalıştığı o malum mekanı çağrıştırmış olmamdır ki, her iki algılama riskine rağmen, iktidar ölçeği sorununu başka nasıl ifade edebilirdim, bilemedim.
Şimdi efendim, şunu teslim edelim; küresel sermaye akışkanlığının siyasal ve toplumsal sonuçları, Ne Yapmalı? (devrim) sorusunu önceler tarzda getirip önümüze Nerede Yapmalı? (iktidar ölçeği) sorusunu koymuştur. Bunla kalsa iyi. Bir de Kim Yapmalı? (devrimci özne) sorusu güncelleşmiştir ki, yanıtlayabilene aşkolsun. Bu noktada “nerde çokluk orda bereket” diyenlerin de, benim gibi dinozorluk edip “işçi sınıfı” ısrarını sürdürenlerin de önündeki soru şudur: Devrimci özne, devrimi hangi siyasal iktidar ölçeğinde gerçekleştirecek? Üç de seçenek var: Yerel, ulusal ve ulus-üstü. Seç, beğen, al!
Şaka bir yana, konu son derece ciddidir; dünya çapında sağ-sol ayırımı, büyük ölçüde bu soruya verilen yanıta göre yeniden şekillenmektedir. Zira, söz edilen teorik-politik bir seçimdir. Türkiye solunda henüz bu düzlemde açık-seçik bir tartışma yürümüyor. Tekil olaylar çerçevesinde saflaşıyoruz; pratikteki tercihlerimizi teorik sonuçlarına taşımıyoruz.
Geçtiğimiz yüzyılın sosyalizm mücadeleleri bakımından temel iktidar ölçeği ulus, temel iktidar birimi de ulus-devlet idi. Örneğin “Bütün İktidar Sovyetlere” derken, Bolşevikler için ulus ölçeği veriliydi. Bugün artık verili değil; üstelik temel iktidar ölçeği ile birimi arasındaki geleneksel bağ da kopmuş durumda. Ulus-devlet çözülüyor, şeklindeki tespitlerle kastedilen gelişme, ulusla devlet arasındaki bu bağın çözülüyor olmasıdır. Bunun hangi mekanizmalarla gerçekleştiği ise malum; devlet, kalkınmacı ve sosyal vasıflarını budadığı ölçüde kendi ulusuna dışsallaşıyor.
Bu koşullarda, temel sınıflar bakımından dünya çapında yaşanmakta olan bir ikilemden söz edebiliriz. İşçi sınıfı, malum, hala “milli sınırlar” içinde ve fakat, bu sınırların temel iktidar birimi iktidarsızlaşıyor (muhalefet krizi). Sermaye sınıfı, ulusla bağını koparmış vaziyette, kozmopolit bir karakter taşıyor ve fakat, henüz yeni karakterine uygun düşen bir iktidar birimi tesis edilebilmiş değil (yönetememe krizi).
Küresel elit oluşumunun unsurları, ulus ölçeğinden dışlanan kitlelerin onay ve rızasını yeniden alabilecek yönetsel birimleri tesis edebilmek maksadıyla sermaye iktidarı lehine uğraş veriyor. Çok düzeyli yönetişim modelini bu yönde atılmış bir ara adım olarak değerlendirmek gerekiyor. Emekçiler ise, birleşik ve politikleşmiş bir sınıf olarak örgütlenebildikleri oranda (yani, siyaset yelpazesini emek-sermaye çelişkisi temelinde kutuplaştırabildikleri oranda) hızla ulus ölçeğine yöneliyorlar, Petras’ın sözleri ile “kışlık sarayının kapısına kadar geliyorlar”. Kapıdan içeri girmek bir devrim ve iktidar perspektifi (program ve strateji) gerektiriyor. “Program ve strateji mi, ondan bizde var” demek yetmiyor; bunun bir anlamının olabilmesi için önce “kışlık sarayının kapısına dayanan” kavganın içinde olmak gerekiyor.
Türkiye’de bu sorun çok daha karmaşık bir karaktere sahip. Nedenini tartışmak sonraya kalsın. Tartışmanın güncelle ilişkisi bakımından belirtmem gerekir mi bilmiyorum, ama, zaten bu yazı da, geçtiğimiz haftaya damgasını vuran iki parti kongresine yönelik genel bir değerlendirmeye giriş amacıyla kaleme alındı.
Kaynak: Birgün, 31 Ocak 2005