Karl Marks’ın küreselleşmeyi tahlil eden ilk kişilerden olduğu, günümüz sosyal bilimlerinde genellikle kabul edilir. Ama bu kabulü yapanların bile çoğu zaman unuttuğu şey, Marks’ın kapitalist küreselleşmenin karşısına işçi sınıfı enternasyonalizmini çıkaran ilk stratejistlerinden biri de olduğudur. Onun tahlillerinde işçi sınıfı enternasyonalizmini iki temel unsur yönlendirir. Biri uluslararası sömürünün eleştirisi, diğeri de hem ulusal hem de […]
Karl Marks’ın küreselleşmeyi tahlil eden ilk kişilerden olduğu, günümüz sosyal bilimlerinde genellikle kabul edilir. Ama bu kabulü yapanların bile çoğu zaman unuttuğu şey, Marks’ın kapitalist küreselleşmenin karşısına işçi sınıfı enternasyonalizmini çıkaran ilk stratejistlerinden biri de olduğudur. Onun tahlillerinde işçi sınıfı enternasyonalizmini iki temel unsur yönlendirir. Biri uluslararası sömürünün eleştirisi, diğeri de hem ulusal hem de uluslararası örgütlenmiş alanda bir işçi sınıfı hareketinin geliştirilmesidir. Marks’ın Birinci Enternasyonal dönemindeki görüşlerinin incelenmesi, günümüzde yeni bir enternasyonalizm oluşturma mücadelesine yararlı katkılar sağlar.
Enternasyonalizmin İlk Koşulu
Marks’ın, kapitalizmin sömürgelerdeki işleyişinin, kapitalist dünya sisteminin merkezinde yer alan ülkelerde yaşananlara benzer iktisadi ve sosyal gelişmelere yol açan tamamen ilerici bir güç olduğuna inandığı sık sık varsayılmıştır. Marks’ın, dünyanın belli kısımlarındaki sosyal oluşumların, gelişmenin devamını engelleyici durağan biçimlere büründüğü -Marks’ın “Asya tipi üretim tarzı” kavramının başlıca içerimlerinden biri- sonucuna varmış olduğuna kuşku yok.(1) Kapitalizmin bu tür ülkelere dışarıdan nüfuz etmesi, bu durağanlığı kırmaya ve daha yaygın bir gelişmenin maddi önkoşullarını sağlamaya hizmet edebilirdi. Ama bu tema, Marks’ın erken dönem iktisadi ve sosyal “gerilik” tartışmalarında her ne kadar sıklıkla geçmişse de, Marks ne kapitalist sömürünün korkunç tarihini ne de sömürge halklar için sosyal devrim zorunluluğunu küçümsemiştir.
Aksine Marks -her zamanki diyalektik imgelemiyle- sömürgeciliği ezilenlerin bakış açısıyla mahkum etmekle kalmamış, Hegel’in “aklın marifeti” (kavramından-çn.) hareketle, kapitalist sömürgeciliğin, sosyal devrimle birleştiğinde tarihsel ilerlemenin Avrupa’dan daha karmaşık ve çeşitlenmiş biçimler alabileceğini varsayıyor gibi görünen bir ilerleme- yolunu açan çıplak maddi önkoşulları sağladığını da ileri sürmüştür.
Marks sonraki yıllarda, Birinci Enternasyonal’in kuruluş günlerinden ve 1860’larda Kapital’in yazılışından hayatının sonuna kadar, Hegelci aklın marifetinin sömürge ülkelerde anlamlı herhangi bir tarzda işlediği kanısından -sömürgeciliğin açığa çıkardığı nesnel güçlerin, sömürgeleştirilmiş uluslarda gelişmenin maddi temellerini fiilen sağladığı kanısı- oldukça uzaklaşmıştır.(2) Uluslararası sömürünün, yoksul ulusları zengin uluslara bağımlılaştıran kalıcı bir yapısal ilişki yaratmadaki rolüne -ve bunun işçi sınıfı enternasyonalizmine etkisine- gittikçe daha fazla yoğunlaşmıştır. Örneğin İrlanda’ya ilişkin gözlemlerinde, İrlanda’nın artı-ürünlerini -çoğunlukla tarımsal üretimden elde ettiği- İngiltere’ye gönderdiğini, bu artı-ürünlerin de burada sanayi üretimini genişletmekte kullanıldığını belirtmişti. Ayrıca, 1881’e gelindiğinde (Vera Zasulich’e mektubunun üçüncü taslağında), Hindistan’a ilişkin olarak, “komünal toprak sahipliğinin bastırılması, İngiliz Vandalizmi’nin yerli halkı ileriye değil de geriye götüren bir eyleminden başka bir şey değildir”, sonucuna varmıştı. Hindistan’da Britanya emperyal fethi, eski toplumun bağlarını gevşeterek hızlı tarihsel gelişmeyi olanaklı kılmış olmasına rağmen, Hindistan nüfusunu aşırı sömürü ortamına yerleştirmişti. Şubat 1881’de yazılmış bir mektupta Marks, Britanya’nın en büyük sömürgesindeki durumu şöyle açıklamıştır:
“Hindistan’da, Britanya hükümeti için, genel bir patlama değilse, ciddi sorunlar kapıda. İngilizler’in onlardan kira biçiminde, Hintliler’e faydası olmayan demiryollarının kar payı olarak, asker ve sivil memurların emeklilik maaşları için, Afganistan ve diğer savaşlar için vb. yıllık olarak aldıkları -onlardan herhangi bir karşılık olmaksızın ve Hindistan içinde yıllık olarak kendilerine mal ettiklerinden tamamen ayrı olarak aldıklarından, sadece Hintliler’in bedavadan ve yıllık olarak İngiltere’ye gönderdikleri metaların değerinden bahsederek-, bu, Hindistan’ın 60 milyon tarım ve sanayi emekçisinin toplam gelirinden daha fazladır! Bu bir kanama sürecidir, hem de şiddetli! [Hindistan’da -çn.] kıtlık yılları birbirini kovalıyor ve şimdiye kadar Avrupa’da hiç akla gelmedik boyutlarda!”
Bu tür aşırı sömürü biçimlerinin uluslararası kapitalist sistemin özünde yattığının kabulü, (Marks’ın daha gelişkin tahlillerinde) hakiki enternasyonalizmin ilk koşulu haline geldi -Marks bu argümanı özellikle İrlanda’ya uyguladı.- “Bugünkü İngiltere”, diye yazmıştı Ocak 1870’te Enternasyonal Genel Konseyi’nin bir genelgesinde, “antik Roma’da dev bir ölçekte meydana gelenin bir tekrarını yaşıyor. Diğer bir ulusu köleleştiren bir ulus, kendi zincirlerini hazırlar”.(3) Ayrıca, aynı yılın Nisan ayındaki bir mektupta, İngiliz işçiler için “İrlanda’nın ulusal kurtuluşu sorunu, bir soyut adalet veya insancıl duygular sorunu değil, ama onların kendi sosyal kurtuluşlarının ilk şartıdır” diye yazar.
Enternasyonalizmin İkinci Şartı
Enternasyonalizmin ikinci şartı, ulusal mücadeleyi ve uluslararası mücadeleyi -her birini diğerinin temeli olarak- birleştirme gereğidir. Marks’ın başrolü oynayacağı Birinci Enternasyonal’in yani Uluslararası İşçi Birliği’nin İngiltere’deki tarihsel kökleri, 1857-58’deki ekonomik krize karşı Londra işçilerinin 1859’daki genel grevinde ve bu dönemde ortaya çıkan radikal sendikacılıktaydı. Ama Birinci Enternasyonal’in daha önemli bir kaynağı, Amerikan İç Savaşı’nın yol açtığı büyük pamuk kıtlığının etkileriydi. Britanya tekstil endüstrisi -endüstrileşmenin başlangıç temeli- âni bir hammadde kıtlığıyla karşı karşıya kaldı ve krizin en büyük yükü işçilere bindirildi. O dönemde Britanya’ya ithal edilen ham pamuğun yüzde 80 civarı Birleşik Devletler’den geliyordu ve Britanya tekstil endüstrisi, Konfederasyon gemilerine konan Kuzey ablukası nedeniyle bu ithalattan tamamen mahrum kalmıştı. Bazı büyük tekstil üreticilerinin stokları vardı, ama daha küçük üreticilerin çoğunun yoktu ve ithalattaki bu ani düşüş, talep ve beklentileri azaltarak endüstriyel krizi daha da derinleştirdi. Lancashire pamuk endüstrisinde tam gün istihdam, Kasım 1861’de 533.950’den Kasım 1862’de 203.200’e düştü.(4) Marks’ın Kapital’in 1. cildinin önsözünde, “tıpkı Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nın 18. Yüzyılda Avrupa orta sınıfı için tehlike çanlarını çalmış olması gibi, Amerikan İç Savaşı da 19. Yüzyılda Avrupa işçi sınıfı için aynısını yaptı” diye yazması bu tarihsel bağlam -Birinci Enternasyonal’in oluşumunda çok hayati önemde olan- nedeniyledir.
1860’larda Avrupalı işçilerce kavranan şekliyle proleter örgütlenme sorunu, hem ulusal ve hem de uluslararası bir sorundu. 1860’ların başında Birinci Enternasyonal’in oluşumuna öncülük eden İngiliz işçi sınıfına dair Marks’ı en çok etkileyen şey, Manchester’dan Londra’ya kadar işçilerin 1862 ve 1863’te art arda yaptıkları mitinglerle Britanya’nın köleci Güney’e verdiği aktif desteğe karşı muhalefet örgütlemeleriydi -bu, Britanya Başkanı Lord Palmerston’ın Amerikan İç Savaşı’na askeri müdahale açık niyetini engellemeye de yardım etmiştir. İşçilerin bu eylemi, onların o andaki kendi iktisadi çıkarlarına aykırıydı ve Marks’ın 9 Nisan 1863’te Engels’e yazmış olduğu gibi, işçi sınıfı tarihinde “neredeyse hiç emsali olmayan bir hareketti”.(5) Londra Sendikalar Konseyi’nin M
art 1863’te düzenlediği ve Londralı bilinçli işçilerin, köleliğe karşı savaşa desteklerini, Britanya’nın Konfederasyon lehine müdahale etmesine ise muhalefetlerini ilan ettikleri kitlesel mitinge Marks bizzat katılmıştı. Bu miting, Enternasyonal’in kuruluşu bakımından hayati önemdeydi. Bu şekilde Birinci Enternasyonal, sırf bir ulusal krizden değil, ama uluslararası işçi dayanışmasının tarihsel bir eyleminden doğuyordu. (Birleşik Devletler’in kuzeyindeki halk da, kendi paylarına, İngiliz işçi sınıfının bu dayanışma eylemine, kıtlık içindeki Lancashire isçilerine gemiler dolusu yardım göndererek karşılık vermiştir.)
Kısa zaman sonraki başka gelişmelerin, Enternasyonal’in oluşumunda daha doğrudan roller oynadığı doğrudur. Enternasyonal’in oluşumu Avrupalı işçilerin, İtalya ve Polonya kurtuluş mücadelelerine destek verme çabalarından da etkilenmiş ve nihayet sermayenin Britanya sendikacılığına karşı savaşta grev kırıcı olarak Fransa, Belçika ve Almanya’dan yabancı işçi getirme tehdidiyle alevlenmişti.(6) Ama Marks, Britanya işçi sınıfının köleliğe karşı savaşa aktif desteğinde sergilenen uluslararası dayanışmayı, Enternasyonal’in oluşumu yolundaki en önemli tarihi gelişme olarak gördüğüne ilişkin hiçbir kuşkuya yer bırakmamıştır.
Ekim 1864’te Birinci Enternasyonal’deki Açılış Konuşması’nda Marks, İngiliz işçilerin bu eylemlerini, sermayenin dünya çapındaki sömürücü amaçlarına karşı koyacak bağımsız bir işçi sınıfı dış politikasının oluşturulma ihtiyacının bir örneği olarak kullandı:
“Eğer işçi sınıflarının özgürleşmesi onların kardeşçe işbirliğini gerektiriyorsa, bu büyük misyonu, cani emeller peşinde koşan, ulusal önyargıları kullanan ve korsanca savaşlarda halkın kan ve servetini yağmalayan bir dış politikayla nasıl gerçekleştirecekler? Avrupa’nın batısını, Atlantik’in öte yakasında köleliğin yayılması için alçakça bir haçlı seferine balıklama dalmaktan kurtaran şey, egemen sınıfların basireti değil, ama İngiltere işçi sınıflarının onların cani çılgınlıklarına kahramanca direnişiydi.”
Marks’a göre bunun gösterdiği şey, tarihin halihazırda:
“İşçi sınıflarına, uluslararası siyasetin gizemlerine hakim olmak üzere kendilerini eğitme görevini; kendi hükümetlerinin diplomatik hareketlerini gözlemeyi; eğer gerekirse bunlara ellerindeki bütün araçlarla karşı koymayı; engel olamadıklarında ise, eşzamanlı deşifre etme ve teşhir (faaliyetlerinde -çn) bir araya gelmeyi; ve kişiler arası ilişkileri yönlendirmesi gereken temel ahlak ve adalet yasalarını, uluslar arasındaki münasebetlerin başlıca kuralları olarak öne çıkarmayı öğretmiştir.”
Böyle bir dış politika için mücadele, işçi sınıflarının özgürleşme yolundaki genel mücadelesinin bir parçasını oluşturur.
Bütün Ülkelerin Proleterleri, Birleşin!
Sadece bir ay sonra, Kasım 1864’te, Abraham Lincoln’e Enternasyonal adına kaleme aldığı hitapta Marks, Avrupalı işçilerin Amerikan İç Savaşı’nda Kuzey’i destekleyen kahramanca duruşlarını belagatla övdü(7). İşçilerin, “kendi gelecek umutlarının, hatta geçmiş kazanımlarının, Atlantik’in öte yakasındaki muazzam mücadeleye bağlı olduğunu” anladıklarının altını çizdi. “Bu nedenle, pamuk krizinin omuzlarına yüklediği zorlukları her yerde sabırla taşıdılar, üstlerinin kölecilik yanlısı müdahale heveslerine gayretle karşı koydular -ve, Avrupa’nın çoğu yerlerinden, haklı dava için kendi kan kotalarına katkıda bulundular.” Avrupalı işçiler, sadece Güney’deki kölelere destek vermediler; ama “kendini satmanın ve kendi efendisini seçmenin beyazderili emekçinin en yüksek ayrıcalığı olmasıyla övünen” kölelikle çürümüş bir sisteme sahip oldukları sürece “emeğin gerçek özgürlüğüne ulaşamayacaklarının” farkına varmış Kuzeyli işçilere de destek verdiler. Marks, “ilerlemenin önündeki bu engel”in “iç savaşın kızıl deniziyle süpürülüp temizlenmesi” gerektiğinde ısrar eden gerçek gücün, Kuzey’in emekçi halkı olduğunu ileri sürdü.
Uluslararası proleter birlik çağrısı, bir ülkenin işçi sınıfına bir diğerininkinin devrimci faaliyetlerini destekleme çağrısından ibaret değildi, ama burjuvazinin gündelik iktisadi ilişkilerinde, bir işçi sınıfını diğerine karşı kullanması gerçeğiyle de ilişkiliydi. İşçilerin mücadelelerini baltalamak için yabancı işçi getirme sorunu, bizzat Enternasyonal’in gelişiminde de kilit bir meseleydi. Bu nedenle Enternasyonal’in Marks’ın kaleme aldığı Geçici Genel Konsey Delegeleri İçin Talimatlar, “grevlerde ve lokavtlarda yabancı işçiyi yerli işçiye karşı bir araç olarak kullanmaya daima hazır kapitalistlerin entrikalarına karşı koyma”yı temel amaçlarından biri yapmıştır. Marks, işçi sınıfının mücadelesinin küresel olarak yayılan bir kapitalist sistemle karşı karşıya kaldığında ulusal duvarlarla sınırlı olursa etkin olarak ilerletilemeyeceğinde ısrar etti. Sermaye, diye ileri sürdü Kapital cilt 1, bölüm 31’de, artı-ürününü -çoğu zaman “çocukların sermayeleştirilmiş kanı”- yurtdışına çıkarır ve bunu aynı sömürücü süreci çoğu kez daha da katlanılmaz biçimlerde tekrarlayabileceği diğer ülkelerde yatırım yapmak için kullanır. Bu koşullar altında, işçiler uluslararası mücadelede birleşmeye zorlanırlar.
Yine de bütün uluslararası dayanışma çağrılarına rağmen Marks, bunun ancak verili ulusal bağlamlardaki sömürünün maddi koşullarından kaynaklanan ulusal işçi sınıfı örgütlenmesi temelinde ve çeşitli ulusların devlet aygıtları hedef alınarak inşa edilebileceğini de vurgulamıştır. Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde (1875) şunları yazmıştır:
“Herhangi bir mücadele yürütülebilmesi için işçi sınıfının içeride kendini bir sınıf olarak örgütlemesi gerektiği ve kendi ülkesinin mücadelenin yakın arenası olduğu apaçık bir şeydir.” Buraya kadar mücadelesi ulusaldır; içerikte değil ama Komünist Manifesto’nun dediği gibi “biçimde”. Ama “günümüz ulusal devletinin çerçevesi”, mesela Alman imparatorluğu, iktisadi bakımından dünya pazarının “çerçevesi içindedir”; siyasi bakımdan da devletler sisteminin “çerçevesi içindedir”. Her işadamı, Alman ticaretinin aynı zamanda dış ticaret olduğunu bilir ve elbette Bay Bismarck’ın büyüklüğü tam da bir tür uluslararası politikada yatar.
Eğer bir işçi sınıfı hareketi örgütlenecekse bunun bu nedenle başlangıçta biçim bakımından ulusal olması, kendi ulusal devletini ve kendi “yakın” mücadele “arenası”nı hedeflemesi gerekiyordu. Aynı zamanda Marks bu ulusal mücadelelerin, işçi sınıfının uluslararası etkinliklerini temsil eden uluslararası bir hareket halinde örgütlenmesi -burjuvazinin kendi “serbest ticaret” çabaları gibi- gerektiğinde de ısrar etti. Gotha Programı’nı (Ferdinand Lassale tarafından Alman İşçi Partisi için yazılan) eleştirirken Marks, “Alman işçi sınıfının uluslararası işlevlerine dair….. bir sözcük” bulunmamasından şikayet etti.
Marks ve Engels, işçilerin uluslararası rolünün, sistemin çeperlerindeki halkların mücadelelerini de dikkate alması gerektiği kanaatine vardılar. Kapitalist ilişkiler bu toplumlara nüfuz ediyor ve ulusal direniş güçleri yaratıyordu. Engels’e göre, 1896’da başlayan ikinci Afyon Savaşı döneminde Çin direnişi, “bütün küstah önyargılarıyla, ahmaklığıyla, öğrenilmiş cehaletiyle, bilgiç barbarlığıyla ve eğer isterseniz (daha bir çok şeyiyle) Çin milliyetçiliğinin sürdürülmesi için halkçı bir sav
aştır, ama yine de halkçı savaştır” seklinde nitelenebilirdi. Engels, Abd el-Kader’in Fransızlara karşı Cezayir ulusal direnişine önderlik etmedeki cesaretinin de altını çizdi.(8) Marks ve Engels’in sosyo-ekonomik gelişmeye önem vermeleri ve daha az uygarlaşmış gördükleri toplumları eleştirmeleri, ulusal direniş mücadelelerinin tarihi ve kültürel önemini takdir etmelerine engel olmadı. Irkçı baskıya ve sömürgeciliğe karşı ayaklanmaların sıklık ölçek bakımından büyüyeceğini açıkça anlıyorlardı; ve bu tür ayaklanmalar, işçi sınıfı hareketini hem ulusal hem de uluslararası bakımdan etkileyerek dünya çapındaki mücadelenin bir parçasıydı. “Beyaz bir deri içindeki emek”, diye yazıyordu Marks Kapital’de Amerikan İç Savaşı’nın derslerine dayanarak, “siyah bir deriye büründüğü yerde kendisini özgürleştiremez” (Kapital, cilt 1, bölüm 10, kısım 7)
O halde Marks için, işçilerin ulusal ve uluslararası örgütlenmesi bir tür diyalektik oluşturuyordu. Bu mücadelenin herhangi bir tarafının ihmal edilmesi, bütün için ölümcül olacaktı. Ona somut bir biçim vermekte başarısız kalarak veya onu ulusal mücadelelere açıkça bağlamaktan kaçınarak aslında enternasyonalizmi reddeden soyut bir “halkların evrensel kardeşliği”ne (Gotha Programı’nda olduğu gibi) dayanan faaliyetlere karşı oldukça eleştireldi. İşçi sınıfı hareketi başlangıçta, yakın maddi koşullardan doğmalıydı ve bu şekilde yerel bir yerleşime sahip olmalıydı, ama kapitalizmin kendisi gibi aynı küresel boyutlara da sahip olmalıydı.
Dolayısıyla Marks, bütün ulusların içindeki evrensel insanlık davasına hemen sıçrama ve ulusal arazilerde mücadele gerekliliğini ihmal etme anlamındaki kozmopolit bir politik duruş olarak nitelenebilecek şeyi reddetti. Solomon Frank Bloom’un The World Of Nations: A Study Of The National Implications In The Work Of Karl Marx (1941), adlı klasik eserinin sonuç paragraflarında yazdığı gibi:
“Birkaç çeşit enternasyonalizm vardır. Marks’ın enternasyonalizminin niteliği, onun birbirinden farklı çok sayıda toplumun varlığını kabul etmesiyle ve tekil toplumların yoğun örgütlenmesini vurgulamasıyla belirlenir. Düşüncesinde kozmopolitizmin bir çok izi bulunmasına rağmen, [çizdiği -çn] dünya düzeni resmi bakımından kesinlikle bir kozmopolit değildi. Kozmopolitizm, bireyden insanlığa, bütün insanlıktan daha az kapsamlı olan sosyal birimler ara durağı olmaksızın geçmeye çalışır… Marks, sadece kooperatif bir dünya ilişkiler sistemini savunması bakımından değil, ama daha özgül anlamda, bu sistemi içlerinde uyumlu şekilde örgütlenmiş olan büyük ulusların dostça etkileşiminin bir işlevi veya sonucu olarak düşünmesi bakımından bir enternasyonalistti.”
Marks, fazlasıyla küçük toplumlarla birlikte, belirsiz ve şekilsiz küresel toplumu da reddetti. Aynı üretim sistemi içinde bile bir hayli yerel çeşitlemeyi kabul ediyordu. Onun imgelemindeki sosyalist dünya, sınırlı sayıda ileri ulustan oluşuyordu. Dünya edebiyatını ve dünya kültürünü kavrayışı da buna benziyordu. Dinsel çeşitlilikten haz duyuyordu ve antik ve modern edebiyata aşinaydı. Daha 19. Yüzyılda oluşma sürecindeki bir dünya edebiyatından bahsediyordu. Bu, ayrı ama yine de ilişkili edebiyatlar geliştiren büyük ulusların ürünü olacaktı.
Marks’ın ortaya koyduğu şekliyle sosyalist enternasyonalizm bu nedenle, ancak ulusal mücadeleler aracılığıyla ve hiçbirinin herhangi bir özel ayrıcalığa sahip olmadığı çok uluslu toplumların yaratılışı aracılığıyla gelişebilecek bir eşitlikçi evrenselcilik biçimiydi. “Belirsiz ve şekilsiz bir küresel toplum” -kapitalizmin kendisinin hedefi olan- biçimini alamazdı. Aijaz Ahmad’in sözleriyle (Monthly Review, Temmuz-Ağustos 1995), bu toplumun “evrensel ve çokuluslu eşitlik uygarlıkları”na yönelik hiçbir arzusu yoktur; ama sadece sömürünün yörüngesinin genişletilmesi amacına sahiptir. Marks, 1848’de serbest ticarete dair konuşmasında, “Kozmopolit sömürüyü evrensel kardeşlik olarak adlandırmak, sadece burjuvazinin beyninde oluşabilecek bir düşüncedir. Sınırsız rekabetin bir ülke içinde yol açtığı bütün yıkıcı görüngüler, dünya pazarında daha dev ölçeklerde yeniden üretilir”, diye ilan etmiştir,
Buna karşı koyacak bir sosyalist enternasyonalizmin, “sermayenin metropolisi”nin (19. Yüzyılda uluslararası sistemde Britanya’nın üstlendiği rol için Marks’ın kullandığı terim) sistemin merkezindeki zengin ülkelerde bulunduğu ve kendi zenginlik yaratma sürecini, büyük ölçüde tarımsal çeperde yaşayan yoksul dünya nüfuslarının büyük çoğunluğunun yarattığı artı-değere dayanarak destekleyebildiği bir kapitalist küreselleşme sisteminin reddiyle başlaması gerektiğinde ısrar etmiştir Marks.(9)
Merkezinde anti-emperyalizmin bulunmadığını hakiki bir enternasyonalizm olamaz.
Günümüzde Kapitalist Küreselleşmeye Karşı Mücadele
1852’de Marks, bir arkadaşına mektubunda şunları söylüyordu: “Londra’dan Kalküta’ya yedi gün içinde gitmek mümkün olduğu zaman, her ikimizin de ya kafası kesilmiş ya da yaşlılıktan titriyor olacak! Ve Avustralya’ya ve Kaliforniya’ya ve Pasifik Okyanusu’na! Yeni dünyanın yurttaşları bizim dünyamızın ne kadar küçük olduğunu tasavvur bile edemeyeceklerdir!” (Bloom tarafından The World Of Nations sayfa 202’de aktarılıyor). Ama o dünya küçük olduğu halde Marks, kapitalizmin 19. Yüzyıldaki küresel eğilimlerine dayanarak sadece bu süreci yönlendiren pek çok koşulun taslağını çıkarmakla kalmamış, ama onunla tek başına etkin şekilde mücadele edebilecek bir sosyalist enternasyonalizmi yönlendirecek koşulları da ortaya koyabilmiştir. Günümüz dünyasında, kapitalist küreselleşmenin bu daha da gelişkin aşamasında, bu sezgiler merkezi önemde kalmaya devam ediyor.
Sermayenin dünya çapında yoğunlaşması ve merkezileşmesiyle nitelenen çağdaş dünyanın daha gelişkin emperyalist düzeninde Marks’ın Hindistan’daki Britanya hakimiyetini tartışırken değindiği “kanama süreci” ve “kıtlık yılları” kaybolmamış, ama daha önce olmadığı kadar artarak ve daha küresel biçimler alarak varlığını sürdürmektedir. Çeperdeki azgelişmiş ülkelerin çoğunun ihracat ve döviz geliri için hala bağımlı oldukları petrol dışındaki temel malların ihracatında, ithalat- ihracat oranları, bu ülkelerin aleyhine sistematik olarak baskı altında tutulmaktadır. Bu şekilde, azgelişmiş ülkelerin uğradığı toplam kayıplar 1980-1991 arasında 290 milyar dolara kadar varmıştır. Bu bakımdan bu ülkelerin kayıpları -sadece 1991′ de 60 milyar dolar-, o yıl azgelişmiş ülkelere yapılan bütün çok taraflı yardımları aşmıştı. Dünya Bankası ekonomistlerinin oluşturduğu ve 1900’e kadar geri giden ekonomik endekslere göre, “reel mal fiyatlarının genel düzeyi 1986’da, Büyük Bunalım sırasında 1932’de ulaştığı en düşük seviyenin de aşağısına düşmüştür”.(10)
Bu tür koşullar, üçüncü dünya ülkelerinin çoğunun artan yoksulluğunu ve borçlanmasını açıklamaya yardım ediyor. Economist dergisi (25 Mart 2000), “Gıda ve Tarım Örgütü’ne göre dünyada 830 milyon kişi yetersiz besleniyor”, diye yazmıştır. Aynı zamanda, dünya tahıl stoku, her yıl dünya tüketiminin çok üstünde kalmaktadır -yüz milyonlarca insani “kara aç” yapan emperyalist bir dünya sisteminin adaletsizliklerinin ironik bir göstergesi. (11)
Günümüzde, talihsiz de olsa bu koşulların, bir ulusun bir diğeri tarafından uluslararası sömürüsüyle ilişkisiz bir küreselleşme sürecinin gelişiminin bir sonucu olduğu söylenme
ktedir sık sık. Bu koşullar, aşırı nüfusun ve rasyonel Batı yönetim kurumlarının yokluğunun özgün azgelişmişlikle birleşmesinden kaynaklanan bir insanlık trajedisinden ibarettir daha çok. Bu koşulları, sermayenin hareketine denetim getirmeyle çözülecek ekonomik bir sonun olarak ele almaya çalışan devletlere, nimeti -sermayeyi- teptikleri söylenmektedir. Dahası devletlerin bu tür piyasaya müdahale girişimlerinin tümü son tahlilde beyhude ve hatta kendi kuyusunu kazar nitelikte görülmektedir. Küreselleşme ideolojisinin önemli bir parçası, ulus-devletlerin, ekonomik ilişkilerin örgütlenişinde artık önem taşımadıkları, küresel güçler tarafından baypas edilmiş oldukları iddiasıdır. Devletin küresel piyasaya müdahalesinin işleri iyileştirdiği değil, kötüleştirdiği varsayılmaktadır -bu argüman, devletlerin bizzat sermaye lehine sık sık müdahale ettikleri gerçeğini görmezlikten geliyor.
Yine de eğer devletler, Marks’ın öğretmiş olduğu gibi “dünya pazarının ´çerçevesi içinde” varoluyorlarsa, yine onun altını çizdiği gibi, “bir devletler sisteminin ´çerçevesi içinde” de varoluyorlar. Bu devletler sistemi, kapitalist dünya pazarının oluşturulması ve sürdürülmesi için gereklidir ve dolayısıyla eğer dünya pazarı pürüzsüz işleyecekse vazgeçilmezdir. Ama bunun tersi doğru değildir. Devletler sistemi, dünya piyasa sisteminin sömürücü çerçevesinden vazgeçebilir, aşağıdan sınıf mücadeleleri bu devletlerin kendilerini dönüştürmeye hizmet ettiği sürece. O halde, devlet üzerindeki mücadele, emperyalizmin daha büyük küresel siyasal-ekonomik gerçekliğiyle hiçbir zaman ilişkisiz değildir.
Marks’ın tahlili, kapitalist küreselleşmenin tarihsel bir bitim noktası değil, ama neredeyse kesinlikle kendi çözülüşüne varacak, işçi sınıfı enternasyonalizmi biçiminde kendi anti-tezini üretecek süre giden bir gelişme süreci olduğunu ortaya koydu. Kısa kapitalist zafercilik döneminde, yirminci yüzyılın son on yılında, bu tür görüşler önemsiz görülerek anında bir kenara atılırdı. Ama o zafercilik dönemi artık büyük ölçüde geride kaldı. Yeni binyılın ilk yılının yarısı boyunca, kapitalist küreselleşmeye bir hayaletin musallat olduğu görüldü: yeni bir enternasyonalizm hayaleti
NOTLAR
1) Asya tipi üretim tarzı konusunda bkz. Umberto Melotti, Marx and the Third World (Londra: Macmillan, 1972).
2) 1860’larda Marks’ın sömürgeciliğe ilişkin görüşlerindeki, daha sonraları “azgelişmişliğin gelişimi” olarak adlandırılacak koşulları vurgulayan bir tahlile doğru bu değişim, bir çok eserde yoğun olarak işlenmiştir -ama bu değişim, külliyatta hala sık sık gözden kaçırılmaktadır. Bkz. Horace B. Davis, Nationalism and Socialism (New York: Monthly Review Press,1967) sf. 59-73; Kenzo Mohri, “Marx and Underdevelopment”, Monthly Review, cilt 30, no:11 (Nisan 1979), sayfa 32-42; Suniti Kumar Ghosh, ‘Marks on India’, Monthly Review, cilt 35, no 8 (Ocak 1984), sayfa 39-53.
3) Karl Marks, On the First International (New York: McGraw Hill,1973) sf.174.
4) T.Ellison, The Cotton Trade of Great Britain (New York:Augustus M. Kelley, 1968) sf. 98.
5) ABD elçisinin oğlu olarak Henry Adams, Marks’ın da katıldığı Londra’daki St James’ Hall’deki tarihi 1863 toplantısında bildirdi. Adams, Britanya işçilerinin “tarihlerinde neredeyse emsali olmayan” bir duruş aldıklarını ileri sürerek Marks’la benzer bir sonuca varmıştır. İşçi sınıfı tarihindeki bu hayati mücadele için bkz., Philip Foner, British Labor and the American Civil War (New York: Holmes and Meier, 1981).
6) Bkz. Henry Collins ve Chimen Abramsky, Karl Marx and the British Labour Movement: Years of the First International (New York: St. Martin’s Press, 1965); L.E. Mins ed., The Founding Of the First International: A Documentary Record (New York: International Publishers, 1937).
7) Kahramanca duruşları için Britanyalı işçileri överken Marks, Köleliğin Kaldırılış Bildirgesi’nin hemen ardından, Manchester işçilerinin birlik davasını desteklemek için Ocak 1863’teki mitinglerinden sonra bir teşekkür mektubu yazan Lincoln’ün görüşleriyle uyum halindeydi. Lincoln, 19 Ocak 1863’teki mektubunda şöyle yazmıştı: “Manchester’daki ve bütün Avrupa’daki işçilerin, bu krizde katlanmak durumunda kaldıkları acı ve sıkıntıları biliyor ve derinden üzüntü duyuyorum. İnsan hakları temelinde kurulmuş bu hükümeti devirme ve yerine insan köleliğine dayanan bir hükümet getirme girişiminin, Avrupa’nın tercihine muhtemelen mazhar olacağı, sıklıkla ve hevesle söylenegelmiştir. Sadakatsiz yurttaşlarımızın, bu girişimi gerçekleştirme amaçlı eylemleri nedeniyle Avrupalı işçiler keskin bir sınamaya maruz kalmışlardır. Bu koşullar altında, sorun üzerindeki kararlı beyanlarınıza, yüce Hıristiyan kahramanlığının herhangi bir çağda veya herhangi bir ülkede aşılmamış bir örneğinden başka bir gözle bakamıyorum. Bu, gerçekten de, hakikatin içsel gücünün ve adalet, insanlık ve özgürlüğün nihai ve evrensel zaferin enerjik ve ilham verici bir teminatıdır.” Foner tarafından, British Labor and the American Civil War, sayfa 43’te aktarılıyor.
8) Bkz. Karl Marks ve Friedrich Engels, On Colonialism (New York: International Publishers, 1972),sf 124,160; Melotti, Marx and the Third World, sf. 114-123; Davis, Nationalism and Socialism, sf. 63-65.
9) Marks’ın Britanya’yı “sermayenin metropolü” olarak ele alması konusunda özellikle bkz. Marks, On the First International, sf. 172; Capital, cilt 1, bölüm 30, dipnot 7.
10) Alfred Maizels, ‘Commodity Market Trends and Instabilities’, UNCTAD Review (1994), sf. 53-56.
11) Sistematik bir tahlil için bkz. Fred Magdoff, John Bellamy Foster ve Frederick H. Buttel, eds, Hungry for Profit: The Agribusiness Threat to Farmers, Food, and the Enviroment (New York: Monthly Review Press, 2000).
* Monthly Review dergisi editörü, kaynak: cosmopolitik dergisi, ilkbahar-yaz 2002, sayı:3. “Marx and Internationalism”, Monthly Review, Temmuz/Ağustos, 2000, sayı: 52, no:3, sf. 11-22, Türkçesi: Ali Ekber