ABD’de New Deal’in hemen öncesinde çalışma saatleri münazara edilirken tek bir amaç vardı: İstihdamın artırılması (çalışanların kendilerine daha fazla zaman ayırabilmesi, hayatın tadını çıkarabilmeleri münazaracılar açısından bir “amaç” değildi). Formül basitti: 40 saat ve daha fazla çalışanlar 30 saat çalışmaya başladıklarında aynı üretimin yapılabilmesi için daha fazla insanın çalıştırılması gerekecekti. Hatta formülün geçerliliği Kellogg gibi […]
ABD’de New Deal’in hemen öncesinde çalışma saatleri münazara edilirken tek bir amaç vardı: İstihdamın artırılması (çalışanların kendilerine daha fazla zaman ayırabilmesi, hayatın tadını çıkarabilmeleri münazaracılar açısından bir “amaç” değildi).
Formül basitti: 40 saat ve daha fazla çalışanlar 30 saat çalışmaya başladıklarında aynı üretimin yapılabilmesi için daha fazla insanın çalıştırılması gerekecekti. Hatta formülün geçerliliği Kellogg gibi vakalarla (http://www.beseridurumlar.org/dda15.html) kanıtlanmış durumdaydı. New Deal ise bu münazarayı buruşturup çöpe atıyor, uzun çalışma sürelerinin dokunulmazlığını koruyor ve istihdamı devlet girişimleriyle sağlama yolunu açıyordu.
Yüzyılın başlarından 1930’lara kadar ABD’de ilginç bir dönem yaşanmıştı. Bu dönemde, teknoloji ve çalışma süreçlerindeki değişiklikler sonucu verimlilik olağanüstü artmıştı. Birkaç rakam vermek gerekirse, 1920-27 arasında, sadece yedi yılda, ABD’de imalat sektöründeki verimlilik yüzde 40 artmıştı. 1919-29 arasında, yani Büyük Bunalım’ın başladığı yıldan önceki 10 yıl boyunca, imalatta emek/saat çıktısı her yıl yüzde 5.6 artmıştı. (1)
Yüzyılın ilk çeyreğinde pazardaki mal ve hizmetlerin Amerikan çalışanları tarafından tüketilemeyecek düzeyde artması, büyük reklam devrimini ve kredi kartı devrimini başlatıyordu. İç savaştan 1900’e kadar bakkallarda Baker’s (çukulata) dışında bir “marka”ya hemen hemen rastlanmayan, “Coca Cola” olarak bilinen ürünün bir “baş ağrısı ilacı” olarak eczanede satıldığı ülkede, markalaşma ve reklam histerisi kısa sürede binlerce markayla beraber önemli bir tüketim artışı sağlayacaktı.
Tüketim ekonomisti Hazel Kyrk 1923’de (“A Theory of Consumption”), aşırı üretim ve teknolojinin yol açtığı işsizliğin, çalışan sınıfın “lüks tüketim”e yönlendirilebilmesi halinde hafifletilebileceğini, hatta ortadan kaldırılabileceğini söylüyordu. Kyrk’e göre, “zenginlere özgü lüksler”, “fakir sınıfların gereksinimlerine dönüştürülmeli”ydi.
Otomobil teknolojilerinde yarattığı irili ufaklı devrimlerle “ülkenin en zeki çocuklarından biri” olarak anılmayı hak eden Charles Kettering, General Motors Laboratuarları’nın yöneticisi olduğu günlerde ve Wall Street’in çökmesinden sadece dokuz ay önce hâlâ şöyle diyordu: “Ekonomik başarının anahtarı, tatminsizliğin organize bir biçimde yaratılmasıdır.”
Öte yandan borsanın çöktüğü 1929 yılına gelindiğinde, ABD’de satılan radyo, otomobil ve mobilyanın yüzde 60’ı artık krediyle satılıyordu.
New Deal’le Amerikan devletinin istihdam sorununu çözmek üzere devreye girdiği günler,Türkiye’de, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin şemsiyesi altında devlet yatırımlarının başladığı ve devletin “en büyük işveren” konumuna yol açacak sürecin başladığı günlerdir. Bu sürecin sonuçları ve “ekonomik gelişme” için ne yapılması gerektiği konusunda 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra giderek hızlanan münazara süreci ise hâlâ devam ediyor.
New Deal’in ve “devlet eliyle TC iktisadi kalkınması”nın başladığı günlerden yaklaşık 70 yıl sonra, 6 Aralık 2004 tarihli Radikal gazetesinde yayınlanan Neşe Düzel röportajında (http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=136446) bir emekli işçi, Mehmet Tıraş, devlet tarafından istihdam sağlanmasının Türkiye versiyonunda yaşananları şöyle eleştiriyordu:
“Diğer yerlere göre çok az çalışıyorsunuz, çok ücret alıyorsunuz. Ben sekiz saatlik bir işgününde 137 dakika çalışıyordum. Çünkü dört kişinin yapması gereken işi, biz on altı kişiyle dönüşümlü yapıyorduk.”
Tıraş bu sözlerle devlet işletmelerindeki “verimsizlik”in altını çiziyor, az sonra da şunları ekliyordu:
“KİT’lerde verimlilik diye bir şey yoktur. Köylü temiz buğdayını tüccara, bitlisini TMO’ya verir. İşçiler özel sektörde gösterdiği performansı kamuda göstermez. Çünkü özelde rekabet vardır, ancak başarırsa bir yere gelir.”
Tıraş, daha önce çok sayıda kişinin vurguladığı “verimsiz devlet işletmesi”ni bu kez bir akademisyen ya da köşe yazarı olarak değil, bir çalışan, “fakir sınıflar”ın bir temsilcisi olarak gündeme getiriyordu. Onun bir kez daha vurguladığı bu gündemde, ABD’de işsizliğe, hemen ardından da devletin ekonomiye müdahelesine ve “devlet eliyle istihdam”a yol açan verimlilik, 70 yıl sonra ve elbette çok farklı koşullarda “devlet eliyle istihdam”ın eleştirisinde münazaranın ortasında yer alıyordu. (2)
Bu kez verimliliğin kod adı “Çin”
Üçüncü bin yıl başlarında, bir kez daha kitlesel işsizliğe yol açan bir aşırı verimlilik döneminden geçildiği ve verimliliğin adının bu kez “Çin” olduğu söylenebilir.
Ama bu kez işsizlik, “Üretim”in kaynağı olan ulusal sınırlar içinde değil, onun, bir bakışta aşık olduğu “Verimlilik”e kavuşmak için kaçıp terkettiği ulusal sınırlar içinde yaşanıyor.
Temmuz 2004’de Almanya’daki haftalık çalışma süresini artırma “anlaşmaları”ndan bir yenisi Mercedes tarafından yapılıyordu. Yüz küsur yıllık mücadele sonucu Alman işçisinin 1980’lerden itibaren elde ettiği 35 saatlik haftalık çalışma süresi bu anlaşma ile tekrar 40 saate çıkarılıyor, ücretler de yüzde 10 azaltılıyordu. Mercedes işvereni, anlaşmanın kabul edilmemesi halinde Mercedes C Sınıfı otomobillerinin Stuttgart yakınlarındaki Sindelfingen fabrikalarından Güney Afrika’ya taşınacağını söylemişti (http://www.guardian.co.uk/business/story/0,3604,1268238,00.html). Anlaşmanın Mercedes’teki “verimliliği” artırması ve şirkete yılda 500 milyon euro kazandırması bekleniyor.
Bundan önce benzer bir “anlaşma” gene Almanya’da, Siemens’de yaşanmıştı (http://www.evrensel.net/04/06/27/sendika.html):
“Siemens ile haftalık çalışma süresinin uzatılması konusunda anlaşan IG Metall, Noel ve izin paralarının kesilmesine de onay verdi. Sendika yöneticileri, bu şekilde işyerlerinin güvenceye alındığını iddia ediyor. IG Metall İkinci Başkanı Berthold Huber, Frankfurt’ta yaptığı açıklamada, ‘Siemens’in üretim merkezinin Almanya’da kalmasını sağladık. Siemens’i ciro hesabı yaparak çalışanların sayısını da buna endekslemesi planlarından vazgeçirmeyi başardık’ dedi. Siemens tekeli ise yapılan anlaşmayı ‘sağduyunun zaferi’ olarak değerlendirdi. Siemens Şefi Heinrich v. Pierer, ‘İşyeri temsilcilerimiz, IG Metall ve Siemens imzaladıkları işyeri sözleşmesiyle Almanya’daki endüstri işyerlerinin korunabileceğini ispatlamış oldular’ diye konuştu. Siemens yönetiminin 31 Mart 2004 tarihli toplantısında, verimliliğin düşük olduğu ve üretimin başka ülkelere kaydırılma tehdidinin bulunduğu bir dizi fabrikayı tespit ettiğine dikkat çeken Pierer, ‘Şimdi sıra bu sorunları çözmekte’ dedi..” (27 Haziran 2004 tarihli Evrensel’den)
Siemens’de -Mehmet Tıraş’ın göğsünü herhalde gururla kabartacak- yeni sözleşme ile cep telefonu üretiminde çalışan dört bin işçinin yıllık çalışma süreleri 1760 saate çıkarılıyor ve ücret denkleştirilmesi yapılmıyordu. Ayrıca siparişlerin arttığı dönemlerde haftalık çalışma süreleri 40 saati aşabilecek, siparişlerin gerilediği dönemlerde ise azalabilecekti.
2004 temmuzu ortalarında Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac ise, Fransız işçilerinin haftada 35 saatten fazla çalışabilmesi gerektiğini belirtiyor (http://money.cnn.com/2004/07/15/news/international/daimlerchrysler.reut/index.htm) ve hükümete, rekabet gücünü artırmak amac
ıyla çalışma süreleri ile ilgili kısıtlamaları gevşetmeleri için şirketlerle görüşmelerini taviye ediyordu.
Gene aynı günlerde İngiltere’de çalışanların yılda sekiz gün daha ücretli izin yapması hakkı onaylanıyordu. Bundan bir süre önce GMB sendikası tarafından İngiliz İşçi Partisi’ne tahsis edilen 750 bin sterlin seçim yardımının askıya alınması kararlaştırılmıştı. (http://news.independent.co.uk/uk/politics/story.jsp?story=544726). Sekiz gün ek ücretli tatil kararından yaklaşık iki ay sonra İngiliz İşçi Partisi’nin Brighton’daki konferansında (http://politics.guardian.co.uk/labour2004/story/0,14991,1316281,00.html) Pat Healey’nin hükümeti İngiliz askerlerinin Irak’tan çekilmesi için tarih vermeye çağıran önergesi, delegelerin yüzde 40’ını kontrol eden ve içinde GMB’nin de bulunduğu dört büyük sendikanın karşı çıkması sonucu delegelerin yüzde 80’i tarafından red edilecekti.
“Yerli malıcılar”ın direnci
“Çin cazibesi” (ucuz emek cennetleri; gerçekten Çin’de ya da başka bir yerde) karşısında çalışanlarının bir kısmını işten atarak ya da daha az paraya daha çok çalıştırarak önlem alan veya cazibeye teslim olup mutluluğu “verimlilik artışı” sağlayacağı yerde arayan işverenlerin yanında, lobi ve hukuk yöntemlerini birleştirerek karşı saldırıya geçenler de var; bu sonuncu grubun karşı saldırısına karşı saldırıyla cevap veren, Verimlilik’in kendisine değilse de çocuklarına iştahla bakanlar da..
1 Aralık 2004 günü Amerikan Tekstil ve Giyim İthalatçıları Birliği (USA-ITA) mahkemeye başvurarak, hükümetlerinin “Çin ürünlerine karşı önlemler alması”na dur diyecek bir karar alınmasını talep ediyorlardı (http://english.aljazeera.net/NR/exeres/BB3CC3EB-AE54-4D12-858C-9781430194C5.htm).
Çin tekstil ürünlerine yıllardır uygulanan kotaların başka ülkelerde olduğu gibi ABD’de de 1 Ocak 2005 itibarıyla kaldırılması sonucu ürünlerinin “küresel rekabet”e dayanamayacağından korkan “yerli malı” şirketleri bu ülkede ne zamandır lobi yapıp sınırlamaların sürdürülmesini istiyor. İthalatçılar ise, USA-ITA’nın talep ettiği gibi, kotaların söz verildiği tarihte, mızıkçılık yapılmadan kaldırılmasını istiyor.
Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne 2001’de girişinde, kotaların 2005’de kaldırılması kararına iliştirilen bazı hükümler, lobicilerin dayanak noktasını oluşturuyor. Bu hükümler, “pazarda çöküntüye [disruption] yol açması” ya da “ticaretin düzenli gelişimi”ne engel olacak bir tehdit yaratması halinde, bir DTÖ üyesinin Çin’den tekstil ürünleri ithalatını sınırlandırmaya devam edebilmesini öngörüyor.
Türk şirketlerinin aktif olarak katıldığı bir uluslararası lobi faaliyeti olan “İstanbul Deklarasyonu”nun (3) Brüksel toplantıları sonunda, 17 Haziran 2004’de bir bildiri yayınlanmıştı (http://www.zaman.com.tr/?bl=ekonomi&alt=&trh=20040618&hn=60835). Altında 47 ülkeden “temsilciler”in imzası bulunan bildiride, “2005’de kotaların kalkmasıyla, Çin’in çoğu gelişmekte olan ülkelerde 30 milyon kişinin işsiz kalmasına yol açabileceği” vurgulanıyor, bu durumdan da en fazla kadınların etkileneceği belirtiliyor ve kotaların kaldırılmasının ertelenmesi için “Dünya Ticaret Örgütü’ne doğrudan başvuruda bulunulacağı” açıklanıyordu.
Brüksel toplantılarının destekçilerinden İstanbul Tekstil ve Hammadde İhracatçı Birlikleri (İTHİB) Başkanı İsmail Gülle, bir hafta kadar önce de Takvim gazetesine yaptığı açıklamada (http://www.takvim.com.tr/2004/06/11/eko101.html), “Özel sektör kendi imkânlarıyla ne kadar yaparsa yapsın, tedbir almanın sonu yok. Devletin birtakım önlemler alması, konuya el atması gerekiyor” diyordu.
KİT’lerdeki verimsizliğin altını çizen ve “özelde rekabet vardır, ancak başarırsa bir yere gelir” diyen Mehmet Tıraş da, Grover Norquist de, ulusal ve uluslararası devletlerin koridorlarında koşuşup lobi yapan “yerli malıcılar”a midesi bulanarak bakıyor olsa gerek.
Öte yandan, Amerikan, Türk ya da başka ülke lobicilerinin, Üretim’in Verimlilik’e kaçması konusunda, aşık olduğu kişi elinden kaçan ya da kaçmak üzere olan her insanın yapabileceği şeyleri yaptığı, normal tepkiler gösterdiği söylenebilir. Ama bu tepkilerin, Brüksel bildirisinde ne denirse densin, “durumdan en fazla etkilenecek kadınlar”ın ya da “işsiz kalabilecek milyonlar”ın üzerine titremekle bir ilgisi olduğu herhalde iddia edilemez.
Üstelik Üretim’in Verimlilik’e kaçtığı ne günler, bu kaçış sonucunda işsiz kalan ne milyonlar, bu milyonlara uygulanan ne kanunlar görmüştür bu dünya. Çin’in, 30 milyonun lafı mı olur?
“Her yerde” neden “dilenci var”, kraliçem?
Bundan uzun bir süre önce milyonlarca işsize, sadece işsiz olduları için uygulanan kanunlardan bazıları (4) şöyledir:
– Arabanın arkasına bağlanıp vücudundan kan akana kadar kırbaçlanacak, sonra doğduğu yere ya da son üç yıldır yaşadığı yere gidip kendisini işe vereceği üzerine yemin ettirilecektir.. İkinci yakalanışında serseri aynı kırbaç cezasına çarptırıldıktan sonra bir kulağının yarısı kesilecektir. Üçüncü yakalanışında ise idam edilecektir. (İngiltere, Henry VIII, 1530)
– İşsiz çalışmayı red ettiğinde, kendisini işsiz olarak teşhis eden kişiye köle olarak verilecektir. Efendisi köleyi ekmek ve su ile, sulandırılmış et suyu ile ya da uygun gördüğü et artıkları ile besleyecektir. Efendinin kölesini, kırbaç ve zincirle, ne kadar iğrenç olursa olsun, her türlü işte çalıştırmaya hakkı vardır. Bir gece mevcut olmaması halinde köle ömür boyu köleliğe mahkûm edilecek ve alnına ya da sırtına “S” harfi basılacaktır. Üç kez mevcut olmaması halinde köle idam edilecektir. (İngiltere, Edward VI, 1547)
– 14 yaşından büyük dilenciler, birinin onları iki yıl hizmetine almaması halinde, kırbaçlanacak ve sol kulaklarından damgalanacaktır. İkinci yakalanışta, yaşı 18’den büyük olanlar, birinin onları iki yıl hizmetine almaması halinde idam edileceklerdir. Üçüncü yakalanışta, koşulsuz olarak idam edileceklerdir. (İngiltere, Elizabeth, 1572)
18. yüzyıla kadar yürürlükte kalan bu kanunların benzerleri Avrupa’nın başka yerlerinde de çıkarılıp uygulanmıştır. Fransa’da, Louis XVI tarafından 13 Temmuz 1777’de imzalanan kararname, 16-60 yaşlarındaki herkesin, kendisini geçindirecek bir kaynağı ya da bir mesleği bulunmaması halinde, hapsedilmesini emretmektedir. (5)
İngiltere kraliçesi Elizabeth’in bir tür teftiş ya da müşahede seyahati sırasında ülkenin her yerinde karşılaştığı manzara karşısında sonunda dayanamayıp, “Her yerde dilenci var” (“Pauper ubique jacet”) diye söylenmesine (ya da belki bir çığlık atmıştır) neden olan şey nedir? İngiltere’de yaşayan insanların çalışmaktan nefret etmesi ve ucunda idam olduğunu bildikleri halde dilencileşmesi mi?
İngiltere’de 14. yüzyıldan başlayarak milyonlarca köylünün üretim ortamlarından kopmasına, kadın, erkek ve çocuk milyonlarcasının kasabaların ve şehirlerin yolunu tutmasına, yüz binlercesinin dilencileşmesine yol açan şey de, Üretim’le Verimlilik arasındaki aşktan başka bir şey değildir.
Eski feodal yapının dağılıp toprak mülkiyetinin sadece el değil, karakteristik de değiştirdiği ve tarımda kapitalist ilişkilerin oluşmaya başladığı bu süreçte, Hollanda’daki yün imalatında yaşanan gelişme sonucu İngiliz yününe talebin artması ve yün fiyatlarının yükselmesi, insanın topraktan kopuşunu hızlandırmıştır.
Çitle çevrilmiş insansız arazilere koyun
ların yerleştirilmesine değinen 1772 tarihli bir belgede (“Inquiry into the Reasons for or against Enclosing Open Fields”) şöyle denmektedir (6):
“Northamptonshire ve Leicestershire’de ortak araziler büyük ölçekte çitlenmiş ve çitleme sonucu yeni arazilerin çoğu meraya dönüştürülmüştür. Bunun sonucunda, daha önce 1500 dönüme ekim yapılan arazilerde şimdi 50 dönümden küçük alanlara ekim yapılmaktadır. Eski evlerin, ağılların ve ahırların kalıntıları, daha önce burada yaşandığı”nın yegâne izleri olarak durmaktadır. “Pek çok köyde yüz ev ve aileden geriye sekiz ya da on aile kalmıştır… 4 ya da 5 varlıklı sürü sahibinin, daha önce 20 ya da 30 çiftlik sahibi ve bir o kadar küçük kiracı ve köylünün elinde olan büyük bir araziyi ele geçirmesi az rastlanan bir durum değildir. Bunların hepsi, aileleri ile birlikte ve kendileri tarafından istihdam edilip desteklenen başka aileler ile birlikte, hayatlarını kazandıkları kaynaktan koparılıp atılmışlardır.”
18. yüzyıl sonlarında, “ortak arazilerin çitlenmesi için kanun yapılması”nı talep eden Sir F.M. Eden, ekilebilir arazilerin otlağa dönüştürülmesini şöyle rasyonalize etmektedir (7):
“Ekilebilir araziler ile otlaklar arasındaki uygun orantının sağlanması gerekmekteydi. 14. yüzyılın tamamı ve 15. yüzyılın büyük bir bölümünde 2, 3 ve hatta 4 dönüm ekilebilir araziye 1 dönüm otlak düşüyordu. 16. yüzyılın ortalarında bu oran, 2 dönüm ekilebilir araziye 2 dönüm otlak, daha sonra 1’e 2, sonunda da olması gereken biçimde 1’e 3 olarak değişmiştir.”
“Verimlilik” kimdir?
Bundan 200 yıl önce Sir Eden, altını çizdiği “uygun orantı”nın ne ve kim için “uygun” olduğunu hiç düşünmemiş olabilir mi? 2004’den itibaren Mercedes’de sağlanacak verimlilik, kim açısından ne tür bir verimliliktir? Mehmet Tıraş verimlilikten söz ederken ve bunun KİT’lerdeki eksikliğinin hemen ardından özel sektördeki rekabete vurgu yaparken, rekabetle gelecek verimliliğin kim açısından nasıl bir yarar sağlayacağını hiç düşünmemiş olabilir mi?
Öte yandan, Verimlilik’e aşık olan Üretim ne kadar genel bir addır. Bu adın ifade ettiği şeyin, somut mal ve hizmetler gibi görünse de, aslında tıpkı Verimlilik gibi nominal bir değer olduğunu belirtmek gerek. Yani aşık olan, mesela “10”, aşık olunan, mesela “yüzde 80”, terkedilen ise, mesela “yüzde 20″dir.
Son olarak, Mehmet Tıraş’ın yakındığı “TC tarzı devlet eliyle istihdam” ile “Amerikan tarzı New Deal” arasında, onca farka rağmen çok önemli bir ortaklık olduğu söylenebilir: Her ikisinde de devletin kritik ve mutlak işlevi, kapitalist üretim dinamiklerine ve kapitalist pazar dinamiklerine yatırım olmuştur. İlkinde, bu dinamiklerin henüz gencecik bir filiz olduğu topraklarda ve o filiz evresinde yaşanan sorunlar nedeniyle; ikincisinde, dinamiklerin en ileri olduğu topraklarda ve ancak o kadar ileri olduğu bir evrede yaşanabilecek sorunlar nedeniyle.
Dinamikleri göklere çıkarıp devleti yerin dibine batırmak ise ne sadece Tıraş’a, ne de Norquist’e özgü. Hatta devleti, varlık nedeniyle beraber ele alarak eleştirenlere, özellikle yaygın medyada son zamanlarda neredeyse hiç rastlanmıyor. Yoksa devletin, dinamiklerin yaşatılması dışında bir temel varlık nedeni mi var ya da dinamikler açısından devlet -500 yıldır yaşananlara rağmen- bir ayak bağı falan mı?
(1) Veriler ve Kyrk ile Kettering alıntıları için kaynak: The End of Work, Jeremy Rifkin, Tarcher/Putnam, 1996
(2) “Devlet girişimiyle istihdam”ın Amerikan ve Türk versiyonları arasında da, 1933’ün ABD’si ve Türkiye’si arasında da, 1933 ile 2004’ün dünya koşulları arasında da çok önemli farklar olduğunu söylemek gerek. ABD’de New Deal, üretimdeki verimliliğin başdöndürücü hızla gelişmesi sonucu ortaya çıkan işsizliğe ve tüketimin üretimle aynı düzeyde artmamasına bir çözüm olarak ortaya çıkmıştı. Devlet eliyle TC iktisadi kalkınması ise, değil aşırı verimlilik, üretim ve tüketimin çok alt düzeylerde seyrettiği, özel girişimin ya da özel sermaye yatırımlarının çok alt düzeylerde seyrettiği bir ekonomide bir istihdam ve tüketim kapasitesi yaratma yöntemi olarak ortaya çıkmıştı. Ayrıca, ABD’de sermaye birikimini ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinde ulaşılan üretim gücü ve kapasitesini mümkün kılan “bir kıta dolusu doğal kaynak” ve dev iç pazarın, “Osmanlı İmparatorluğu” için olsa da ufacık Türkiye açısından asla söz konusu olmadığı da ortada. 1933’de Amerikan üretiminin dış pazarlarda emilmesini engelleyen dünya koşullarının çoktan değişmiş olduğunu da (bu, 2004 koşullarında Amerikan üretiminin dış pazarlarda sorunsuzca emilebildiği anlamına gelmese de) eklemek gerek.
(3) Dünya Ticaret Örgütü Genel Direktörlüğü’ne yazılmış bir mektup olan ve ABD başkan adayı Kerry tarafından da imzalanmış bulunan İstanbul Deklarasyonu, örgütü bir olağanüstü toplantıya çağırıyor ve dünya çapında tekstil kotalarının kaldırılacağı tarihin 2005’den 2007’e ertelenmesini istiyor.
(4) Kapital 1. Cilt, Karl Marx, Bölüm 28 (http://www.marxists.org/archive/marx/works/1867-c1/ch28.htm)
(5) Aynı kaynak
(6) Kapital 1. Cilt, Karl Marx, Bölüm 27 (http://www.marxists.org/archive/marx/works/1867-c1/ch27.htm)
(7) Aynı kaynak