Canavar Domates Hoşgeldi- Tracy Deliismail

Geçenlerde Canavar Domates Türkiye’ye uğramıştır. Avrupalı çevrecilerin ödünç verdikleri tombul ziyaretçi vesilesiyle dünyanın çoğu yerinde olduğu gibi Türkiye’de de son birkaç yıl tarımda ve dolayısıyla sofralarımızda ürkütücü denilebilir bazı şeylerin döndüğünün anlatılması fırsatı doğdu.

1995’te Uruguay Round ile dünya tarımının DTÖ’ye girmesiyle ürün fiyatlarının hızlanan inişleri ve IMF’nin tarıma yönelik yapısal metalaşma yapılandırmalarıyla vurulan çaresiz çiftçiye, üzerinden uygulanan bu yöntemle, “canım” yemeklerimizle oynatıldığı ve ülkeye kontrolsüz sokulup insan, hayvan, ve yerli bitki türlerimizin sağlığının tehdit altında olduğu anlatıldı.

Bu bilgilerin yayılması umuduyla GDO’ya Hayır platformu gönüllülerinin organizasyon ve bilgilendirme hazırlıkları bolca takdiri hak ediyor. İlk yaklaşımda zor kavranılan GDO (“genleri değiştirilmiş organizmalar”; “organizma,” canlı varlık demek) meselesi hakkında bilimsel fakat rahatça okunur kampanya malzemeleri ve basın bildirmeleriyle, birkaç hafta içerisinde çok sayıda bölge ve şehirde Domates arkadaşı şişire şişire meydana çıkıp anlatıp, imza toplandı. Kampanya, Türkiye’nin birçok bölgesini temsil eden 32 kadar sivil toplum örgütünün aralarında koordinasyon sağlanarak gerçekleştirildi. Böylece Türkiye’nin (post-)modern tarihinde belki ilk defa sivil toplum enerjiyle, stratejiyle sermayeden önce davrandı ve kampanyadan sonraki kamuoyunun tepkileri için anketler beklenirken, basın manşetleri olsun sivil alanda konuşulanlar olsun kampanyanın isabetini büyük oranda bulmuş olduğunu gösteriyor. Bu makalenin amacı, GDO’ ya Hayır kampanyasının arka planındaki dolaylı/dolaysız bazı detayları vererek tarımın bugünkü boyutlarıyla yeni bir görüşe doğru gitmektir.

TOHUM / ANA

Hayvan, bitki, tüm organizmaların, çevreye uyum sağlamak için zaman içinde ve doğanın kurallarına göre genetik yapısının değişmesi temel bir işlevdir. Evrim teorisinin kilidi olan bu süreçte bitki ve hayvan türlerinin şekil almasındaki etkenlerden biri insan oldu hep. Bir türün en güzel örneklerini seçerek onu yeniden üreme sürecine katıp çoğalması için çabalamıştır. Böylece değişik iklim ve coğrafyalarda bulunan çeşitli ürünlerin şekil almasında uzun ve kısa süreli müdahaleleriyle sağlığımızdaki ve damağımızdaki güzel sonuçları, insanın bitki bilgisi ve seçme kriterlerini ispatladı. Hintli araştırmacı Vandana Shiva’ya göre, 1950-60’ların hacim adına kimyasal gübre ve ilaca dayalı tarımındaki “Yeşil Devrim”‘den başlayarak, bu tarz modern tarım teknolojilerine, genel geçer bir inanç yerleştirilmiştir. Ancak bu teknolojiler, insanoğlunun sofrasında nesillerce hizmet gören bitkilerin tohumlarında taşınan değer ve bilgi birikimi hor görüp tohumu toplumlardaki mana ve bağlarından koparıyor. Anneanne, onun annesi ve onun annesinin kim bilir geçmişte kaç kuşağa kadar uzanan, etrafında örülen kültürüyle birlikte bir seçme-saklama-ekme geleneğinin bugüne kadar getirdiği; sevdiğimiz sebze-meyveleri bu isimsiz damak ve toprak koruyucularına ne denli borçlu olduğumuzu arada sırada hatırlayalım. Parantez içinde, çiftçi hareketleri çatı örgütü Via Campesina, küresel temsilinden dolayı bu konuda söz sahibi: tohum seçme ve saklama işini yapan ekseriyetle kadındır. Bu durum şaşırtıcı değil; ailesinin besleme sorumlusu olarak tarlasından mutfağına girecek ürün için ilgi duyacak herhalde.

Bu miras bize, çiftçi atalarımızın (ninelerimizin) bize bıraktıkları bir mirastır. Gıda şirketlerinin kâr güdüsünün bu mirasa el uzatmasının normal karşılanması aslında bizim doğa ve gıda kaynaklarımızdan ne kadar uzaklaştığımızı gösteriyor. “Haydi ninecim annenin sana verdiği ve geçen seneden sakladığın biber tohumunu bi Monsanto abiye verelim, patentini alsın bundan böyle bizim sırtımızdan kazansın” önerisi hangi evlat yapar? Velakin buna benzeyen tasasızlıkla sofraya oturup çatalını eline alan modern ve postmodern kafalar bizimdir. Devletin toplum-piyasa arasındaki güvence işlevinin gün geçtikçe soyutlanma realitesine kendimizi henüz ayarlayamadık ve güveniyoruz… aşağı yukarı. Güveniyoruz da, bu arada tohum saklayan ninemiz olmaktan çıkıp Cargill, Monsanto oldu. Hem sadece saklamıyorlar, “iyileştiriyorlar.”

GELELİM GDO’LARIN FAYDALARINA

İlgili firmaların “neden GDO’lar?” sorusuna verdikleri, dünyanın açlık sorununa önemli katkı koyacağı cevabı kurumları ve kamuoyunu meşgul ediyor. Kısa süren GDO’larda (veya transgeniklerdeki) bu savın tarihçesine bir bakalım. Aralarında Afrikalıların da olduğu ve açlık çeken bazı ülkelerin GDO’lu gıda “yardımına” karşı çıkmaları, bilinmeyen tehlikelerin, bilinen tehlikelere tercih edilebildiğini gösteriyor. 50’li ve 60’lı yılların sulama ve kimyasal girdi ağırlıklı “Yeşil Devrim”inin dünyaca hasat hacimlerinin yer yer olumlu sonuçlarına karşın, bu tarım teknoloji ve yöntemlerinin getirdiği çevresel-toprak, hayvan, insan, bitki, yeraltı ve yerüstü suları-tahrip fark edilince sürdürülebilir olmadığı anlaşıldı ve organik, ekolojik gibi alternatif modeller arayışlarına başlandı. Hatta BM’in Gıda ve Tarım Örgütü’ne göre yeşil devrimin başlangıcı olan 1950’lerden bugüne kadar yeryüzündeki ekilebilir yüzeylerin beşte birisi bu pratiklerden dolayı ciddi zarar görmüş, verimliliği düşmüş durumda. Bu bedele rağmen dünyada açlıktan her gün ölenlerin sayısı hala 30 bin civarında.

GDO “devrimi” şimdiden Yeşil Devrim kadar iddialı, açlığı ortadan kaldırma gibi sosyal yarar savlarına uzanamaz. Bırakın bilim adamlarının transgenik organizmaların çevredeki etkilerini bilmemelerini ve genetik materyalin serbest dolaşmasındaki kabus senaryolarını ve bunları önlemenin imkansızlığını, toplam ilaç kullanımındaki azalma konusundaki cılız veya noksan sonuçlar gerekçe olarak zayıf kalıyor. GDO’lu ürünler hakkındaki açlığın ortadan kaldırılması çözümünün dayandığı iki alt sav var. Biri, genetik değişiklikle ortaya çıkan dopingli ürün diyebildiğimiz artı-vitaminli ürünler; öbürü, hasatların bolluğu. Birinci meselenin en konuşulan örneği extra A vitaminli pirinç. Bu tür teknolojik “ıslah” girişimlerinin mantığının, sağlıklı beslenme prensiplerini bir an düşünmekle, en iyi ihtimalde tartışmalı olduğunu anlayabiliriz. Açlık, geniş bir besin değerleri yelpazesi-vitamin, protein, mineral, yağ-yetersizliğinden kaynaklanıyor. Besin değerlerinin çeşitliliği, miktarlar kadar önemli. Aç bir insanda tek bir vitaminin arttırılması çok anlamlı değil. GDO’lar aracıyla “iyileştirilmiş” gıdalarla ilgili olan bu sava karşın tarım ve çevre örgütlerinin sözü bu: Açlığa çözüm, yeterince çeşitli gıdaya ulaşılması, hepsi bu kadar. Sorun gıdanın küresel hacimleri değil, “ıslah” edilmesi de değil, yoksa bugüne kadar insanoğlunun, ıslah olmamış gıdalarla bilinmeyen hangi mucizeler sayesinde ayakta durmaya becerdiğini merak etmemiz lazım. Adamın yemeğiyle oynama da, önüne koy!

Hasat hacimlerine gelince, aralarında 1998 kadar eski bir tarihte ABD’deki Tarımsal Ekonomik Araştırma Dairesi tarafından yapılan çok sayıda araştırmaya göre GDO’lu olan ve olmayan hasatların hacim açısından farkı yok sayılacak kadar az. Daha da şaşırtıcısı, başka bir kanaldan bir kilosu hububat-bakliyat, yarım kilosu et-yumurta-süt, yarım kilosu daha meyve-sebze olmak üzere bugün dünyaca kişi başı 2 kilo gıda üretildiğini öğreniyoruz. Açlığı önleyecek olan gıda hacmi ise, hacim mevcutmuş. Ama fakir ülkel
erin kendi ürettiğiyle kendi halkını beslemek yerine ürettiğini satın alan ülkelere ihraç ettiği bir sistemde yaşıyoruz. Bütün ülkeler birbiriyle rekabet ederek herkes serbestçe, özgürce payını elde edecek, kod adı küreselleşme. İlginç, açlık giderme adayı GDO’ları üreten firmaların, çok ilgilendikleri açlığa karşı, ilk akla gelmesi gereken önlem olarak dağıtımın yeniden düzenlemesi ve gıdanın serbest üretilmesine yol açması hakkında henüz bir söz ettikleri yok. Hatta ABD’de özellikle rağbet gören işlenmiş/hazır yemeklere sızdırılan GDO’ları en çok yutan ABD milleti aynı zamanda açlıktan en az çeken milletlerden biri.

YATIRIMLAR KONTRATA BAĞLI ÇİFTÇİDEN DÖNÜYOR

Kimi GDO’lu ürünleri üreten firma yöneticileri dünya açlık durumu için samimi umutlar besleyebilir ama bir konuda emin olabiliriz ve o da firmanın (ve yatırımcılarının) GDO teknolojisine yatırdığı sermayeyi ürün satarak geri kazanma beklentilerinin ağır basması. 80li yıllarda üniversite ve özel laboratuarlarında gıdaların yeniden tasarlanması adı altında genlerin bir türden (diyelim, balık) başka türe (diyelim, domates) aktarılmakta olması halkın kulağına çok da hoş gelmeyebilir diye düşünerek, borusunu fazla öttürmeyen bioteknolojik çalışmalar, 90’lı yıllarla pratiğe-yani piyasaya-dökülünce Avrupa halkı ayağa kalktı ve AB’de GDO’lu ürünler hukuki kısıtlamalarla karşılandı. (Olaya yeni uyanmaya başlayan ABD halkının büyük çoğunluğu sofralık ürünlerinin %70’inin GDO’lu ürünler içerdiğini henüz bilmiyor. ) Ancak yatırımlar yapıldı, bilim adamı mesai yaptı ve birkaç sene çalışması sonucu ana sermayeyi geri kazanma zamanı geldi. Beklenmedik bu tüketici direnişine yakalanan endüstri öyle görünüyor ki, tüketiciye GDO’lu ürünleri sevdirmek için dev reklamcılık kampanyalarıyla uğraşmaktansa çiftçiye yönelik faaliyetlerini sıkı tutuyor. Endüstrinin çiftçi piyasası için hukuki güvencelerle donanması sonucu, bir GDO’lu tohum alıcısına, konvansiyonel tohum alıcısından farklı olarak hukuki bir uygulama tanımlanması/ceza sistemine girmiş bulunuyor. Değiştirilmiş genler bitkilerin patentli tohumlarında kaldıkları için (genlerin insanlarda nesilden nesile geçtiği gibi), GDO’lu tohumların saklanıp yeniden kullanılması kontratlar gereği yasaktır.

PATENT VEBASI, RÜZGARIN ESTİRDİKLERİ VE BAY SCHMEISER’IN BAŞINA GELENLER

Ancak çiftçi her sene parayla tohum almayı kabul ederse doğa kontrat tanımaz. Bitki cinsinin bir içgüdüsü varsa o da yayılmaktır ve tohum ve çiçek tozunun yayılmasında çok sayıda araç bulmuştur kendine. Böcekler taşır, hayvanların tüylerine yapışıp götürülür, kuşlar uçturur, yağmur ve rüzgar savurur.

Geniş bitki örtüsü sağlayan marifetli tohumlarımız ve taşıyıcıları bir Kanadalı çiftçinin başını belaya soktu. GDO’lu türlerle ekilmiş bir komşu tarlasından gelen çiçek tozu veya bir kamyondan düşen tohumlar, Percy Schmeiser’in aynı cins fakat GDO’suz olan kanola tarlalarına bulaşmış. GDO tohumları satan firma temsilcisi Bay Schmeiser’in çiftliğine uğrayıp kontrol etti ve kendi firmasının tohumunu satın almadan kullandığını iddia ederek Percy Bey’e dava açtı. Şu anda birçok yerde çiftçiler, rüzgar veya başka kontrol edilmez etkenler tarafından kendi tarlasının bitkilerine bulaştığı için patent suçu işlediği iddiasıyla mahkemeye çağırılıyor. Percy Schmeiser en son mahkemesinde para cezası ödemekten beraat edildiyse durum dünyanın diğer çiftçileri için netleşmiş olmaktan uzak. En üst Kanadalı mahkeme, patenti olanın asıl sahip olmasını doğrulandı ve Bay Schmeiser’e göre bu bir kazanç; çünkü mal sahibinin kendi malına verdiği zararlardan sorumlu olması lazım. Yine de durumun netlik kazanması, Schmeiser gibi çiftçilerle endüstri karşı karşıya kaldığı zaman mahkemelerden çıkacak olan kararlara dayalı görünüyor.

İki yüz bin dolar avukat parası borcu olan Bay Schmeiser’in 55 sene süren çiftçilik hayatındaki kanola bitkisi üzerindeki çevreye uyum araştırmaları bu hikayenin en acı tarafı oldu. Tohumunu her sene seçip saklardı ve bu uğraşın sonucu, yaşadığı bölgede tam uyumlu ve dayanıklı kanolasıyla övünüyordu Percy Bey. Ancak GDO’lara bulaşmış olan tohum stoğunu bir daha kullanamayacak ve böylece bu çiftçinin ömür boyu çabaları toz duman oldu. İşte milenyumda, bitkide genetik çalışmalar alanında patenti olan ve olmayan arasındaki fark.

FRANSA’NIN TIRPANLARIYLA İHTİYAT PRENSİBİNİN SAVUNCULARI

Zaten GDO’lara karşı en cevapsız argümanlardan biri çiçek tozunun kontol edilemediğidir. José Bové’nin önderliğiyle Fransa’daki “tırpancı” eylemcileri bu noktada duruyor: Kamuoyunun GDO’lara karşı tavrı sonucu Avrupa ülkelerinin market raflarında GDO’lu ürünlerin GDO’lu olduğunu gösteren etiketler tüketiciyi koruyorsa “deneyim” adı altında GDO’lu bitkilerin açık yerde yetiştirilmesi hakkındaki yasalaşma durumu muğlak, ülkeden ülkeye değişiyor ve GDO’ların raflardaki etiketleme disiplini tarlalara gelince “rüzgar gibi geçiyor.” Avrupa’da GDO karşıtlarının savunduğu “ihtiyat ilkesi”nin (“precautionary principle”) anlamı, herhangi bir ürünün insanı veya çevreyi etkileyecek şekilde kullanılmasından önce tehlikeli olup olmadığının bilimsel standartlara göre yeterince ispatlanmasıdır. Halbuki çevre ve insan sağlığı üzerindeki uzun vadeli etkileri meçhul olan bu ürünlerin yayılmasına karşı alınan tedbirlerin en sıkı uygulandığı bölge Avrupa olsa da, görünen, otoritelerin ihtiyat prensibini halk kadar önemsemedikleridir. Açık deneyim tarlaları çevresinde göz yaşartıcı bombalarla karşılanan “tırpancılar,” otoritelerin yasalarda bıraktıkları boşluğu doldurmak için tırpancı eylemlerin çıktığını ve çıkmaya devam edeceğini açıklıyorlar.

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER NET KONUŞUYOR

Peki GDO’ların sağlığıyla ilgili olarak uluslararası uzman kuruluşları ne diyorlar? Birleşmiş Milletler’in WHO (Dünya Sağlık Örgütü), birkaç hafta önce Taylanda’da bir konferansta, GDO’lu gıdaların “insan sağlığına tehlike oluşup oluşmadığının bilinmediği” tarzında nihayet net bir şekilde ifade etmiş oldu. Net olarak bilinmediği için de tüm ülkelerin GDO’lar üzerinde deney yapmalarını hararetle öneriyor. BM’in FAO (Gıda ve Tarım Örgütü) da, geçen yaz sürdürülebilir tarım çevrelerinde şok yaratan bir raporunda tüm ülkelerin GDO’lar üzerindeki “tehlikeleri değerlendirmesi” amaçlayacak deneme ve testlerin titiz bir şekilde uygulamalarını çağırıyor. Ancak, aynı raporda birçok söz konusu ülkenin “gelişmekte” olan kategorisinde olması nedeniyle, kaynak eksikliği yüzünden bu testlerin yapılma koşullarının oluşması olasılığı düşük. Yani: GDO’lu ürünler insan sağlığı için tehlikeli olabilir, o yüzden mutlaka testlerinizi yapmalısınız, kamuoyunuzu bilgilendirmelisiniz, ancak imkanlarınıza bakıldığında ne yazık ki önerilenin uygulanması şansı çok zayıf. Geçen 11 Mayıs’ta Ziraat Mühendislerinin bir basın açıklamasındaki iki cümle, FAO ve WHO’nun bakış açısı Türkiye için yazmış gibi: “Bilinmesine ve yasak olmasına karşın, sağlık ve çevre açısından risk oluşturan transgenik ürünler, yıllardır Türkiye’ye serbestçe girmektedir. Çünkü Türkiye’nin, gümrüklerinde, transgenic ürün analizi yapabilecek laboratuar altyapısı yoktur.” Sonuçta her iki BM kurumu, “ihtiyat ilkesi” olarak bilinen, insana/çevreye zarar gelmesin diye geçici olarak yasaklanıp tereddüt kalmayacak kadar test yapılması ilkesine göre tavsiyede bulunmuyorlar-
kadercilik mi, gerçekçilik mi-ve insan sağlığı kaygılarını bırakarak GDO’ların çevre üzerindeki etkilerine, kısa bir parantezden sonra dönelim.

Canavar Domates kampanyasının sona ermesiyle gazetelerde yetkililerin “artık GDO’lu ürün ülkeye sokmayacağız” mesajına hemen rahatlamak iyimser olacak herhalde. Bir kere, GDO endüstrisinin bilimsel bir dergisinin makalesine göre Türkiye’de birkaç senedir devletin desteğiyle GDO tarla deneylerinin sürdüğü belirtiliyor. Hatta endüstri yazarı, devlet tarafından verilen finansman katkılarına göre Türk devleti için bitki bioteknoloji araştırmalarının bir “önceliği” olduğu kanaatinde bulunuyor. Peki “GDO’ları ülkeye sokmayacağız” ifadelerinin iyi niyetleri, ülkedeki uluslararası bioteknoloji firmalarının kurdukları GDO deneyim tarlalarının sökülmesine kadar uzanacak mı? Yoksa Avrupa’da olduğu gibi etiketleme gibi sofra ürünleri kısıtlamaları üzerinde odaklaşılmakla oy güçlüsü şehirli tüketiciye kulak verilip GDO faturası çiftçi ve tabiata mı kaydırılacak? Gümrükte laboratuarlara gelince, bir bioteknoloji araştırmacısına göre görevlilerin eğitimiyle birlikte bu tarzda kontrol laboratuarlarının sıfırdan kurulması birkaç sene alıyor ve Hawaii’de GDO test laboratuarı kurma çabasında bulunan bir GDO karşıtı gruba göre en basit laboratuar araç gereçlerinin 25.000 USD maliyeti var. Bunların hepsi, ülkede GDO’ların kontrol altına girmesini daha çok bekleyeceğimizi düşündürüyor.

AZTEK PİRAMİTLERİ GÖLGESİNDE TEKNOMISIR

GDO’ların etkilerinin anlaşılması için çiçek tozu ve tohumların dolaşım dinamikleri bilim camiası için yeni bir araştırma konusu oldu. Nitekim 2000’de, her tür GDO üretiminden uzak ve dünyanın en eski mısır çeşitleriyle meşhur olan Meksika’daki Oaxaca bölgesinde bulunan yerli mısır türlerine GDO bulaştığını gösteren veriler bir ara örtbas edilmeye çalışıldıktan sonra yayınlanıp skandal malzemesi oldu. Meksika’nın övündüğü mısır geleneğinin halen trajedyaya uğradığı ve bir kere daha tohum veya çiçek tozunun düşünüldüğünden hızlı ve büyük mesafelerle hareket ettiği anlaşıldı. Bu doğal dinamikler üzerindeki bilgi ve araştırma düzeyinin GDO teknolojisine göre geri kalmışlığı bir mantık açığı arz ediyor. Canlı bir organizmanın laboratuarda değil günün birinde doğal, kontrol edilme şansı kısıtlı bir ortam içinde yaşayacağı unutulmuş sanki. Ve fakat, GDO’ların doğal etkenlerce yayılması, etraftaki hangi yerli bitkinin genlerine girip ne gibi etkiler yaratacağı henüz tahminler konusu. Sonuçta bu yolla doğa değişecek fakat nasıl değişeceğini GDO’ları doğaya saçan firmalar bilmiyorlar ve Oaxaca’daki yerli mısırdaki transgenik materyali bulan California Üniversitesi (Berkeley) çevre bioloğu Dr. Ignacio Chapela da açıkça “bilmiyoruz” diyor.

TEKELLEŞME, EVLİLİKLER, TEKTİPLEŞME

GDO meselesinin en çetin yanlarından birine göz atmak istedim ve o da gıda güvenilirliği ve bioçeşitliği hakkında saydığımız tüm itirazların arkasındaki motor; gıda üretiminin ve işlenmesinin küçüklük ve yerlilikten çıkıp gittikçe şirketleştirilmesi. Ticari düzenlemeler, vapur hatlarından üniversite sosyal faaliyetlerine, hayatlarımızın en mahrem köşelerine uzanıyor. Demokratik temsili meşruiyeti tartışmalı olmasına rağmen yasalaştırma gücünü kullanıp dünyanın ticaret kurallarını şekillendirerek İMF, Dünya Bankası ve özellikle Dünya Ticaret Örgütü sayesinde büyük şirketler gün geçtikçe güçlenmektedir. Gıda sektöründeki tekelleşmenin geldiği nokta ise bakkalımızdaki ürünlerin etiketlerinde belli. Temizlik malzemelerinden temel gıda maddelerine kadar etiketlerinin ön taraflarında açık değilse arkada küçük puntolu yazı veya logolardan yerli bir isim altında Proctor-Gamble, Nestlé, Danone ve diğer dünyaca tanınan markalarından biriyle anlaşmalı olarak üretildiğini anlıyoruz. Kaldı ki bu yeni durumun bilançosunun çıkarılması basit bir iş değil. Ürün seçeneklerinde bir tektipleşme var fakat bu belli bir güvenilirliği beraberinde geliyor.

Öyleyse gıda sektörünün, ortalama tüketicinin gündelik hayatındaki büyük-şirketleşmesi çok olumsuz bir etken olarak hissediliyor mu? (en azında şimdilik ve yoğurt sevenler hariç…). Dolayısıyla şirketleşme trendine karşı olası tepkilerin etkililiği, gündelik hayattaki rahatlatıcı ve çekici taraflarını doğru ve nesnel biçimde algılamaktan geçiyor.

BİLANÇOLARI KARIŞTIRIRKEN

İktisatçıların ifadesiyle gıda sektörü üretim maliyetinin önemli bir kısmını “dışarıya” atıyor ve bu “açık,” çevresel, toplumsal, ve sağlık sorunları olarak bir “eksi” sütunu olup birikmekte. Tüketicinin sağlığıyla ilgili bilinen ve bilinmeyen olumsuzluklar, çevre ve bioçeşitlik için acil tehlikeler ve tarımın şirketleşmesiyle küçük üreticinin geçim olanaklarının daraltılması ve yok edilmesi, bu maliyetin içindedir. Bunu kim ödeyecek? “Çarpık kentleşme”nin sosyolojik, sosyo-ekonomik ve siyasi tahlillerini üreten kentlilerden tarla böceklerine kadar, hepimiz ödeyeceğiz. Ötedeki tarlalardan değil uluslararası piyasadan alınan ürünlerin fosil yakıtı emici nakliyatı, ülkelerimizi karış karış plastik artıklarla dolduran paketleme fazlalığı gibi daha sayamadığım başka olumsuz etkilerin maliyetini katsak büyük firmaların fiatlarının da o kadar “hesaplı” olmadığını görüyoruz. Tabii işlenmiş ürün fiyatlarının yükseldikleri veya sabit kaldıkları bir ortamda düşen ham madde fiyatları, şirketlerin tüketicilerinden çok istifade ettiğini gösteriyor.

Ancak aynı zamanda, tarım sübvansiyonlarının uygulanmadığı her yerde ham ürün fiyatları üreticiyi sıkıştırıp batırırken, kamuoyu ağır-sıkleti, markete giden şehirli tüketici, reyonlardaki fiyatlarda, enflasyon dışında pek bir şey fark etmiyor. Ürünlerin alım ve satış fiyatları arasında derinleşen uçurumu hissetmiyor; rahatsız olan kırda dağılmış, sesi zayıf olan üretici. Sübvansiyon uygulayıcısı Kanada’da bile üretici şikayetçi. Kanadalı bir çiftçi sendikasına göre sübvansiyonlara rağmen Kanada’nın tarım ürünü ihraç kazancı 1988’den 2002’e giden zaman diliminde 10.9 milyar dolardan 28.2 milyar dolara çıkınca net çiftçi geliri aynı zaman içinde 24% azalmıştır. Marketlerdeki işlenmiş gıda fiyatları bu arada sabit durmuş veya yükselmiş; üreticinin fiyatlar yüzünden kaybettiği kazancın firmalara kaydığı görüntüsü var. Öbür yandan sübvansiyonlardan istifade ederek büyük şirketlerin, tarım ürünlerinin ucuzlaştığı 1970’den 2002’e giden zaman içinde Kanada’nın 2-3 milyar dolarlık tarım ihracatını 28 milyar dolara çıkarması, tarım üretimindeki bu 1000% artış yeryüzünde genel bir trend değilse dünyanın hangi ülkelerinin tarım sektörünün küçülmesiyle gerçekleşti? İMF, Avrupa Birliği ve diğer küresel ekonomi şekillendiriciler tarafından tarım sektörlerine sübvansiyon koymayı yasaklanan, şehirleri işsiz çiftçiyle nüfusları şişip “megakent” yaşamının tadına varan birkaç ülke vardır aralarında tahminen.

BUGÜNÜN ÇİFTÇİSİ, YARININ “TARIM-DIŞI DEĞİŞKEN ÜRETİM FAKTÖRÜ”

Kanada’ya dönünce şirketlerin nasıl güçlendiğini gösteren bir istatistikle nokta koyalım: Buğday fiyatları 1988-2002 içinde inerken, Kanada’nın hacim avantajıyla birlikte birim fiyatının düşeceği beklentilerimize karşın ortalama ekmek fiyatı artmıştır bile. Yine de Kanadalı sendika, bunun, tarım-gıda üretim zincirinin içindeki kâr dağıtımı aktörleri arasında değişen güç dengesinden kaynaklandığ
ını açıklıyor. Görünen o ki dünya tarım fiyatlarının bu “dibe doğru yarışı” (“race to the bottom”) birçok dengeyi kırıyor, 1. dünyada olsun 3. dünyada olsun küçük-orta çiftçi geliri çok ciddi boyutlarda gerilemekte. ABD’li bir süt çiftçisi serbest ticaret mağduru bir sürü komşusunun topraklarını terk ettiğini anlatarak tarımın “endüstrileşme”sinin sonuçlarını “yıkıcı” olarak nitelendiriyor ve “ABD’nin tarım politikası köyleri ve sakinleri bir çöle dönüştürüyor. Gıda üretmeye devam etsek de bu ancak bir firmanın işçisi olarak olabilir” diye yakınıyor. Madaley’e göre, istenilen de bu: “Tarımın yükselen verimliliği sanayi ve hizmet sektörleri için insan güçü serbest bırakıyor . . . ticaretin liberalleşmesi yüzünden topraklarını terk eden insanlara geçim kaynağını kaybetmiş olarak değil de bir FAO görevlisinin sözleriyle ‘tarım-dışı değişken üretim faktörleri’ olarak bakılıyor.”

Uruguay Raunduyla tarım sektörünün Dünya Ticaret Örgütü çerçevesine alınmasıyla, gelişmekte olan birçok ülke ürünü ihraç edip döviz kazanacaklarını beklerken, gene FAO’ya göre, “beklediğimizin tersi” olarak, bu ülke kategorisi için ihraç oranlarına göre ithal fazlaları oldu. Türkiye’nin tarım ticaret hesabı da bunu net olarak gösteriyor: 1980’lerden 2000’e giden zaman diliminde tarım ürünlerinin ihracı 2 kat artmışsa ithaller 12 kat artmıştır. DTÖ’nün mutfağında yapılan hesap pazara gelince FAO dahil herkese sürprizler saklamış meğer.

“ÜRETME HAKKI”?

Yeni şirketler-bazlı tarım sisteminde öngörülen, ülkelerin kendi ürettiği gıdalarıyla kendi nüfusunu beslemek yerine, gıdaların ülkeler arası rekabetiyle ucuzlaşıp dünya piyasasında satın alınmalarıdır. Sırf muhasebe açısından mantıklı görünen ama ayrıntılara girdikçe baş edilmesi zor veya imkansız bazı sonuçlara doğru giden bu anlayışa karşı uluslararası çiftçi çatı örgütü Via Campesina’nın ana mesajı “food sovereignty,” yani gıda bağımsızlığı (veya hegemonyası) olarak belirlendi. En kısa tanımıyla gıda bağımsızlığı, ülke düzeyinde olsun, bölge veya birey düzeyinde olsun “halkların gıda üretme hakkı” olarak biliniyor. Bu kavram, bir gerçek üzerine parmak basmaya çalışıyor: Ucuz alım fiyatlarıyla ülkelerin ürün üretiminden vazgeçip de yok olunca dışardan almak zorunda kalmaları. Bu dinamiği birçok açıdan yanlış ve tehlikeli bulan Via Campesina, üretmeyi temel bir “hak” olarak savunuyor. Empoze edilen üretim kotaları ve dıştan alma yüzdeleriyle yerli üretim hem ekonomik hem de hukuki yollarla kısıtlanıyor, hatta yasaklanıyor. Ancak dışa bağımlılığın tehlikeleri bir yana, işsizliğin yüksek olduğu ülkemizde AB’nin, tarımın bugün sağladığı %34 civarındaki istihdam düzeyinden %7-10’a çekilmesini istediği biliniyor. Bu da Türkiye’nin en azından 12-13 milyon insanı demek oluyor. Öngörülen, Türkiye’nin şehirlerinde FAO’nun terminolojisiyle birkaç milyon daha “tarım-dışı değişken üretim faktörünün” iş-aş arayışıyla meşgul olmaları. 2004 işsizlik istatiklerinin gösterdiği “işsiz büyüme” seyrinde bulunan Türkiye’deki AB sohbetlerinde, boyutlara bakıldığında bunun hararetli bir tartışma konusu olmamasına tuhaf demek bile azdır.

“DTÖye KARŞI ÇIK” MESAJININ İKİ YÜZÜ

Küreselleşme karşıtlığının eleştirilerle kısıtlı olması genel geçer bir görüş oldu. Buna “aktivist”liğin bir istisna/azınlık ve kişisel bir hırsa bağlı olarak algılanışını eklediğimiz zaman hareketin temel iki tane zayıflığı tespit etmiş oluruz. “Boş zamanım yok” dedirten telaş-dolu olma-stres sendromu bizim post-endüstriyel, parasallaşmış çağda ortaya çıktı. Peki bu ortamda vatandaşa “DTÖ’ye karşı çık” mesajını önemli bir duruş beyanı olmanın ötesine gidip pratikte neye dönüştürebiliriz? Şirketleşen sofraya ve hayata karşı evlerde yapılabilir bir beyin jimnastiği önerebiliyorum: Aramızda ve kendimize-postmodern ironi refleksimizi bir defaya mahsus bertaraf ederek-bir soruya cevap oluşturmak: Şirketlerin sundukları ürün ve hizmetleri, üretim tarzının maliyetiyle birlikte, kabul ediyor muyuz?

Sanayi üretiminden farklı olarak hizmet denilen meta, örgütlü halklar tarafından, Arjantin’de tanık olduğumuz gibi, büyük oranla ikame edilebilir. Dolayısıyla hizmet ekonomisine sistemin zayıf noktası olarak bakılabilir; bu aynı zamanda örgütlülüğün önemini öne çıkartıyor. Bir örnek gerekirse sendikacı ve çevreci arkadaşım, İspanya’nın birkaç büyük kent ve kasabasına yakın bölgelerde yetiştirilen organik ürünlerin evlere düzenli olarak gittiğini ve hatta okul gibi kamu kurumları için düzenlenmeye başladığını ve hepsinin de vatandaşlarla çiftçiler arasında yapılan anlaşmalar üzerinden düzenlendiğini anlatıyor. İspanya’daki küçük-tarım ürünleri ağına abone olan tüketici, kişisel değerleri doğrultusunda bir çiftçi derneğine bağış yapmıyor. Parası cebinde duruyor ve haftalık sorumluluklarının biri olarak organik ürün ağının işlerine katkısını koyup çiftçiyi doğrudan yaşatıyor, kendisi de topraktan birkaç saat önce çıkartılan saf ve sağlıklı gıda elde ediyor.

ÇIKIŞ

Şirketlerin sundukları işleme ve dağıtım hizmetleri hayatlarımızı kolaylaştırıyor ve bundan çoğu insan, sakıncalarıyla birlikte, hoşnut. Ancak aldığımız ürünlerin gerçek maliyetini iyi anlayıp market fiyatlarına düzeltici tedbirlerle dahil etmesek bir anlamda yediğimizin faturasını bizden sonrakilere veya kendi yaşlılığımıza bırakmış oluruz. İnsan sağlığına alerji, antibiyotiğe dirençlik ve bazı toksisite eğilimleriyle şaibeli olduğunu bildiğimiz GDOların, ABD’nin istatistikteki kanser artışında yansıması için henüz erkense de bu artışın sadece gıdada bulunan olası birçok nedeni var. Bugün bize ön kapıdan parlak ambalajlı pürüzsüz ürünle, arka kapıdan GDO’lar, böcek-bitki öldürücü, sunni gübre ile ham ürünlerdeki kimyasallar, renk-tat-raf ömrü v.s. arttırıcı işlenmiş gıdalardaki kimyasallar, hormonlar, iradyasyon, antibiotik ve deli danasıyla tanıtıyorlar kendilerini. Yarın ise “nanoteknoloji” ve kim bilir başka ne “cesur” yöntemlerle şirketlerin kâr arttırma güdüsüyle, teknolojin her geçen gün geliştirdiği yeni yöntemlerle birleştirerek korkutacaktır. Gıda üretimi ve işlenmesi şirketlerin bünyesine parça parça alınmaya devam ettiği müddetçe sanırım GDO’lara karşı kampanyaları bol sayıda göreceğiz. Hem de, şeker pancarı şekerinin GDO’lu ithal mısırdan tatlandırıcıyla değiştirilmesi projeleriyle kırlarımızdaki serbest üretici aileler nüfusunu asgariye indirerek.

“Seksenli yıllara kadar gıda üretiminde kendine yeten ender ülkelerden biri olan Türkiye”‘nin bu potansiyeli kırsal üreticiye değil şirketlerin ve yatırımcılarının ceplerine kaptırması, yediğimiz yemeğimizin GDO fikir babası büyük şirketlerin insafına bırakılması kadar onur kırıcı, çevreye ve sağlığa zararlı. İstediğimiz bize göre uygun, üreticinin-tüketicinin ortak menfaat ve anlayışıyla korunan, kontrol edilen; kırsalımızı yaşatan, damağı ve doğayı okşayan bir tarım.

Dipnotlar
1 www.gdoyahayir.org
2 Vandana Shiva, Patents: Myths and Reality (New Delhi: Penguin, 2001), 71-2.
3 John Madaley, Hungry for Trade: How the Poor Pay for Free Trade (London: Zed Books, 2000), s. 30. John Madaley, serbest ticaret-tarım-açlık üçgeni hakkında temel kaynak kişidir. Kitapları arasında Food for All: The Need for a New Agriculture, 2003’te Herkese Gıda olarak Çitlembik Yayınlarından çık
mıştır.
4 2003’te Kanada’nın Québec Çevre Bakanlığı ve Tarım Üretici Birliği tarafından, 412 Kanadalı en çok GDOlu tohumu alan büyük çiftlik üreticilerine yönelik bir anketin sonuçlarına göre, bütün beklentilere karşın üreticilerin çoğunun GDOlara karşı ciddi çekincelerin olduğunu ifade ediyorlar. Mesela, cevapların 65%i GDOların insan sağlığı için şüphe yarattığı; 62%ine göre patent sahibi uluslararası şirketlerinin bitkilerin genetik mirasına zararlı bir etkisi olduğu;ve en son, GDOlu olan ve GDOlu olmayan taralardaki böcek ve bitki öldürücü kullanımında fark göstermedi. www.greenpeace.org.
5Hungry for Trade, s. 160.
6 Hungry for Trade, s. 29.
7 Bir Monsanto sözcüsü bunu net olarak ifade ediyor. www.tv.cbc.ca/national/pgminfo/canola/
8 http://www.mercola.com/2004/jan/24/gm_foods.htm
9 Elinde patenti olan tohumları için endüstrinin “beleşçilere” karşı duyduğu endişeler başka bir teknoloji geliştirmesini itti, o da hasatın tohumların kısır olmaları sağlayan “terminatör” (“sonlandıran”) geni uygulaması. Bir balık geninin uzun vadede çevrenin hangi bitkide ne tür değişiklik getireceği bilinmiyorsa terminatör’ün kısırlaştırma özelliği iyi anlaşılıyor ve etraftaki bitkilere geçerse onlarda kısırlık etkisiyle yeniden üretemez olasılığı arz ediyor. Yine de endüstri, rüzgar mağduru Percy Schmeiser’lerin (aşağıda) hepsine baş edilemeyeceğini gördükçe terminatör çözümü cazip gelebilir.
10 www.percyschmeiser.com
11Le Monde 26.07.04
12 Greenpeace’e göre, Ekim 2004’te Tayland’da Gıda Güvenilirliği Yasalaştırma Görevelileri 2. Uluslararası Forumu’nda WHO’nun director general yardımcısı kadar yüksek bir yetkilisinin GDOlu gıdaların “insan sağlığa zararsız olduğu anlamında kanıt yok” demesi bir ilk oldu. Greenpeace Avrupa bilgilendirme bülteni, 15 Ekim. Senelerce, WHO’nun GDOlara karşı genel bir “zararsız” duruştan sonra bu değişiklik dikkat çekti.
13 FAO websitesinde “Can Biotechnology Meet the Needs of the Poor?” adlı raporun özetinden Section A.
14 İnsan sağlığı hakkındaki bilgiler www.gdoyahayir.org websitesinde bulunur.
15 Food Reviews International, vol 19, no 4, 2002. www.dekker.com/servlet/product/DOI/101081FRI120025484
16 www.mindfully.org/GE/2003/Ignacio-Chapela30jun03.htm. GMO-free Hawaii’ örütüyle 22 Aralık 2004 yazışma.
17 www.mindfully.org/GE/2003/Ignacio-Chapela30jun03.htm
18 National Farmers Union; www.nfu.ca
19 Hungry for Trade, 83.
20 Hungry for Trade, 48.
21 Hungry for Trade, 74
22 Dr. Necdet Oral, “Türkiye Tarımında Yapısal Uyum ve Yıkım Süreci,” BİANET 10.02.04.
23 www.quibla.net./monde/monde15.htm
24 Hektor Gravina, Friends of the Earth – Europe (Yerküre Arkadaşları – Avrupa) Barselona şube koordinatörü ile repörtaj, yaz 2004
25 http://www.etcgroup.org/ Nanoteknoloji tabiri, GDOların genler düzeyinden daha mikro düzeye inerek-molekül ve atom ve parçacıkları-bu düzeyde modifikasyon, yani değişiklikler üreterek yeni özelliklere sahip madde ve malzemeler çıkartma uğraşı için kullanılıyor. Durumu takip eden ETCgroup’a göre, çok fazla kapsayacı bir ar-ge alanı olduğu için henüz hiçbir kamu mercinin özel sorumluluğu uyandıramadı ve tamamen kontrol edilmeksizin nanoteknoloji ürünleri piyasaya sürülmeye başladı bile.

Sendika.Org'u destekle

Okurlarından başka destekçisi yoktur