Türkiye siyasetinin hakim dilinin hegemonik olmasındaki en önemli faktörlerden biri daimi surette yapay ikilikler oluşturabilme yeteneğine sahip olmasıdır. Laiklik- anti-laiklik, bölücülük-vatanseverlik, statükoculuk-özgürlükçülük, Türkiye’de son yıllarda sıkça başvurulan ve sürekli olarak yeniden üretilen ikiliklere örnek olarak gösterilebilir. Türbana ilişkin tartışmalar bu bağlamda son derece açıklayıcıdır: bu mesele gündeme geldiğinde ya kamusal alanda türban yasağını savunarak laik […]
Türkiye siyasetinin hakim dilinin hegemonik olmasındaki en önemli faktörlerden biri daimi surette yapay ikilikler oluşturabilme yeteneğine sahip olmasıdır. Laiklik- anti-laiklik, bölücülük-vatanseverlik, statükoculuk-özgürlükçülük, Türkiye’de son yıllarda sıkça başvurulan ve sürekli olarak yeniden üretilen ikiliklere örnek olarak gösterilebilir. Türbana ilişkin tartışmalar bu bağlamda son derece açıklayıcıdır: bu mesele gündeme geldiğinde ya kamusal alanda türban yasağını savunarak laik cephede, ya da türban özgürlüğünü savunarak anti-laik cephede yer alacaksınızdır. Bu iki cephenin ötesinde bir tavır takınarak, siyasal islamın Türkiye’de 12 eylül rejimiyle birlikte solun panzehiri olma saikiyle palazlandırıldığını, ilk imam-hatiplerin tek parti döneminde açıldığını, türban özgürlüğünün bir bireysel özgürlük ve temel hak talebi olmanın ötesinde, politik bir talep olma niteliği taşıdığını ve politikanın da son tahlilde bir iktidar mücadelesi olduğunu söylemekle somutlaşan bakış açısı ise, hakim dilin iletişim araçları üzerindeki kontrolü sayesinde yukarıda sözünü ettiğimiz bir tercüme sürecine tabi tutulur ve ancak marjinalize edildikten, etkisizleştirildikten sonra dolaşıma sokulur.
Şu günlerde Türkiye siyasetinin ana gündem maddesi olan ve daha uzun süre de böyle kalacağa benzeyen Avrupa Birliği meselesinde de aynı yapay ikiliklerin yeniden ve yeniden üretildiğini söyleyebiliriz. Türkiye siyasetinin hakim dilinin sunduğu bakış açısıyla, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini savunmak; özgürlükçülüğün, ilericiliğin ve hatta, AB üyesi ülkelerdeki sol partilerin bu sürece destek vermelerinden ve AB sürecinin Türk elitlerini hizaya sokacağı savından hareketle, solcuğun alamet-i farikası olarak görülmektedir. AB üyeliğine karşı çıkmak ise statükoculuk, gericilik, özgürlük düşmanlığı ve hatta sağcılıktır. Çünkü Türkiye’nin AB üyeliğine Avrupa’da en çok sağcı ve ırkçı partiler karşı çıkmaktadır, ülke içerisinde ise bu sürece karşı çıkanlar, statükoyu elinde bulunduranlar, milliyetçiler, ulusalcılar ve İslamcıların bir bölümüdür. Bu bakış açısının varmış olduğu ve dile getirdiği sonuç ise açıktır: sol siyasetin AB’ye karşı olması düşünülemez, aksi takdirde AB karşıtı “kızıl elma” koalisyonuna ya da devletluların siyaset anlayışına dahil olunacaktır.
Peki ama bu sahiden de böyle midir? AB bağlamında somutlaşan cepheleşme böyle bir görünüme mi tekabül etmektedir? Bu soruya, tedavülde olan hegemonik söylemin bir şekilde ötesine geçilmedikçe ve bu söylem, alternatif bir söylem ve pratik aracılığıyla aşılmadıkça, kuşkusuz “evet” yanıtı verilecektir. Bu yanıt ise, kuralları çoktan belirlenmiş bir oyunun içerisinde, bu kurallarının değiştirilebileceğine duyulan bir inançla -ki hegemonya tam da böyle bir şeydir- oyuna devam etmekten, yani siyasi olmayan bir siyaset yürütmekten başka bir anlama gelmeyecektir.
Sözünü ettiğimiz yapay ikiliğin ötesine nasıl geçilebilir? Yani aynı anda hem AB karşıtı olmak hem de milliyetçi, statükocu, ulusalcı cepheye dahil olmamak mümkün müdür? Bu sorunun yanıtı kanımca, net bir şekilde “evet”tir. Bu yanıtın kendisini meşru kıldığı ve referansta bulunduğu yer ise merkezinde sınıfsal bakış açısının bulunduğu siyaset anlayışıdır. Bu siyaset anlayışı, AB’yi ne kimilerinin sandığı gibi bir barış projesi olarak görür, ne de medeniyetler çatışması tezini geçersiz kılan siyasal bir arena olarak. AB, gerçek anlamıyla çokkültürlülüğün yaşam alanı bulduğu bir hoşgörü kalesi olmadığı gibi, emeğin kazanılmış haklarının yasal ve siyasal koruma altına alındığı bir yapılanma da değildir.
Sınıf merkezli bir siyaset anlayışı açısından AB’nin taşıdığı anlam açıktır: küreselleşme ile koşut giden bir bölgeselleşme eğiliminin Avrupa ölçeğindeki yansıması. Küreselleşme sürecinde sermaye bir yandan gezegen ölçeğinde neredeyse sınırsız bir dolaşım imkanına kavuşurken aynı zamanda emperyalistler arası rekabet de derinleşmektedir. Bölgeselleşme, emperyalist güçlerin bu rekabeti sürdürebilmeleri adına, kendi hinterlandlarındaki ülkelerle ilişkilerini geliştirerek, hiyerarşik iktisadi ve siyasi yapılanmalar meydana getirmeleri anlamına gelir. Bu aynı zamanda söz konusu yapılanmalar içerisinde, emeğin mutlak bir boyunduruk altına alınışını ve kazanılmış haklarının tedrici bir şekilde tasfiyesini gerektirir. AB’yi diğer bölgeselleşme biçimlerine göre özgün kılan olgu ise bir ekonomik birliktelik olmanın ötesine geçip, ulus-üstü bir egemenliği tesis etme iddiasını güçlü bir şekilde dillendirmesidir.
AB bu şekilde anlaşıldığında, yani küresel kapitalist sistem içerisindeki yeri ve bu sistem içerisinde oynamak istediği rol ile somutlaştırıldığında yukarıda sözünü ettiğimiz yapay ikiliğin de ötesine geçilmiş olur. AB karşıtlığı, sınıfsal temellerine oturtulduğunda her türden milliyetçiliği, ulusalcılığı ve statükoculuğu devre dışı bırakır. Aynı anda devre dışı bırakılan ise daha önce Kosova’da ve Somali’de şimdi ise Afganistan ve Irak’ta yüz binlerce insanın ölümüne neden olan ve bugün bizlere nimetmiş gibi sunulan liberal demokrasi anlayışıdır.
Son söz: AB karşıtı solu, son derece haksız bir şekilde, milliyetçilerle ve islamcılarla kol kola girmekle suçlayanlar, kendilerinin kimlerle kol kola girdiklerinin farkındalar mı? Farketmek istiyorlarsa, 17 Aralık kararının ardından, gündüz vakti havai fişek patlatanları, sütunlarında zafer çığlığı atan vizyon sahibi köşe yazarlarını, TÜSİAD’ın ve ABD büyükelçiliğinin yaptığı memnuniyet yüklü basın açıklamalarını akıllarına getirsinler, belki bir yardımı olur.
Fatih Yaşlı,
Araştırma görevlisi, Ankara Üniversitesi