İşçi sayısı artarken sendikalı işçi sayısı düşüyor! Sendikalı işçi sayısındaki azalmanın altında yatan neden işçilerin sayısındaki azalma değil. Bazı Avrupa ülkelerinde belirli işkollarındaki işçi sayısında bir düşüş yaşanıyor. Örneğin madencilik ya da demir-çelik işkollarında bu durum geçerli. Ama bu ülkelerde diğer yandan da hizmetler alanı genişliyor. Üstelik emperyalizme bağımlı ülkelerdeki işçi sınıfı da sayısal olarak […]
İşçi sayısı artarken sendikalı işçi sayısı düşüyor!
Sendikalı işçi sayısındaki azalmanın altında yatan neden işçilerin sayısındaki azalma değil. Bazı Avrupa ülkelerinde belirli işkollarındaki işçi sayısında bir düşüş yaşanıyor. Örneğin madencilik ya da demir-çelik işkollarında bu durum geçerli. Ama bu ülkelerde diğer yandan da hizmetler alanı genişliyor. Üstelik emperyalizme bağımlı ülkelerdeki işçi sınıfı da sayısal olarak hızla artıyor. Kısacası, sendikalı işçi sayısındaki azalmaya karşı işçi sınıfı dünya çapında sayısal olarak büyüyor.
İşçi sınıfının dünya çapındaki sayısal büyümesine karşın, sendikalı üye sayısındaki azalma 1960’lı ve 1970’li yılların aksine, Fransa, ABD ve Türkiye gibi kimi ülkelerde çok tehlikeli bir boyuta ulaşmış durumda. Sendikaların yeni üye kazanmakta yaşadığı başarısızlığı simgeleyen bu durum, üye sayısındaki azalmanın ciddi bir kriz göstergesi olarak ele alınmasını haklı çıkarıyor. Çünkü işçi sınıfı nicel olarak büyürken, mevcut sendikal hareket buna paralel bir genişleme gösteremiyor.
Toplu sözleşme ve grevler başarısız!
Sendikal krizin bir başka yaygın göstergesi, sendikaların en önemli geleneksel işlevlerinden olan toplu sözleşme ve grev konularında gittiçe daha fazla başarısızlık göstermeleridir. Bu durum, Türkiye gibi emperyalizme bağımlı ülkeler sözkonusu olduğunda çok daha doğrudur. Özellikle son yıllarda, mevcut sendikal hareket tarafından gerçekleştirilen başarılı bir toplu sözleşme örneğine rastlamak neredeyse olanaksızlaşmıştır.
Mevcut sendikalar, kendilerine esas mücadele alanı olarak seçtikleri ücret mücadelesinde bile, işçilerin gerçek ücret düzeylerini korumakta ciddi bir başarısızlık sergiliyorlar .Bu durumda, toplu pazarlıklarda enflasyondaki artışları yakalayan ücret artışlarını başarılı olarak kabul eden bir yaklaşım yerleşmeye başlıyor. Ancak demokratik ve sosyal haklarda gözlenen gerileme önlenemiyor; varolan haklar bile zorlukla korunmaya çalışılıyor. Diğer yandan işverenler ”esnek çalışma” ile ilgili maddeleri toplu sözleşmelere sokmaya başlıyorlar .Bu ise işe alma- işten çıkarma, çalışma saatleri ve çalışma koşullarının düzenlemesi ve ücretler gibi temel konuların işverenin inisiyatifine terkedilmesi, dolayısıyla sendikal etkinliğin özünün ortadan kalkması gibi sonuçlar doğuruyor.
Örgütlenen grev sayısında da gözle görülür bir gerileme sözkonusu. Bir hak arama aracı olarak grevin kullanımında açık bir etkisizleşme görülüyor, bir ya da birkaç işyerinde üretimden gelen gücün kullanılması, yaygın bir halk ve işçi desteği olmaksızın eskisi kadar etkili olamıyor. Sermaye, grev tehditine karşı üretim birimini başka bir bölgeye taşıma, grev kırıcı kullanma, hatta zarar etme pahasına işyerini ge- çici olarak kapatma gibi yöntemlere başvurabiliyor. ”Kitle grevi”, yani işyeri, işkolu ya da ülke düzeyinde işçilerin topluca iş bırakmaları onyıllar boyunca sendikal hareketin temel birleştirici gücünü oluşturmuştu. Bugün ”kitle grevi”nin etkili bir mücadele aracı olarak kullanılamadığı gözleniyor. Kuşkusuz bu durum, grevin emek hareketinde önemini yitirdiği anlamına gelmiyor Grev sayısındaki azalma, emek ile sermayenin artık greve yer bırakmayan bir uzlaşmaya varmalarından değil, sendikaların grev yapmaktan çekinir hale gelmesinden kaynaklanıyor.
Grevler, kuşkusuz genel bir eğilimin içinde değerlendirilmelidir. Çünkü, tersi örnekler de yaşanmaktadır; gerek ülkemizde gerekse dünyanın başka ülkelerinde başarılı toplu sözleşme ve grevler de gündeme gelmektedir. Güney Kore’de, Meksika’da, Fransa’da vb. yaşanan bu örnekler henüz karşıt bir genel eğilimi oluşturmaktan çok, bugünkü kriz ortamında geleceğe ilişkin olumlu ipuçları olarak ortaya çıkmaktadır.
İşçilerde güven bunalımı!
Bunların yanısıra bir yandan devlet diğer yandan sermaye tarafından sendikalann işçi sınıfının ekonomik-demokratik haklarını korumak bakımından tarihsel işlevlerini yitirdiği yolunda bir kamuoyu da oluşturulrnaya çalışılıyor. Ancak devlet ve sermaye tarafından sendikalar aleyhine yürütülen bu genel kampanya, işçiler arasında da kabul görebiliyor. Mevcut sendikal örgütlenmeler ve pratik, işçi kitleleri açısından çekicilik taşımıyor. Özellikle sendikal bürokrasi ve yozlaşma, işçilerde büyük bir güvensiz- liğe yol açıyor .Bu bakımdan sendikalara karşı güvensizlik de sendikal krizin göstergelerinden birisi olarak ele alınmalıdır. Özellikle, işçi sınıfının nitelikli kesimleri arasında sendikalara yönelik ciddi bir güvensizlik sözkonusudur. Bu güvensizliğin temelinde, işçilerin sendikalari kendi öz örgütleri olarak göreme- meleri, sendikalarına yabancılaşmaları, dolayısıyla sendikaların kendi çıkarlarını koruyamayacağı düşüncesinin yaygınlaşması bulunuyor.
Siyasal alanda etkisizlik!
Yaşanan sorunların kriz olarak nitelenmesine yolaçan bir başka olgu, sendikaların işçi sınıfının taleplerini siyaset alanına taşımada giderek daha da etkisizleşmesidir. Sendikalar bugüne değin, ister baskı grubu oluşturarak, ister lobi faaliyetine girişerek, isterse ”ekonomik, demokratik ve siyasal mücadelenin bütünselliğini gözeterek” siyasal olarak üstlenegeldikleri işlevlerden giderek uzaklaşıyorlar . Bir başka deyişle, sendikalar, işçi sınıfının talep ve düşüncelerini siyasal alana taşımakta eskisi gibi etki- li değiller. Buradan sendikaların bu geleneksel siyasal ”işlevlerinin”olumlu olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Aksine, sendikaların böyle bir araç haline getirilmeleri, yani ”ekonomik” alandan siyaset üzerine baskı kurma aracı olarak görülmeleri zaten hatalı bir yaklaşımdı.
Bütün bunların yanısıra, özellikle genç işçi kitleleri arasında gelişkin bir sınıf bilincinin oluşmaması, hatta artan bireyselleşme eğilimleriyle birlikte, sınıf bi- lincinde belirgin bir körelmenin yaşanması, sendikal krizle bağlantılı olgular olarak göze çarpıyor.
****
Bu olgular çoğaltılabilir. Bunların tersine örnekler de gösterilebilir, ama bu tür örnekler henüz genel bir eğilimi değil, bugünkü kriz ortamından çıkış için gereken önemli ipuçlarını temsil ediyorlar. Özellikle emperyalizme bağımlı birçok ülkede, düzenle bütünleşmiş ve düzenin bir parçası haline gelmiş olan geleneksel sendikal hareketler açısından sendikal kriz, bir çöküntü biçiminde yaşanıyor. Hemen be- lirtelim ki, sendikal kriz tek başına ortaya çıkan bir olgu değildir. Bütün bu göstergelerin tanımladığı sendikal kriz, aslında emek hareketinin, daha genel olarak ezilenlerin toplumsal hareketlerinin krizinin bir parçasıdır.
Peki, sendikal kriz ya da çöküntünün, emek hareketinin ve onun bir parçası olan sendikal hareketin geleceği açısından taşıdığı anlam nedir?
Giderek bir çöküntü olarak yaşanan sendikal krizin ortaya koyduğu asıl sorun, geleneksel sendikal hareketin parçası olan örgütlenmelerin, krizi yaratan gelişmeler karşısmda direnç gösterememeleridir. Geleneksel sendikalar , sendikal etkinliği zayıflatan eğilimleri tersine çevirmekte başarısızdırlar. Bu durumun en açık örneklerinden birisi de Türkiye’de yaşanıyor.
Sendikal hareketin geleceği açısından atılacak adımlar bir reform olarak tasarlanamaz. Sendikal harekette gereksinim duyulan, tepeden tırnağa gerçek bir yenilenme, gerçek bir devrimdir .