Filmlerin sansür kurulu tarafından yakılarak imha edildiği günleri de yaşadık, böyle bir ülkede sinema sanatçılarının yanması ‘vakayi adîye’den kabul ediliyor, önemsiz bir şahsiyetten daha kurtulmuş oldular. Sinemanın bir sanat olup olmamasından ziyade, etkili bir propagandif araç olduğuyla ilgilenilmesi, Hollywood gibi bir sinema kartelinin kurulmasını getirmişti. Bağımsız sinemayı engelleyenlerin kimler olduğunu bilmeyenimiz yoktur. Ticari sinemanın, belgesel […]
Filmlerin sansür kurulu tarafından yakılarak imha edildiği günleri de yaşadık, böyle bir ülkede sinema sanatçılarının yanması ‘vakayi adîye’den kabul ediliyor, önemsiz bir şahsiyetten daha kurtulmuş oldular.
Sinemanın bir sanat olup olmamasından ziyade, etkili bir propagandif araç olduğuyla ilgilenilmesi, Hollywood gibi bir sinema kartelinin kurulmasını getirmişti. Bağımsız sinemayı engelleyenlerin kimler olduğunu bilmeyenimiz yoktur. Ticari sinemanın, belgesel sinemaya ve sanatsal sinema üretimine verdiği zararların yanı sıra, ciddi sinema yapmak isteyenlerin maruz kaldığı yaptırımların da politik nedenlerden kaynaklandığını biliyoruz.
Püriten Amerikan toplumunun iki yüzlü ahlakı, 1950’lerden itibaren sinemada bir takım seks imgesi oyuncular yarattı, Playboy gibi dergilerin çıkışı da aynı döneme rastlıyor. Popüler kültür mühendislerinin yaratıcılığı her şeye karar veriyor, planlıyor, hiçbir şey kendiliğinden veya rastlantısal olarak ortaya çıkmıyor, çıksa da asimile ediliyor. Halkın afyonlarının birincisi dinsellik ise, ikincisi cinselliktir, bu da yetmezse gerçekten narkotik malzemelerdir. Sinemada cinselliğin kullanılması ise, salt ticari değil, politik amaçlıdır. Sinemanın, dramanın, uyuşturucu etkisini bozmaya çalışan sanatçıların baskılara uğraması boş yere değildi, özellikle Mc Carthist dönemdeki sanatçı kıyımları anti-komünizm rüzgarı vesile edilerek yapılmıştı.
68 gençlik hareketlerinden sonra, dikkati çeken şey, sinemada pornografi üretiminin ve erotik dergi yayıncılığının tüm dünyada hız kazanmasıdır. Buna karar verenler, Harvard, MIT, Yale üniversitelerinin akademisyenleridir, çünkü popüler kültür mühendisliğinin ve derin politikaların mimarları onlardır. Biz de henüz 12 Mart darbesinden kafamızı kaldıramadan, 1972-73’ten itibaren aynı garip işleyişe maruz kaldık, ne olup bittiği anlaşılamadan birden sinemamızda seks filmleri hâsıl olmaya başladı, kimse nedenini, nasılını anlayamadan olanlar oldu. O günkü siyasi ortama rağmen, bu tuhaf film furyası, magazin dergileri, gazetelerin kadın ekleri, Pirelli takvimleri, güzellik yarışmaları hız kazandı. Şehirlerin meydanları, -ki tutucu taşra kasabaları bile- kasap vitrinleri gibi et teşhir eden iğrenç film afişleriyle doluydu ve kimsenin buna ses çıkarmaması daha da garipti. Elbet, açların lokanta ve kasap vitrini taşladığı görülmemiştir. Bugün aynı şey yapılsa herkes taşlamaya başlar, çünkü artık doyduk. Kızlarla flört etmenin ciddi anlamda sorun olduğu o zamanlarda, arka planda pornografik bir hayat sürüyordu. Muhafazakar bir toplumda hangi film yapım şirketi buna cesaret edebilirdi? Acımasız sansür mekanizmasının, malum ceza kanunlarının olduğu ülkede bu işleri göze alabilecek (üstelik ne adına, niçin, ne pahasına?) babayiğit tanıyor musunuz?
Bu devletin akıl hocaları elbet bunları düşünecek ve planlayacak kadar zeki değildir ama, dünya çapında verilen kararların uygulanması için kendilerine düşeni yerine getireceklerdi. 12 Mart darbesini yaptıranlar, bunları da uygulatacaklardı.
Yılmaz Güney gibi sanatçıların başı boş yere belaya sokulmadı, ve Ertem Göreç gibi yönetmenler hayata neden küstürüldü? Hepsi büyük bir planın küçük ve münferit görünen parçalarıydı. Sanat simsarları, sanat mafyası bu ülkede hakim olduğu sürece bunlar yaşanmaya devam edecektir. Basın dünyasında Simavi ailesinin rolü ve işlevi o zamanlar ne ise, sinema çevresinde de İnanoğlu ailesinin rolü ve işlevi aynıydı, bugünde aynıdır. Sinema sektörünün büyük patronlarının, bu sektörü mahvedecek üç beş çapulcuya göz yummasını aklınız alıyor mu? Kanımca, Türker İnanoğlu gibi yapımcılar paravan şirketler kurarak o seks filmlerini çektirdiler ve paralar yine onlara gitti. Başka türlüsü mümkün mü? Sinema dolayısıyla tiyatro sanatı da çökertilmiş oldu, bir taşla kuş katliamı yaptılar. Kimi tiyatro oyuncuları da bu filmlerde oynadılar, lüks Nermin’in randevu evinden kadınlar getirilip oynatıldı. Sinema yapmak isteyenler ise açlığa, kimsesizliğe, alkolizme mahkum oldu. Zaten baskı ve sansür ortamında ciddi filmler yapmak çok ağır bedeller istiyordu, bir de bu akıl almaz çöküş, sanatçıların uçurumdan aşağı gidişini hızlandırıyordu. Sendikalaşma, örgütlenme zaten gerçekleşememişti, bugün de durum çok farklı olmadığı için bitli otel odalarında bu insanların çile çekmesinin sonu gelmeyecektir.
Sosyete sosyologlarımız -her olguyu bir çocuk zekası düzeyinde açıklayabilirler- aynı dönemde TV yayınlarının başlamasını da sinemanın çöküşüne bir neden olarak gösterirler, peki neden Dallas, Aşk Gemisi vb. diziler ABD ile aynı anda yayına giriyordu, bu TRT’cilerin müşkülpesentliğinden mi kaynaklanıyordu, yoksa Tanrılar böyle mi buyuruyordu?
Bu tezgahın baş mimarı Türker İnanoğlu’dur, Safranbolulu Dr. Hakkı Nevin’in oğlu, soyadını neden değiştirdi acaba? Nevin adını feminen mi buluyor, İnanoğlu daha mı soylu görünüyor kendisine? 70’li yıllarda MHP’yi finanse eden işadamlarının başında gelir, üstelik bu konuda adı 12 Eylül MHP davasında iddianamede geçmektedir (EK 176-sf 398). Etibank’tan 1 trilyon TL’lik usulsüz kredi aldığı iddiasıyla DGM’de yargılandı, şimdi de Fetullah hocanın müritlerinden birisi oldu. Orada ne tezgahlar çeviriliyor kimbilir?
12 Eylül günlerinde banker Kastelli reklamlarında oynayan bizim James Bond’umuz Orhan Günşiray, 90’lı yılların ortalarında itirafa kalkışıp, devletin istihbarat birimleri tarafından kullanılıp atıldıklarına dair basına bir şeyler söylemeye çalışmıştı ve lafı ağzına tıkamışlardı. O halde Kastelli reklamlarında oynayan diğerleri için de bu durum geçerli olabilir. Zaten Maksim veya Çakıl gazinosunda sahneye çıkıp da kuryelik yapmayan şarkıcı kaldı mı? Tülay German gibi sanatçılar niçin bu ülkede müzik yapamadı ve terk etti? Ajda Pekkan gibi naylon şarkıcılar süperstar oldu, diva oldu, her nane oldular, kırmızı pasaportla Paris’e 20 bavulla gidip gelmelerin manası neydi? Türker İnanoğlu’nun eski karısı Filiz Akın gerçekten Paris’e kanser tedavisi için mi gitmişti? 14 yıl süren tedavi bu dile kolay, sonra da istihbaratçı müsteşarla 60 yaşında evlenebilen yetenek kanseri bir kadın, bravo doğrusu.
Alacakaranlık kuşağı bu toprakların tükenmeyen senaryosudur. İşin kötü yanı bunlara inanmak dahi istemeyen “Ay inanmıyorum!”culardır, düşünürlerse ezberleri bozulur, sorumluluk alırlar, onlar sayesinde zulüm eksik olmaz hayatımızdan, her daim otoriteye yaltaklanırlar, ellerine geçen bir şey de yoktur aslında.
Bu dünyada bir krallar vardır, bir de onların soytarıları, kral olamayanlar soytarılığa öykünür, oysa kral da olmak gerekmez, soytarı da, ikisinin dışında durmak, bu bataklığa bulaşmamaktır erdemli olmak.
Sanat uğruna hayatını harcayanlar, yanarak can verenler, kadri kıymeti bilinmemişler, gurbet ellere gömülmüşler, tüm emekçi sanatçılar, ruhunuz şâd olsun demekten başka bir şey gelmiyor elimden, kusurumuza bakmayın.
26 Aralık 2004
Hüseyin KAPLAN
[email protected]