Amerikan dış yardımları için bir ölçüt gibi sunulan “liberal demokrasi”yi tanımlayan hangisi? Latin Amerika’da görünen o ki, “çürümenin önüne geçilmesi” ve “insan haklarında ilerleme” biraz daha bekleyebilir. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Uluslararası Gelişme Örgütü (USAID), Irak işgalinden hemen önce, Ocak 2003’de bir rapor yayınlamıştı. Raporun hazırlanma amacı ve işlevi şöyle ifade ediliyordu: “ABD’nin gelişmekte olan […]
Amerikan dış yardımları için bir ölçüt gibi sunulan “liberal demokrasi”yi tanımlayan hangisi? Latin Amerika’da görünen o ki, “çürümenin önüne geçilmesi” ve “insan haklarında ilerleme” biraz daha bekleyebilir.
Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Uluslararası Gelişme Örgütü (USAID), Irak işgalinden hemen önce, Ocak 2003’de bir rapor yayınlamıştı. Raporun hazırlanma amacı ve işlevi şöyle ifade ediliyordu:
“ABD’nin gelişmekte olan dünyaya yönelik dış politikaları, çatışmalar ile barış arasındaki küresel dengede her zamankinden daha hayatî bir rol oynamaktadır. Ulusal güvenliğimizle ilgili meseleler ise giderek karmaşıklaşmakta ve bu açıdan gelişmenin rolü giderek öne çıkmaktadır.
Geçmiş 50 yılda yapılan çalışmaların birikimine dayanan ve gelecekte karşılaşılabilecek meseleleri ele alan ‘Ulusal Çıkarlar için Dış Yardım: Özgürlük, Güvenlik ve Fırsatı Savunmak’ raporu, uluslararası gelişmenin desteklenmesinde bilgi ve odaklanma sağlayacaktır.
Büyük ölçüde USAID dışından -Hoover Institute’dan Larry Diamond, Harvard’dan Michael Porter, University of California-San Diego’dan Peter Timmer, Hudson Institute’dan Carol Adelman’ın da içinde bulunduğu- önde gelen gelişme uzmanları tarafından kaleme alınan rapor, ulusal güvenlik ile dış yardım arasındaki kritik bağlantıyı bir kez daha teyid etmektedir. Rapor, gelişme ile ilgili olarak önümüzdeki 10 – 20 yılda karşı karşıya olduğumuz meselelerin ölçeğini ve doğasını ortaya koymaktadır.”
Raporun 38. sayfasında, “Liberal Olmayan Demokrasinin Yükselişi” (“The Rise of Illiberal Democracy”) başlığının altında şöyle deniyor:
“Üçüncü demokratikleşme dalgasında, seçimli demokrasi [“electoral democracy”] ile liberal demokrasi arasında büyüyen bir ayrılma yaşandığı görülmüştür. Liberal demokrasi sadece serbest, adil seçimleri kapsamamakta, aynı zamanda hukukun üstünlüğüne dayanmaktadır. Gücün kötüye kullanımını denetleyen, sivil ve politik hakları koruyan, böylece çoğulcu ve enerjik bir sivil toplumun serpilip gelişmesine olanak sağlayan, denetlenebilir kurumlar ve bağımsız yargı kurumları, bunu desteklemektedir.”
Böylece Amerikan devleti, 2003 başı itibarı ile “demokrasi” kategorisini net bir biçimde iki alt kategoriye ayırıyor ve bunu “dış yardım”ın parametrelerinden biri haline getiriyordu.
Bu netlikte bir kategorilemenin bu düzeyde bir raporda yer alması biraz yeni ve dikkat çekici. Ama, bir seçimle başa gelmiş de olsa “hukukun üstünlüğü”ne dayanmayan ve insan haklarına yeterince saygı göstermeyen “kötü yönetimler”in Amerikan devletinin zaten yıllardır gözetimi altında olduğunu (bu, raporun içerdiği bir iddia; gerçek durum olarak düşünülmemeli) gene raporun sayfalarında, örneklerle görebiliyoruz.
“Kenya’da Bağış Dansı”
Sayfa 49’da, “Kenya’da Bağış Dansı” başlıklı bölümde şöyle deniyor:
“Kasım 1991’de bağış topluluğu [“donor community”], Kenya’ya ödemeler dengesi ve bütçe yardımı çerçevesinde yapılacak 250 milyon dolar bağışı, hükümetin ekonomiyi liberalleştirme, çürümenin önüne geçme ve insan haklarında ilerleme sağlama vaatlerini yerine getirmediğini belirterek askıya aldı. Böylece Kenya, kötü yönetim nedeniyle yardımın askıya alındığı ilk Afrika ülkesi oluyordu.”
Aynı bölümde, 90’lı yıllar boyunca devam eden “dans”ın değişik aşamalarından söz edildikten sonra şu sonuç çıkarılıyor:
“Kenya’yla yapılan bağış dansının verdiği ders açıktır. Bağış topluluğu, Kenya hükümetine yapılacak yardımları sıkı bir biçimde koşullandırmalı ve çok yakından izlemeliydi. Fonlar hükümet bypass edilerek doğrudan sivil toplum örgütlerine [“NGOs”] ve özel kontratçılara aktarılmalı ya da gıda yardımı ve insani yardım programları kısıtlanmalıydı. USAID ikinci yöntemi tercih etmiştir.”
Dünyanın dört bir yanında pek çok gelişmeye yön verme hedefiyle kaleme alınmış olan, en azından kesinlikle böyle bir potansiyeli bulunan raporun başka bölümlerine ileride geri döneceğiz. Ama bu aşamada, “ekonominin liberalleştirilmesi”, bizdeki deyimle “serbestleştirilmesi” konusuna biraz odaklanacağız.
Ama devam etmeden önce raporla ilgili birkaç şeyi daha not etmek gerek.
Birincisi, raporun, genel olarak iki içerik bileşeninden oluştuğu söylenebilir: Onlarca sayfa sefalet istatistiği ve “Kenya bağış dansı” türünden, Harvard ağızlı cinlikler ya da “mücadele taktikleri”. Bu iki bileşen toplandığında, ortaya çıkan belgeye “rapor” adı verilmiştir. Bu “raporlama” tekniğinin özünde ise, benzer yüzlerce başka raporda olduğu gibi temel bir varsayım bulunmaktadır: Verilerle sayfalara yansıtılan sefaletin, raporu hazırlayanların temsil ettiği devlet ya da “kaynak bekçileri” ile herhangi bir ilgisi yoktur. Hele sefalet, o kaynak bekçilerinin daha önceki politikalarıyla hiç ilişkili değildir. Şu anda herkes, özellikle de raporcular, sıfır noktasındadır ve raporda önerilen yaklaşımların, politikaların mevcut durum üzerinde etkisi şimdi başlayacaktır. Bu “insani politikalar” artık doğru dürüst uygulanabilirse, sefalete, çürümeye, haksızlıklara, panzehir olabilir.
Not edilmesi gereken ikinci bir şey de, bu stratejik 21. yüzyıl USAID belgesinin son sayfalarındaki tablolar, tablolardaki veriler..
“Gelişme” için Amerikan devleti tarafından sağlanan yaklaşık 23 milyar dolarlık dış yardımın (2002 yılı) devlet birimlerine göre tasnif edildiği 164. sayfada, bu birimler ve “yardımları” sıralanıyor.
“Resmi gelişme yardımı”: 9.9 milyar dolar
“Diğer hükümet yardımları”: 12.7 milyar dolar
12.7 milyar dolarlık bölümde USAID, sadece İsrail, yeni bağımsız devletler, Doğu Avrupa ve Baltık devletlerine yardım yapmış.
Gene bu bölümde, Dışişleri Bakanlığı tarafından şu alanlarda yardım yapılmış: “Operasyonlar, yayın [“broadcasting”], barış koruma, eğitim ve kültür değişim programları, uluslararası kuruluşlar, National Endowment for Democracy örgütü.”
Savunma Bakanlığı’nın yardımları şuralara gitmiş: “Askeri eğitim, askeri yardım, antiterörizm, silahsızlanma.”
Diğer birimler ise, “Export-Import Bank, Overseas Private Investment Corporation (OPIC) ve Inter-American Foundation”a yardım yapmış.
163. sayfada ise, “özel kuruluşlar” tarafından sağlanan yardımların yaklaşık 34 milyar dolar olduğunu görüyoruz. Vakıflar ve şirketlerin 4.3 milyar dolar payına karşı, “kişiler” tarafından 2002 yılında 18 milyar dolar, “özel gönüllü örgütler” tarafından ise 7.6 milyar dolar “dış yardım” yapılmış. Bu iki gruptakiler, Amerikan devletinin toplam yardımından daha fazla yardım yapmış.
USAID’in “gelişme yardımları”nda artık standart bir ölçüt haline getirmeye niyetli olduğunu gördüğümüz “liberal demokrasi”yi oluşturma çabaları, Latin Amerika ülkelerinde ne zamandır yoğunlaşmış durumda. “Çürümenin önüne geçme” ve “insan hakları” alanlarında değilse de, “ekonominin serbestleştirilmesi”nde, özellikle de hayatî doğal kaynakların özelleştirilmesinde birçok Latin Amerika ülkesinde radikal gelişmeler yaşandı, yaşanıyor.
“Mavi altın”
31 Ekim 2004 günü Uruguay’da yapılan başkanlık ve parlamento seçimleri, sadece ülkedeki politik güçler dengesini değiştirmekle kalmıyor, seçimlerden aynı zamanda bir anayasal reform çıkıyordu. Bu
reformla su, bir “kamu malı” olarak tanımlanıyor ve ülkenin su kaynaklarının idaresine sivil toplumun katılımı garanti altına alınıyordu.
“Geniş Cephe” koalisyonunun sosyalist adayı Tabaré Vázquez’in başkan seçilmesiyle sonuçlanan seçimlerde halkın yüzde 60’ından fazlası da “suyun hayatî bir doğal kaynak” olduğunda birleşmişti.
“Friends of the Earth International” (“Uluslararası Dünyanın Dostları”) örgütünün 36 ülkeden 127 örgüt tarafından imzalanan bildirisinde, tarihteki bu ilk “su referandumu”nun “suyun tüm kürede korunması için, bir ülkenin anayasasına doğrudan demokrasi yoluyla ilkeler yerleştirerek bir başlangıç oluşturduğu” belirtiliyordu.
Anayasal reformdan en fazla canı yanacak olanların başında, ülkenin güney doğusundaki Maldonado bölgesine su sağlanması için daha önce sözleşme yapmış olan İspanyol şirketleri Uragua ve Aguas de la Costa geliyordu. Bu arada muhafazakâr Colorado Partisi reformu, yatırımcıları kaçıracağı gerekçesiyle ve “totaliter rejimler tarzında bir kamulaştırmayı onayladığı” için reformu eleştiriyordu. Yeni başkan Vázquez ise kampanya sırasında, reformun su işinde çalışmaya başlamış yabancı şirketleri etkilemeyeceği konusunda güvence vermişti.
Suez-Lyonnaise des Eaux şirketinin bir iştiraki olan İspanyol Aguas de Barcelona’ya ait olan Aguas de la Costa, Maldonado’da faaliyetlerine 1992’de başladıktan sonra bu bölgede suyun fiyatı, ülkenin diğer bölgelerine oranla yedi kat artmış. İspanyol Cartera Uno, Ibredola ve Aguas de Bilbao şirketlerine ait olan Uragua faaliyetlerine başladıktan sonra ise, 2002’nin ocak ayında (güney yarımkürede yaz), turizm sezonunun tam ortasında Maldonado’da suların kaynatılarak içilmesi için duyuru yapılmış. Nedeni, sularda dışkı kaynaklı e-koli bakterisine rastlanmış olması.
Dünya su piyasasının devleri olan ya da “Norquist devleti” bünyesindeki bir tür “Devlet Su İşleri” (DSİ) sayılabilecek Vivendi-Générale des Eaux ve Suez-Lyonnaise şirketleri, küresel su pazarının yüzde 40’ına hakim durumda ve 100’ün üzerinde ülkeden 110 milyon insana hizmet veriyorlar.
Kanadalı Maude Barlow, yeni kitabı “Blue Gold”da (“Mavi Altın”), IMF ve Dünya Bankası’nın su özelleştirmelerini teşvik ettiğini ve az gelişmiş ülkelerde bu özelleştirmeleri kredi koşulu haline getirdiğini yazıyor.
Su hizmetlerinin özelleştirilmesi konusunda Dünya Bankası’nın 1998’de Bolivya’da bir ültimatom çektiği biliniyor. Banka, Cochabamba belediyesinin şehirdeki su işletmesini özelleştirmemesi halinde, su hizmetlerinin finansmanı için taahhüt ettiği 25 milyon dolar krediyi vermeyeceğini bildirmişti.
Ültimatomdan sonra Bolivyalı yetkililer Amerikan Bechtel şirketiyle sözleşme imzalamış, sözleşme imzalanır imzalanmaz su fiyatları iki katına çıkmıştı. Bu, pek çok Bolivyalı açısından, suyun artık yiyecekten daha pahalı olduğu anlamına geliyordu. Suyun özelleştirilmesinin ardından ülkede sendikacı Oscar Olivera öncülüğünde, işçiler, yoksul köylüler ve çiftçilerin geniş katılımıyla “Su ve Hayatın Korunması İçin Koalisyon” kuruluyor, suyun özel mülkiyetin hakimiyetinden kurtarılması mücadelesi başlıyordu.
2000 başlarında binlerce Bolivyalı Cochabamba’ya yürüyor, genel grev ve ulaşımın durması şehri felce uğratıyordu. Ateş açılması sonucu göstericiler arasında ölenler oluyor, kitle tutuklamalarına gidiliyor, ama direniş devam ediyordu. 2000 baharında Bechtel ülkeyi terkedecek ve halkın nefretine hedef olan özelleştirme mevzuatı hükümet tarafından iptal edilecekti. Sahipsiz kalan Cochabamba su şebekesi, oluşturulan bir kamu şirketi tarafından devralınıyor ve şirket işe en yoksul mahallelere su dağıtmakla başlıyordu. Bechtel ise Dünya Bankası üzerinden (Banka bünyesindeki “Centre for the Settlement of Investment Disputes”) Bolivya hükümetine 25 milyon dolarlık tazminat davası açacaktı.
2003 baharına gelindiğinde, Dünya Bankası’nın “Su ve Gelişme” konferansını düzenlediği günlerde, artık Bolivya hükümetine su özelleştirmesi konusundan yapılan baskının “nakit karşılığı” -kredi durdurma tehditine konu olan para miktarı- 600 milyon doları (Bechtel’in tazminat talebi dışında) bulmuştu. Bu arada, Dünya Bankası tarafından düzenlenen konferanstaki panellerden bazılarının konuları şöyleydi: “Kamu-Özel Münazarasının Ötesinde”, “Özel Sektör Katılımı Açısından Yeni Yaklaşımlar”.
Latin Amerika politikaları açısından hareketli ay
Latin Amerika’da “mavi altın” gibi doğal kaynaklar da dahil tüm kaynakların idaresini Norquist devletinin farklı birimlerine geçirmek için ABD’nin uzun süredir yürüttüğü mücadelede hem “darbe” yönteminin, hem de “yardım”ın özel yeri var.
21 Kasım 2004 günü Şili’nin Santiago şehrinde düzenlenen Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) zirvesine gelen Bush, 50 bin gösterici tarafından “piyasa diktatörlüğüne hayır” sloganıyla karşılanıyordu. Askeri diktatörlük günlerinden beri düzenlenen en büyük ve ateşli gösteri olduğu bildirilen gösteride, “neoliberal serbest ticaret anlaşmaları”na duyulan öfke kadar 1973’deki askeri darbeyi desteklemiş Amerikan devletine duyulan, dinmeyen öfke de vardı.
Zirve dönüşü Bush, başkan Alvaro Uribe’yi ziyaret etmek üzere Kolombiya’ya uğrayacaktı. Venezüella’daki Chavez yönetiminin Beyaz Saray’da uykuları kaçırdığı bir ortamda, ABD açısından tam anlamıyla “bulunmaz bir müttefik” olan Kolombiya hükümetine Amerikan yardımı bugünlerde daha da artacak gibi görünüyor.
2000 yılından beri 3.3 milyar dolar Amerikan yardımı alan Kolombiya’da (dünyada en fazla Amerikan yardımı alan ülkelerden biri) Bush’un ziyaretinden daha iki hafta önce 100 köylü kurşuna dizilerek öldürülmüştü. Katliamı ülkenin güneyinde üslenen sağcı milislerin yaptığı sanılıyor. Bush, ziyaretinde Uribe’ye, solcu gerillalarla mücadelesi için daha fazla askeri yardım yapılacağı sözünü veriyordu.
Kolombiya’da hükümet Amerikan yardımıyla solcu gerillalara karşı savaş yürütürken, sağcı milislerle işbirliği yapıyor. “Birleşik Kolombiya Savunma Güçleri” (AUC) adlı bu milis örgütünün hedefi ise sadece solcu gerillalar ve onları destekleyenler değil. Özelleştirmeye direnen petrol işçilerini ve sendikacıları, özerklik talep eden yerlileri ve çatışmaların dışında kalmak isteyen köylüleri de hedef alıyorlar.
Orta Doğu’daki karışıklığın iyice stratejik hale getirdiği Latin Amerika enerji kaynakları* açısından da Kolombiya’nın önemli bir yeri var. ABD’nin enerji ithal ettiği ülkeler arasında 15. sırada bulunan Kolombiya’da petrol endüstrisinin özelleştirilmesi gündemde. Ama Kolombiya’nın bir başka önemli özelliği de, Suudi Arabistan, Meksika ve Kanada’nın ardından ABD’nin dördüncü petrol tedarikçisi konumunda bulunan Venezüella’ya komşu olması.
Rumsfeld: Asker – polis ayrımını gözden geçirmeliyiz
Bush’un zirve turuna çıktığı günlerde ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld de, 16 – 20 Kasım tarihlerinde Ekvator’un Quito şehrinde düzenlenen “Yarıküre Savunma Bakanları Konferansı”na katılıyordu. “Kıta güvenliği için yeni bir mimari tasarlama”yı hedefleyen konferansta Rumsfeld, 21. yüzyılla gelen tehditler karşısında “silahlı kuvvetler” ile “polis kuvvetleri” arasındaki ayrımı bir kez daha gözden geçirmek gerektiğini belirtiyordu.
İnsan hakları açısından temel bir reform olarak kabul edilen bu ayrımın “yeniden gözden geçirilmesi” konusunu Rumsfeld ş