“AB’ye girelim, orada emeğin Avrupa’sı için mücadele edelim”. Bu görüş son zamanlarda, özellikle bu gazetede sıkça dile getirildi. Biraz bunu konuşmak istiyorum. Geç kaldım, 17 Aralıkta iş bitti diye de düşünmüyorum. Henüz bir şeyin bittiği yok. Zaten bitse bitmese de bize fikrimizi soran yok. Bunun da fazla önemi yok. Derdimiz olabildiğince kendi doğrumuzu yakalamak ve […]
“AB’ye girelim, orada emeğin Avrupa’sı için mücadele edelim”. Bu görüş son zamanlarda, özellikle bu gazetede sıkça dile getirildi. Biraz bunu konuşmak istiyorum. Geç kaldım, 17 Aralıkta iş bitti diye de düşünmüyorum. Henüz bir şeyin bittiği yok. Zaten bitse bitmese de bize fikrimizi soran yok. Bunun da fazla önemi yok. Derdimiz olabildiğince kendi doğrumuzu yakalamak ve bunun olabildiğince mücadelesini yapmaktır.
Batı Avrupa ülkeleri 20. yüzyıl sonlarında, bilebildiğimiz kadarıyla tarihin gördüğü en demokratik toplum düzenlerine ulaştılar. Amerikalı Marksist yazar Howard Sherman 6-7 yıl önce yayınlanan kitabının sonunda sosyalist bir toplumda olması gereken özellikleri sıraladı. Hollanda’da yaşamakta olan bir arkadaşım “burada bu saydıklarının hemen hepsi var” demişti. Gelinen bu noktayı başlıca üç şey sağladı: İşçi ve köylülerin mücadeleleri, Bilim ve Teknolojide gelişme ve Dünyanın talanı. Kaldı ki , son ikisi itibarıyla baktığımızda ben solda genel kabul gören yaklaşımların aksine Bilim ve Teknolojideki gelişmelerin görece öneminin çok daha fazla olduğunu düşünmekteyim. Zaten tarihsel olarak bilimsel ve teknolojik gelişmelerin Avrupa’nın krizi ile birleşmesi ve kapitalist üretim ilişkilerinin aşağıdan zorlaması iledir ki Dünyanın talanı gerçekleşmiştir. Kısacası Avrupa sanıldığından çok daha fazla Avrupalıların kendi eseridir diye düşünüyorum.
Böyle bir durumda 21. yüzyılın girişi ile birlikte Avrupa neoliberal rüzgarlar karşısında tutunmakta güçlük çekmeye başladı. Şimdi gerileme sözkonusu.
Bu arkaplana baktığımızda “Emeğin Avrupa’sı” tezi iyi gözüküyor. Senden çok daha demokratik bir camiaya girmek, bu sayede kendi demokratikleşme mücadeleni hızlandırmak ve o camiadaki gerilemeye karşı onların emekçileri ile birlikte karşı durmak.
Dahası, bunun alternatifi cascavlak ortada kalmak gibi gözüküyor. Bütün dünyada herkes bölgesel bütünleşmelerden birine kapağı atmaya çalışırken aksini yapmak pek akıllıca durmuyor ve bu bağlamda dillendirilen Avrasyacılık alternatifi oldukça kof gözüküyor. Ne böyle bir bölgeselleşmenin işaretleri var ne de bundan ekonomik refah anlamında bir hayır geleceğe benzer.
Bütün bunlara rağmen “Avrupa’da yerimizi alırız, Emeğin Avrupa’sı için mücadelemizi yaparız” tezi solcu birinin midesinin kolay kolay hazmedebileceği bir şey değildir. Çünkü:
Avrupa demokrasisinin temeli zenginliktir. Dünya henüz fakirlikle demokrasinin bağdaşabildiğine şahit olmadı. Avrupa zenginleşmeseydi işçi ve köylülerin mücadelesi böyle bir demokrasiyi sağlayamazdı, bunu iyice bellemek lazım.
Peki zenginliğe katılmak kötü bir şey mi ? Bu kendi başına tabii kötü bir şey değil….de adam seni durup dururken neden zenginliğine ortak etsin ? Güney Kıbrısı tanırsan da ortak etmez. Güney Kıbrısı tanımak 75 milyon Türk’e zenginlik aktarmaya eşdeğer tabii ki olamaz. Öyleyse Türkiye’yi neden istiyorlar?
Kimilerine göre AB Dünya’ya barışçı bir demokrasi sunmak istiyor. Diyelim ki niyet hakikaten bu. Ama özellikle ABD’nin son yıllarda yaptıklarından sonra AB Dünya’da daha aktif bir rol oynaması gerektiğini ve askeri olarak güçlenmesi gerektiğini anladı. Savunma harcamalarını iki katına çıkardı. Gelecekte petrol için mücadele kızışacak ve Avrupa’da Ortadoğu petrolüne bağlı. Kısacası AB istemese de Çin , ABD ve AB arasındaki mücadele kızışacak, bu üçüncü dünya savaşına bile götürebilir. İşte bu bağlamda Türkiye’nin ordusu ve stratejik konumu önemli. İleride AB ordusu içinde Türk kuvvetlerinin stratejik kaynaklara sahip üçüncü dünya ülkelerine saldırması olasıdır. Bunu adına da emperyalizm diyorlar.
Bu kadar da değil. Dünya teknolojik rantından payı arttığı ölçüde ülkeler maddi refahını artırabiliyor. Ve eşyanın tabiatı gereği AB’nin payı arttıkça üçüncü Dünya’ya daha az pay kalıyor.
Dahası, Kapitalist Dünya sistemi içinde çevre, yarı çevre ve merkez bölünüşü AB’yi yatay olarak keser ve Türkiye ilk, bilemediniz ikinci grupta kalır.
Solcuların bunu bilmesi durumu değiştirmiyor.Uluslarüstü bir emek alternatifinin olmadığı çok uluslu ve bölgeli bir Dünya’da emekçilerin çıkarlarıyla ulusun çıkarları arasında bir ilişki var, bu da eşyanın tabiatı gereği. Ama bu gerçekleri görerek kerhen kabullenmek başka, AB’ye girmeyi çok iyi bir şeymiş gibi görerek göbek atmak başka. Acaba aydınlarımızın AB şemsiyesine giremeyince Türk devletinden yine yerli yersiz dayak yeme ihtimali olmasaydı bu kadar AB heveslisi olacak mıydık ?
Kaynak: Birgün, 22 Aralık 2004