Richard Nikson’un 21 Şubat 1972’de Mao Zedung’u ziyaret etmek üzere Çin’e gitmesinden bu yana, dünyanın jeopolitik düzeni asla aynı olmadı. Ziyaret, 1945 sonrası dönemin jeopolitik düşmanlıklarında yaşanan gösterişli bir kaymayı temsil ediyordu. Temel sonucu ise Çin ve Birleşik Devletlerin birbirlerinin birincil düşmanıymışlar gibi davranmaktan vazgeçmesi ve her birinin diğeri açısından birbirlerinin dünya sahnesindeki potansiyel işbirlikçisiymiş […]
Richard Nikson’un 21 Şubat 1972’de Mao Zedung’u ziyaret etmek üzere Çin’e gitmesinden bu yana, dünyanın jeopolitik düzeni asla aynı olmadı. Ziyaret, 1945 sonrası dönemin jeopolitik düşmanlıklarında yaşanan gösterişli bir kaymayı temsil ediyordu. Temel sonucu ise Çin ve Birleşik Devletlerin birbirlerinin birincil düşmanıymışlar gibi davranmaktan vazgeçmesi ve her birinin diğeri açısından birbirlerinin dünya sahnesindeki potansiyel işbirlikçisiymiş gibi davranmaya başlamasıydı; ki işbirlikçi, müttefikten bir derece daha geridedir. Her ikisi de Kore’de açık bir savaşın yaşandığı ve dünya çapında sınırsız bir retoriksel atıp tutmanın sürüp gittiği 1972 öncesi döneme geri dönülmesine izin vermemek için son derece dikkatli davrandılar. Bu dikkatli, hatta tedirgin ilişki, bugüne kadar değişmeksizin sürüp gitti ve hatta George W. Bush yönetimi altındaki neo-konservatif saldırgan dış politika döneminde bile değişmeksizin kaldı.
Başlangıçta, iki ülkeyi yan yana getiren, şey, her birinin Sovyetler Birliği’nin gücünü sınırlandırma, hatta ortadan kaldırma istekleriydi. Ancak daha sonra her ikisi de daha az zıtlaşan bir ilişkiden önemli ekonomik faydalar elde edebileceklerini keşfettiler. Ve her birinin de bu dikkatli ikili düzenlemeden yarar görebileceğine inandıkları uzun vadeli vizyonları mevcuttu. ABD Çin’i evcilleştirmek, Maocu kozasından dışarı çıkarmak ve kapitalist dünya ekonomisinin içine çekmek istiyordu. Çin ise teknoloji ve mal satın almak ve her şeyin ötesinde de ekonomisini ve ordusunu güçlendirmesine ve kendisini bir süper güce dönüştürmesine yetecek kadar zaman kazanmak istiyordu. Bir ölçüde, her ikisi de elde etmek istedikleri şeyler bakımından az tatmin olmadılar.
Ancak yirmi birinci yüzyıla doğru ilerlediğimizde, her ikisinin de bir diğeriyle olan yarı-dostane ancak yoğun biçimde rekabetçi nitelikteki ilişkide birbirlerinden oldukça farklı jeopolitik stratejilerin peşinden koşmakta oldukları giderek açıklık kazanmaktadır. Devletlerarası sistemde herhangi bir büyük gücün, güç ve üstünlük arayışı açısından ortaya sürebileceği dört farklı kart bulunmaktadır: Ekonomik, politik, askeri ve kültürel-ideolojik kartlar. Ama elbette oynanacak olan kartların hepsi aynı ölçüde güçlü değildir ve dış politikada tercih her zaman bunlardan hangisinin ya da hangilerinin vurgulanması gerektiği hakkındadır.
Birleşik Devletler düşüşe geçen bir hegemonik güçtür. Ekonomik kartı yaklaşık kırk yıldır düşüş halindedir. Bush’un ulusal borcu inanılmaz ölçülerde büyütmesi ABD’nin ekonomik durumunu bundan beş yıl önce olduğundan çok daha berbat bir hale getirdi. ABD imalat sanayi önemli ölçüde ihracata mahkumdur ve şimdi de Brezilya’nın tarımsal bir ihracatçı olarak ABD’nin önüne geçebileceğini öğrenmiş bulunuyoruz; ki bu da üretim açısından ABD’nin dünya ekonomik sahnesinde sahip olduğu son avantajlardan birisidir. ABD’nin düşüşe geçen ekonomik gücü politik gücünü de eritmiştir, özellikle Avrupa’da ama yalnızca burada da değil; ve Bush’un Irak fiyaskosu olumsuz duyguları önemli ölçüde çoğaltmıştır. ABD’nin kültürel-ideolojik gücüne gelince, Sovyetler Birliği’nin çöküşü dünya çapında destek sağlamak üzere kullanılan temel tezi boşa çıkarmıştır. Ve ABD’nin “terörizme karşı savaş”ı ideolojik bir ikame maddesi olarak kullanma çabası da son derece başarısız olmuştur.
Yani, ABD elinde kalan son güçlü karta; askeri karta yaslanmaktadır. Ancak, burada bile ABD beklenilebilecek olandan daha kötü durumdadır. Irak’ta, bir kez daha, ulusalcı isyanla başa çıkma yeteneğine sahip olmadığını göstermiştir. Yine de, ABD askeri sert güç açısından inanılmaz bir üstünlüğe sahip olmayı sürdürmekte ve ulusal zenginliğinin muazzam bir bölümünü bu üstünlüğü sürdürmeye adamaktadır.
ABD’nin askeri üstünlüğünün anahtarı nükleer silahlar olmaya devam etmektedir, bu da ABD’nin nükleer silahsızlanma konusunda neden neredeyse isterik bir kaygı içinde olduğunu açıklamaktadır. Ancak Bush yönetimi için bile daha açık seçik bir hale gelmektedir ki, ABD bir dizi ülkenin nükleer silah elde etmesini engellemeyi başaramayacaktır. Kuzey Kore ve İran listenin başında olabilir ama uzun bir liste sessizce (belki sessizce de değil) trene atlamaya başlamıştır. ABD Büyük Britanya’yı bile İran’ı hizada tutma mücadelesinde kendisiyle birleştiremediği bir anda, politik anlamda kötü bir durumda demektir.
Bunun anlamı ABD’nin sorgulanmaz askeri liderliğini koruma çabasını terk ettiği değildir. Kendisini son hızla mini-nükleerler olarak adlandırılan silahları geliştirmeye adamış durumda. Bu mini-nükleerler aslında son derece güçlüdür. Hiroşima ve Nagazaki’de kullanılmış olan bombalarla aynı güce sahiptir. Ancak, iki farklı özellikleri bulunmaktadır: toprağın (ve böylelikle de düşman sığınaklarının) diplerine kadar gömülebilirler ve güya bunları politik açıdan daha az karşı çıkılır hale getiren daha az ikincil tahribat yaratmaktadırlar. ABD bunların Los Alamos’ta üretilmesi için çaba göstermektedir ve muhtemelen yakında bunları deniyor olacaktır. Bu mini-nükleerlerin caydırıcı değil gerçekten önleyici biçimde kullanılması amaçlanmaktadır. ABD elverişli mini-nükleerler üretmeyi başarabilirse, ABD’nin bu avantajını dengeleyecek yeni bir dünya çapında silahlanma yarışı başlamasını bekleyebiliriz.
Bu arada, Çin farklı bir yolda. Elbette askeri aygıtını güçlendirmeye niyetli. Ama Çin’in bu cephede ABD’ye rakip çıkması için bir süre daha geçmesi gerek. Çin aynı zamanda dünya sahnesinde de düşük bir politik profil sergiliyor. Bu profil neredeyse herkesle daha iyi ilişkiler geliştirmekten oluşuyor. Ama Çin elbette bugün büyük bir politik oyuncu olmaya henüz hazır değil. Üstelik, Çin’in ideolojik konumu, en azından, kafa karıştırıcı. O bir “pazar sosyalist devleti”; ki kimse bunun anlamından tam olarak emin değil. Bazen eski Bandung Konferansı günlerindeki, Üçüncü Dünyanın önderi konumunu anımsatıyor; ama genellikle, Kuzey-Güney konularında görece sessiz.
Çin’in elindeki en önemli kart ekonomik kartı. O yükselen bir ekonomik güç. Ne kadar güçleneceği ise henüz belirsiz. Ama sabırla rolünü genişletiyor. Bir Çin firması daha yakınlarda IBM’in kişisel bilgisayar bölümünü satın aldı ve şimdi de dünyanın en büyük üçüncü şirketi haline geldi. Çin ABD hazine bonolarına yatırım yaparak ABD dolarının başlıca dayanağı haline geldi. Bu da Çin’e, diğerinin kendisi üzerinde sahip olduğundan daha fazla ekonomik kontrol sağlıyor, çünkü bu yatırımların geri çekilmesi ya da hatta çaplarında meydana gelebilecek hızlı bir düşüş, ABD üzerinde ekonomik hasar yaratabilir. Çin İran’la, gerekli petrol erişimini güvence altına alan mükemmel ilişkiler de kurdu.
Ve en ilginci de, 29 Kasım 2004’de, Çin Güney Doğu Asya Ulusları Birliği (ASEAN) ile, “tarihi” diye adlandırılan ve ABD ile AB’ninkilere rakip olan bir ticaret bloku kurmaya doğru ilerleyen bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşma iki milyarlık bir pazar alanı yaratıyor ve Çin ile Güney doğu Asya arasındaki yeni yol ve demiryolu bağlantıları da buna eşlik edecek. Çin’in bu katı zemini tamamlamak üzere yapması gereken Japonya ile bir ekonomik anlaşmaya varmak. Bu ise her iki tarafın uzun vadeli politik ve askeri kaygıları tarafından karmaşıklaştırılan bir hedef. Ancak uzun vadede hem Çin, hem de Japonya açısından ekonomik anlamda öylesine avantajlı ki bu anlaşmanın gerçekleşmemesi zor olacak.
ABD’nin askeri kart üzerinde yaptığı vurguda
bir tür çaresizlik tadı var. Çin’in ekonomik temelini yavaş yavaş inşa etmeye yaptığı vurgu ise tersine, bir sabır eylemi gibi duruyor. Belki de bu, kaplumbağa ile tavşanın hikayesidir.
http://fbc.binghamton.edu/commentr.htm adresinden sendika.org tarafından çevrilmiştir.