Faşistler en iyi bildikleri işle, terörle yeniden sahnede MHP, 1999 seçimlerinden sonra iktidar koltuğuna oturmasıyla beraber gömdüğü silahlarını yeniden kuşanıyor. İktidara geldikten sonra, sağın merkezine oturma hevesiyle geleneksel misyonunu talileştiren MHP, merkezden atılmasının ardından uzun süren “politik şiddet” orucuna ramazanda üniversitelerde başlattığı saldırılarla son verdi. Üniversitelerle sınırlı kalmayan saldırıların Türkiye’nin dört bir yanında aynı anda […]
Faşistler en iyi bildikleri işle, terörle yeniden sahnede
MHP, 1999 seçimlerinden sonra iktidar koltuğuna oturmasıyla beraber gömdüğü silahlarını yeniden kuşanıyor. İktidara geldikten sonra, sağın merkezine oturma hevesiyle geleneksel misyonunu talileştiren MHP, merkezden atılmasının ardından uzun süren “politik şiddet” orucuna ramazanda üniversitelerde başlattığı saldırılarla son verdi. Üniversitelerle sınırlı kalmayan saldırıların Türkiye’nin dört bir yanında aynı anda başlaması bu hareketlenmenin münferit olmadığını anlamak için yeterliydi. MHP siyaset sahnesinde kendine yer açmaya en iyi bildiği yerden, sola yönelik saldırıdan başladı. Pankartlarında ve afişlerinde yer alan, “Bugün ülkeyi satan, yarın?”, “Türban yasak, zina serbest: İşte AKP’nin müslümanlığı” gibi söylemlerle AKP’yi hedef alan MHP, “Cumhuriyeti neyle kurduysak, onunla savunacağız”; söylemiyle de “rejimin bekçiliği” için silahlarını yeniden kuşanacağının sinyalini önceden vermişti. Ama MHP’nin saldırı hedefi emperyalist hedefler değil sol oldu.
Faşist hareketin uzun zamandır böyle bir yönelime girmesi zaten bekleniyordu. Bu siyaset, en özlü biçimiyle, AB ile entegrasyon sürecinde AKP’nin üzerine oturmak zorunda olduğu bombaların fitilini ateşleme çabası ve bunu yaparken de AKP’yi gericiliği iyi savunamamakla suçlayarak “bu iş bizim işimiz” demekten ibaret. MHP “gerici koruma” kampanyasını azınlıkları ve solcuları hedef alan eylemleriyle başlattı.
Ancak AKP’nin altındaki bombanın patlatılması sadece fitilin ateşlenmesine bakmıyor. AB ile entegrasyon sürecinde egemen sınıfların tek bir blok olarak davrandığı koşullarda bu fitilin ateş alması zor. Ama MHP’nin egemenler arası saflaşmaların henüz diplerden doğru gelen çatırtılarına kulaklarını diktiğini ve bugünlerde pusuda beklediğini söyleyebiliriz. 17 Aralık’ta açıklanacak olan kararın taslak metninde ve Avrupa Parlamentosunun zirveye dair tavsiye kararında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tanınmasına dair zorunluluklar bulunması MHP’yi heveslendiriyor. KKTC’nin varlığını yok sayarak, Türkiye’nin geleneksel Kıbrıs politikasından önemli bir kopuş anlamına gelen bu karar hükümeti oldukça zorlayacak gibi görünüyor.
AKP’ye “milli görüş” kuşatması
Saadet Partisi’nin “Zalime Zulme ve Katliama Lanet Harekatı” adını verdiği kampanya da asıl olarak bir AKP’yi kuşatma harekatı olarak yürütülüyor. Cuma namazı çıkışları yapılan eylemlerde de, Pazar günü yapılan ve 100 bine yakın kişinin katıldığı mitingde de hedefte AKP iktidarı vardı. Konuşmasında AKP’ye “Irak’ta yaşananlara karşı sesini yükseltmediği için” yüklenen Erbakan’ın Irak’ta ABD taşeronluğu yapan şirketler hakkında tek laf etmemesi dikkat çekiciydi. Bunun nedenini anlamak için Cuma günü Beyazıt meydanındaki gösteride açılan bir pankart yeterliydi: “Dayan Irak Anadolu Kaplanları Geliyor!”
Anadolu kökenli yeni egemen sınıfları temsil eden milli görüş hareketindeki parçalanma sonucu, bu sınıfları AKP’ye kaptıran Erbakan cephesi, eski “Saadet” günlerine geri dönüş yolunun, öncelikle yoksulları değil, bu sınıfları yeniden kazanmak olduğunu biliyor. Bu sınıfı sömürgecilik ilişkilerinden bağımsız, “milli” bir burjuvazi palavrasıyla şişiriyor. Bir taraftan bu kesimlere “hala sizi temsil etme iddiasındayım” derken, öte taraftan “anti-emperyalist” öfkenin bu yeni yanlış adresini tarif ediyor.
Tabii ki Erbakan gibi “kurt” bir politikacı Irak’ta ABD taşeronluğu yapan firmalar arasında öncelikle bu “kaplanların” olduğunu da biliyor. AKP’ye tezkere ve içinde olduğu suskunluk nedeniyle yüklenirken ABD taşeronlarına “aslanım, kaplanım” edebiyatı yapıyor. Bu tipik bir “milli görüş” demagojisi. Unutmayalım ki karşımızdaki, iktidarken her gün sulu gözlerle “Filistin” diye ağlanıp, İsrail’le askeri anlaşma imzalayan bir siyaset erbabı var. Saadet’in AKP’ye yüklenirken yaptığı “suskunluk” suçlamasını Anadolu kaplanları şu şekilde okuyor: “AKP yeterince iyi demagoji yapamıyor, halkın Amerikan karşıtı tepkilerini örgütlemekte yetersiz kalacak.”
Erdoğan’ın İnsan Hakları Danışma Kurulu’na aldığı Hukukçular Derneği gibi AKP’ye yakın kimi derneklerin de mitinge katılımı “milli görüş” kuşatmasının kısmen karşılık bulduğunu gösteriyor. Adana Milletvekili Abdullah Çalışkan başta olmak üzere birçok AKP milletvekilinin mitingi öven açıklamalarda bulunmasını da not düşmek gerekiyor.
Burada savaş karşıtı hareketi bölerek etkisizleştiren, İslamcılarla ittifaktan vazgeçemeyen sola da değinmek gerekiyor. Yasal ve radikal solun önemli bir kesimi egemen sınıfları temsil eden tüm siyasi oluşumların işbirlikçilik dışında bir ilişki kanalı sunmayacağını anlamamakta ısrar etmiş, bunu anlasa da İslamcılığın egemen sınıfların bir kanadının siyasi yönelimi olduğunu görmezden gelmişti. Anti emperyalist sol bir merkez oluşmasının tüm olanaklarını dinamitlemekte ısrar eden kimi sol gruplar, hem savaş karşıtı mücadeleyi etkisizleştirmiş hem de Irak’ta ABD taşeronluğu yapan sınıfların siyasi temsilcisine demagojik siyasetlerini yürütme alanı açmış oldular.
Şimdi anti-emperyalist olmanın turnusolu bellidir. Irak’ta Türkiyeli şirketlerinin aldığı tüm ihalelerin iptalini ve bu kanlı ticaretin yasaklanmasını istemek solun en önemli görevlerindendir. Emekçi sınıfların anti-emperyalist öfkesi ile kimi egemen sınıf temsilcilerinin demagojik ABD karşıtlığının ayrıştırılması bu taleplerin etkin biçimde savunulması ile mümkündür.
AKP’nin kaçınılmaz erozyonu sola yönlenmelidir
Başkanlık tartışmalarını başlatmak için AKP kurmaylarının bugünleri seçmiş olması, partinin popülaritesinin şu an olabilecek en üst seviyede bulunduğunun farkında olduklarını gösteriyor. Şimdilik borsalarda satışa sunulan, “ABD ile AB’ye girecek, AB ile güçlü ülke olacağız” masalının inandırıcılığının azalmasıyla birlikte bu partinin erozyona uğrayacağı açık olarak görülüyor.
Nitekim, AB’den gelen birkaç olumsuz haber, AKP içinde huzursuzluk çıkarmaya yetti. Tam üyelik yerine “imtiyazlı ortaklık” formülünün AB içinde ağırlık kazanmaya başlaması, merkez ülkelerin ve eski Doğu Bloğu ülkelerinin ardında üçüncü sınıf üyeliği öngören düzenlemelerin açıkça tartışılması, birliğin tarım başta olmak üzere ekonomi politikası konusundaki taleplerinin IMF dayatması ekonomik programların yıkıcı etkisini arttıracağının fark edilmeye başlanması, Kıbrıs ve azınlıklar konusundaki AB direktiflerinin önemli bir siyasi kriz dinamiği barındırdığının daha net görülmesi, AKP’nin çıkar koalisyonunu zorluyor.
AKP’nin bu hafta başında, tezkereden sonra ilk kez basına kapalı bir grup toplantısı yapması, parti içinden Saadet Partisi mitingine yönelik övgüler, Sağlık Bakanı’nın milletvekillerini SSK konusunda destek olmadıkları için eleştirmesi, kaynayan olmasa da ısınan bir kazandan bahsetmek için yeterli gelişmeler. Bunlar AKP’nin sağa doğru erozyonunun önemli emareleri.
Bu noktada solun ve emek güçlerinin erozyonun yönünü sola çevirmesi gerekiyor. Sağlıkta Dönüşüm Programının ve Irak’taki ABD taşeronluğunun AKP’nin yumuşak karnı olduğu açık olmasına rağmen, bu zayıf halka sol açısından hiç de iyi değerlendirilmiyor. 20 Kasım’daki 80 bin kişilik “SSK’lar devredilemez” mitingine sol gruplar, onlarla veya yüzlerle ifade edilecek sayılarla katılıyor. Bu durum sağ
lık hakkı mücadelesinin son derece dar taleplerle sınırlandırılıp SSK’ların devrine indirgenmesini, güvence sorununun işçi sınıfının genel bir sorunu olarak değil örgütlü bir azınlığının sorunu olarak algılanmasını kolaylaştırıyor. Sağlık hakkı mücadelesini Emek Platformuna, savaş karşıtı mücadeleyi de İslamcılara ihale eden sol, önümüzdeki dönemlerde Türkiye’yi bekleyen olası kriz dinamiklerinin AKP’de yaratacağı erozyonun yatağını sağa teslim etmiş oluyor.
Oysa başta da dediğimiz gibi bu memlekette sağcılık zorlaşıyor. Egemen sınıfların ve siyasi temsilcilerinin bitmeyen masalı, “Emperyalizmle bütünleşerek büyük devlet olacağız” yalanı inandırıcılıktan gitgide uzaklaşıyor. AB’ye entegrasyon süreci emperyalistlerin güncel ihtiyaçlarına bağlı olarak değiştirilebilecek şekilde tamamen belirsizleştirilirken, serbest dolaşımın kalıcı olarak engellenmesi, referanduma tabi kılınması, imtiyazlı ortaklık gibi ara formüllerin gündeme gelebilmesi gibi şartlar Türkiye’nin önüne konurken, Irak ve Afganistan işgalleri için taşeronluk görevleri tanımlanırken, IMF bankacılık yasasını onaylayan değil kaleme alan olmak isterken egemen sınıflar emperyalizme tam tabiiyet dışında bir alternatif üretemiyorlar. “Büyük-güçlü, bölgede belirleyici devlet” palavralarının, emperyalizmle muz cumhuriyetlerinin kurduğuna yakınlaşan bağımlılık ilişkilerini örtme olanağı her geçen gün azalıyor. Üstelik Türkiye’nin yakından ilişkili olduğu bölgede Irak’tan Filistin’e, İran’dan Ukrayna’ya fokurdamaya başlayan kazanın altına bir Rusya’nın, bir Çin’in; bir ABD’nin, bir İsrail’in odun atmaya devam etmeleri, emperyalizm işbirlikçiliği bakış açısıyla yapılan tüm uzun vadeli hesap-kitapların kısa sürede darma dağın olabileceği bir ortamı hazırlıyor.
Sağın işi zorlaşıyor, peki ya solunki?
Solun görev tanımı basit: Anti-emperyalist bir halk direnişini örmek. Ama bunun için gerekli olan şey emek örgütlerinden, sol örgütlenmelere kadar köklü bir yenilenme; işte bu da işin zor ve zahmetli kısmı.