18 Aralık için hazırlıklar günlerce önceden tamamlanmıştı.Büyük gazetelerin manşetleri hazırlanmış, “Avrupa Fatihi”ni selamlayan on binlerce pankart siparişi verilmiş, havaalanındaki karşılama için son ayrıntılar gözden geçirilmiş, Kızılay Meydanı da “gelin gibi” süslenmişti. Soluklar tutulmuş, bir son dakika kazasına karşı ihtiyatı elden bırakmadan büyük şölene hazırlanılıyordu. 17 Aralık akşamı 19 Ulusal televizyon kanalı aralıksız Brüksel’den canlı yayın […]
18 Aralık için hazırlıklar günlerce önceden tamamlanmıştı.Büyük gazetelerin manşetleri hazırlanmış, “Avrupa Fatihi”ni selamlayan on binlerce pankart siparişi verilmiş, havaalanındaki karşılama için son ayrıntılar gözden geçirilmiş, Kızılay Meydanı da “gelin gibi” süslenmişti. Soluklar tutulmuş, bir son dakika kazasına karşı ihtiyatı elden bırakmadan büyük şölene hazırlanılıyordu. 17 Aralık akşamı 19 Ulusal televizyon kanalı aralıksız Brüksel’den canlı yayın yaparken, halkımızın %84’ü Türkiye’nin Başbakanını değil de kaynanasını izlemeyi tercih etmiş olsa da bu, günün anlam ve önemine gölge düşüremeyecek bir ayrıntıydı.
Ve “muzaffer” Başbakan “gururlu ve vakur” bir ifadeyle memlekete döndüğünde, büyük bir ihtimalle kafasında birçok soru dolanıyordu. Bu sorular hükümetin geleceğine, bir dahaki seçimler için en uygun tarihin ne olacağına, cumhurbaşkanlığına hatta mümkünse başkanlığa giden yola ve en önemlisi tüm bunları etkileyecek dış siyasal gelişmelere dairdi. Çünkü gerçekte hiçbir belirsizlik ortadan kalkmamıştı. Aksine müzakere tarihi alınamayarak AKP’nin halka satabildiği tek vaadinin, AB hülyasının kabak tadı vermesinin engellenmesi adına, belirsizliklerin arttırıldığı bir zirve yaşanmıştı. Böylece uzun süredir çok hassas dengeler üzerinde dans edebilme yeteneğiyle övünen ve bunu “tüccar siyaseti” olarak formüle eden AKP hükümeti için bıçak sırtı keskinleşmişti.
Şurası açıktı: Hükümet, 17 Aralık zirvesi için belirlediği AB’den koşulsuz, tam üyeliği hedefleyen ve önceki aday ülkelerle aynı biçimde yürütülen bir müzakere için tarih alma hedefinde başarısız olmuştu. “Masaya yumruğu vuran büyük müzakereci” sadece hayal tacirliğinin devam edebilmesinin koşullarını kazanmıştı.
Tek “zafer”: Kıbrıs Krizinin ertelenmesi
Hükümet “müzakere tarihi ertelenemez” diye gittiği zirvede müzakerelerin resmi başlangıcı için bir tarih aldı. Ancak müzakerelerin başlangıcı öncesi sürecek tarama sürecinin uzaması nedeniyle olabilecek ertelemeler zirve kararlarında yer aldı. “Hedef tam üyeliktir, imtiyazlı ortaklık gibi ara formüller kabul edilemez denildi” ancak zirve kararlarında müzakerelerin ucu açık bir süreç olduğu ve Türkiye üye olamasa da Avrupa yapılarına güçlü bir şekilde bağlı kalması ifadesine yer verilerek, üyelik dışında başka bir seçenek, başka bir türlü ifade edildi. Hükümet 2014’ten önce üyeliğin gerçekleşemeyeceği ifadesinin kaldırılmasını istedi ve kabul ettiremedi. Serbest dolaşımın kalıcı kısıtlanmasının kabul edilemez olduğu söylendi ancak karar metninde “gerekli olduğunda uygulanabilecek kısıtlamalar getirilebilir” denerek konu AB’nin mevcut üyelerinin keyfine bırakıldı. Zaten bu kısıtlamanın sermayenin emek üzerindeki egemenliğini korumaya yönelik olduğu bilindiğinden çok da ısrarcı olunmadı. Sadece Kıbrıs meselesinde kaçınılmaz son, yani Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tanınması meselesi bir süreliğine, 3 Ekim 2005’e kadar ertelenmiş oldu. Kamuoyuna zafer olarak sunulan tek şey bu oldu.
Ancak zirve sonrası Kıbrıs cephesinde yaşananlar hükümetin işinin hiç de kolay olmadığını gösteriyor. Türkiye’ye tarih verilmesini zirvede engellemeyerek iç siyasette eleştirilerle karşılaşan Papadopulos da adaya döner dönmez sert açıklamalar yaparak 3 Ekim’e kadar sürdürülecek görüşmelerde işi ağırdan alacağının sinyallerini verdi. Herhangi bir kurumu hakem olarak kabul etmeyeceklerini, Annan Planını reddettiklerini ve bir daha gündeme getirmeyeceklerini söyleyen Papadapulos, Türkiye’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımaması durumunda müzakerelerin başlangıcı için veto haklarının bulunduğunu hatırlattı. Yani ortada 3 Kasım’a kadar istediğini alacağı için “al-ver” işlerine girmeye niyeti olmayan Kıbrıs yönetimi ve illa masa diyen Türkiye var. Taraflar sadece bu ikisi olsaydı bu oyunun kazananının Kıbrıs Cumhuriyeti olacağını rahatça söyleyebilirdik. Ancak kuzeydeki Ercan Havaalanını Ortadoğu operasyonlarında kullanmak isteyen ABD ve Türkiye ile AB ilişkilerinin kopmamasını oldukça önemseyen ABD-AB-İsrail oyunun bir tarafı olunca adanın iki tarafının iradeleri sürecin tek belirleyeni olmayacak. Şurası kesin ki bu kadar büyük gücün dahil olduğu bir oyunda Kıbrıs halklarının çıkarları yine en geride olacak.
Dışarıda başka içerde başka gazel
Memleketine döndüğünde iç siyasete oynayan sadece Tayip Erdoğan ve Papadapulos değildi. Türkiye’nin AB üyeliğine en çok destek veren ülkelerden olan Belçika da Avusturya ve Fransa’dan sonra referanduma gidebileceğini duyurdu. Belçika Başbakanı Guy Verhofstadt, Türkiye’nin AB üyeliğiyle ilgili olarak referandum yapılması fikrine destek verdi. Hollanda Dış İşleri Bakanı Bernard Bot ise Türkiye’nin Fransa ve Avusturya’da yapılacak referandumlar sonucunda, büyük ihtimalle AB’ye giremeyeceğini söyleyerek kamuoyunu rahatlattı. Fransa Dışişleri Bakanı Michel Barnier de Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne olası üyeliğinden önce Ermeni soykırımı konusunu gündeme getireceklerini yineledi. İtalya’da Koalisyon ortağı Kuzey Ligi’nin mitingiyle Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkıldı. Ancak ülkelerine döner dönmez doğrudan veya dolaylı olarak Türkiye’nin üyeliğini yokuşa süreceklerini söyleyenler daha bir gece önce Türkiye’ye müzakere tarihi verenlerdi.
Türkiye’de sıkça duyulan zafer palavraları bir yana 17 Aralık’ta zoraki bir nişan gerçekleştirildi. AKP hükümeti her türlü bedeline rağmen bu nişan yüzüğünü takmalıydı çünkü AB süreci iç siyasette hem sopa hem de havuç olarak kullanılan iyi bir araç. AKP, AB ile müzakere sürecini hem kendi iktidarına yönelik desteği korumak için, hem de emeğe yönelik neo-liberal saldırıları yürütmek için oldukça etkin bir biçimde kullanıyor. Emeğe yönelik kapsamlı bir saldırı programını en az zararla atlatarak, Tayyip Erdoğan’a Başkanlık yolunu açmanın biricik yolunun bu sürecin devamından geçtiği düşünülüyor.
Aday olarak tutmak, üye yapmaktan daha önemli
Avrupa cephesi ise tam da bekleneni yaptı. AB Türkiye’yi üyelik sürecinde tutmalıydı. Ortadoğu’da, Kafkaslar’da, Karadeniz’de ve Akdeniz havzasında daha etkin rol oynamayı hedeflediğini ifade eden AB için Türkiye siyasi, askeri ve iktisadi operasyonlarda önemli bir köprü olacak. Peki AB bu köprüyü istiyorsa Türkiye’yi niye hemen içine almıyor da kapıda süründürüyor. Bu sorunun en kestirme yanıtı lokmanın yutulabilir hale gelmesi için iyice çiğnenmesi gerektiğidir. Yani IMF destekli yapısal dönüşüm programının AB müzakereleriyle sürekliliğinin teminat altına alınması ve AB kriterleriyle pekiştirilmesi, bu sayede Avrupa sermayesi için daha cazip bir ekonomik alan yaratılması, ülkenin yöneticilerinin zorlu askeri operasyonlarda görev almaya daha hevesli hale getirilmesi için Türkiye’nin biraz daha süründürülmesi gerekmektedir. Ancak nikahın bir diğer müdahili olan ABD’nin Avrupa siyasetini de bu süründürme sürecinin uzamasında önemli bir etken olarak görmemiz gerekiyor. ABD, Avrupa’nın yeni bir iktisadi, askeri ve politik süper güç olma çabalarının mümkün olduğunca kendi denetiminde ilerlemesini istiyor. Örneğin ABD, Avrupa Ordusuna giden yolda toplam 18 bin askerlik acil muharebe birliği kurulmasını NATO’yu gölgelemeye yönelik bir hareket olarak değerlendiriyor. ABD ekonomisinin AB ekonomisinden en büyük avantajı daha liberal bir piyasa ekon
omisinin mevcudiyeti ve doların gücü olarak gösterilirken, Avrupa’nın da vahşi bir neo-liberal dönüşüm içerisinde olması ve Euro’nun dolar karşısındaki yükselişi bu iki emperyalist blok arasındaki iktisadi rekabeti de kızgınlaştıracak gibi görünüyor. ABD’nin “Büyük Ortadoğu” bölgesindeki her adımında AB’nin daha etkin rol alacağına dair emareler artıyor. Örneğin AB, ABD’nin itirazlarına rağmen, İran’ın nükleersizleştirilmesi için ekonomik rüşvetlerle süslenmiş bir anlaşmaya varmak üzere İran’la görüşmelerini sürdürüyor.
AB, Türkiye’yi bölgeye müdahalesinde bir köprü olarak görmek istiyor ancak kendi içerisinde bir ABD kalesi olmasından da endişe duyuyor. Kapıda burnu sürtülmüş bir Türkiye’nin AB emperyalizminin çıkarlarıyla daha uyumlu hale getirilmesi hedefleniyor. Türkiye’yi aday olarak tutmanın üye yapmaktan daha etkin bir bağımlılık ilişkisi yarattığını AB iyi biliyor ve acele etmiyor. Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın zirveden önceki son televizyon konuşmasında bu durumu açıkça ortaya koyuyor: “AB, büyük hedeflere küçük adımlarla ulaşmayı deneyecek.”
Yahudi Lobisi Devrede
AB ve ABD’nin Türkiye’nin üyelik sürecine dair planları yetmiyormuş gibi, Yahudi Lobisi’nin Türkiye’ye tarih verilmesi için Avrupa Birliğinde ve yeni kredi açılması için de ABD’de gerçekleştirdiği “göz yaşartıcı” lobi faaliyetleri İsrail devletinin de Türkiye’den beklentileri olduğunu gösteriyor. ABD’de Kasım ayı ortasında dışişleri, savunma, istihbarat ve ekonomi temsilcilerinin katıldığı toplantılarda İran için hazırlanan savaş senaryosu üzerinde yürütülen çalışmada İsrail’in beklentilerinin ipuçları vardı. Bu çalışma sonucu hazırlanan 81 sayfalık raporda İsrail ile ABD’nin birlikte gerçekleştireceği çok aşamalı bir savaş planı anlatılıyor, İsrail uçaklarının saldırı güzergahı için Türkiye hava sahası seçeneğinden bahsediliyor ve Doğu Karadeniz ABD uçakları için bir saldırı merkezi olarak tanımlanıyor. İran’ın nükleer silaha sahip olmasından en çok endişelenen ülkelerden olan İsrail’in Türkiye’ye dair beklentilerini bu ve bunun gibi askeri-stratejik planların belirlediğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Halkın talepleriyle emperyalizmin talepleri uyumlulaştırılamaz
Sonuç olarak, Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin sürmesinden ve emekçilere bir olanak olarak sunulan müzakere sürecinden AKP’nin de, ABD’nin de, AB’nin de, İsrail’in de beklentileri büyük. Afganistan’ı, Kafkasya’yı, Karadeniz’i, Akdeniz’i ve Ortadoğu’yu içine alan büyük bir bölgede emperyalist güçlerin Türkiye’den beklentileri, Rusya ve Çin’in de devreye girdiği rekabet koşullarında hükümete oldukça zor günler yaşatabilir. Bu konjonktürde on beş yıl sonra gerçekleşeceği varsayılan sahte bir hayale giden yolun daha da keskin bir bıçak sırtına dönüştüğü açıktır. Bu yolda, emperyalistler arası sertleşen rekabetin, bölgedeki savaşların, işgallerin, dizginsiz neo-liberal saldırıların olduğu artık yeterince açıktır. Büyük güçlerin tamamının dahil olduğu bir süreçte hükümetlerin varlığının dahi pamuk ipliğine bağlı olacağı görünmektedir ve zaten baskın erken seçim lafları daha çok edilmeye başlamıştır.
Türkiye’nin AB ile müzakere sürecinde dair bu kadar hesap varken, bu süreçten emek lehine gelişmeler beklenemez. Emperyalizmin çeşitli kamplarının ellerini ovuşturarak yönetmeye çalıştıkları AB’ye tam üyelik sürecinden emek lehine sonuçlar çıkarmayı hedeflemek anlaşılmaz bir hayalciliktir. Emek güçlerinin görevi, emperyalizmin daha fazla kan, sömürü ve yıkım taşıyan projelerine rasyonellik kazandırılabileceği gibi yanıltıcı bir fikri yaygınlaştırmak değil, aksine emperyalizmden kopuşun emekçiler için en olanaklı ve gerçek kurtuluş yolu olduğunu anlatmaktır. AB sürecinin gerekleri doğrultusunda topraklarından koparılacak on milyon köylünün, sağlık hakkı gasp edilen emekçilerin, kentsel dönüşüm yasalarıyla evlerinden atılan yoksulların, savaşlara sürülecek halkımızın insanca bir yaşam için değişim talepleri ile emperyalist projelere entegrasyon süreçlerinin uyumlulaştırılması gibi irrasyonel bir çabanın kime ne faydası olacağı açıktır.