Bağdat’ta aradığım şeyi kentte ancak 1 ay geçirdikten sonra bulabildim. Irak’a savaşın başlamasından bir yıl sonra, sözüm ona hummalı bir inşaat faaliyetinin devam ediyor olması gereken bir zamanda gelmiştim. Ama haftalar boyunca aramama karşın tanklar ve humveeler dışında tek bir ağır makine görememiştim. Sonra onu gördüm: bir inşaat vinci. Büyük, sarı ve etkileyiciydi. Kalabalık bir […]
Bağdat’ta aradığım şeyi kentte ancak 1 ay geçirdikten sonra bulabildim. Irak’a savaşın başlamasından bir yıl sonra, sözüm ona hummalı bir inşaat faaliyetinin devam ediyor olması gereken bir zamanda gelmiştim. Ama haftalar boyunca aramama karşın tanklar ve humveeler dışında tek bir ağır makine görememiştim. Sonra onu gördüm: bir inşaat vinci. Büyük, sarı ve etkileyiciydi. Kalabalık bir alış veriş bölgesinin kenarında onu gördüğümde en sonunda hakkında o kadar şey işitmiş olduğum yeniden imar çalışmalarından bir örneğe rastladığımı düşündüm. Yalnız, vincin hiçbir şey inşa ya da imar ettiği yoktu. Oysa bütün kent onarılması yahut yeniden inşa edilmesi gereken hükümet binalarının yıkıntılarıyla, direkleri devrilmiş, telleri kopmuş elektrik hatlarının enkazıyla doluydu. Ama, vinç orada inşaat çalışmaları için değil, üç katlı bir binanın tepesine büyük bir reklam tabelasını asmak üzere bulunuyordu. Tabelada ise “Yüzde yüz doğal, Suudi A rabistan malı Sunbullah balları” yazıyordu.
Reklamı görür görmez Senatör John McCain’in geçen Ekim’de söylediklerini hatırlamadan edemedim. ”Irak” demişti ”üzerine sineklerin üşüştüğü koca bir bal kavanozudur”. McCain’in söz ettiği sinekler Halliburton ve Bechtel gibi dev şirketler kadar, Bradley Savaş Araçlarının ve lazer güdümlü bombaların açtığı yollardan Irak’a doluşan eli çantalı kapitalistlerdi. Onları buraya cezbeden bal ise ihalesiz sözleşmeler ve Irak’ın efsanevi petrol zenginliğinden ibaret değildi. Önce Saddam Hüseyin’in milliyetçi ekonomi politikaları, ardından BM’nin boğucu yaptırımlarıyla yıllarca dış dünyaya kapandıktan sonra birden bire açık Pazar haline geliveren bir ülke her çeşit girişimciye sonsuz yatırım fırsatları sunuyordu.
Bal reklamına bakarken, Irak’ta işlerin yanlış gitmesine getirilen ve John Kerry’den Pat Buchanan’a hemen herkes tarafından tekrar edilen en yaygın açıklamayı da hatırladım: Bu açıklamaya göre, Irak kan ve kargaşa içindeyse, bu, Başkan George Bush’un bir savaş sonrası planı olmadığındandır. Güzel ve mantıklı bir açıklama, tek kusuru, doğru olmayışı. Bush Yönetimi’nin savaştan sonra ne yapacaklarına ilişkin bir planı vardı. En basit şekliyle anlatacak olursak, bu plan, ortalığa olabildiğince çok bal dökmek ve sonra oturup sineklerin gelmesini beklemekten ibaretti.
Irak’ın yeniden imarıyla ilgili bu “bal teorisi” savaşın ideolojik mimarlarının ideolojilerinin temelinde yatan en aziz tuttukların inançlarına dayanmaktadır: bu inanca göre açgözlülük iyidir. Açgözlülük sadece savaşın ideolojik mimarları ve onların dostları için değil, bütün insanlık ve tabii Iraklılar için de iyi bir şeydir. Bu ideologlara göre, açgözlülük kar, kar ekonomik büyüme, ekonomik büyüme işsizlere iş olanağı getirir. Temel dürtüsünü açgözlülüğün oluşturduğu bu sürecin sonunda herkesin ihtiyaç duyduğu mal ve hizmetler herkes için sağlanır. Öyleyse iyi bir hükümetin rolü, şirketlere doymak bilmez açgözlülüklerinin peşinden gitmeleri için gereken optimal koşulları sağlamaktan ibarettir, şirketler kendi açgözlülüklerini tatmin ederken toplumun ihtiyaçlarını da karşılayacaktır. Tek sorun, hükümetlerin, hatta yeni muhafazakar cinsinden olsalar bile, bu kutsal teorinin doğruluğunu kanıtlama fırsatını pek nadir bulabilmeleridi r. Ellerindeki muazzam ideolojik avantajlara rağmen, George Bush’un Cumhuriyetçileri bile, kutsal teoriyi pratiğe geçirmekte işgüzar Demokratların, bencil sendikaların ve buluttan nem kapan çevrecilerin engellemeleri ve sabotajlarıyla karşılaşmaktadır.
Irak, yeni-muhafazakar ideologlar için her şeyi değiştirecek bulunmaz bir fırsattı. Nihayet dünyanın bir köşesinde teoriyi en saf, en mükemmel ve en uzlaşmaz biçimiyle pratiğe geçirecek bir yer bulunmuştu. 25 milyon nüfuslu bir ülke ortadan kaldırılıp, yerine laissez faire (bırakınız yapsınlar) ekonomisinin örnek numunesi, dünyanın görmek fırsatını henüz bulamadığı bir ütopya konacaktı. Çok uluslu şirketler kar arayışlarını kısıtlayan her türlü düzenleme ve denetimden kurtarılacak, gittikçe küçülen bir devlet, esnek işgücü, açık sınırlar, asgari düzeyde tutulan vergiler, gümrüklerin ve mülkiyet haklarından doğan kısıtlamaların kaldırılmasıyla kapitalizmin rüya ülkesi inşa edilecekti. Kuşkusuz, Irak halkı kısa vadeli bazı acılara katlanmak zorunda kalacaktı: Kamu varlıkları büyüme ve yatırım için yeni fırsatlar yaratmak için tasfiye edilecek, çalışanlar işlerin i kaybedecek ve gümrüksüz sınırlardan akan yabancı mallar küçük işletme ve çiftliklerin iflasına yol açacaktı. Ama, planın yazarlarına göre, bütün bunlar, gerekli koşulların yaratılmasıyla arkadan mutlaka gelecek olan refah patlaması için ödenmesi gereken önemsiz bedellerdi.
Evet, Irak patlamalardan yana sıkıntı çekmiyor ama ülkeyi her Allahın günü sarsan bu patlamalar refahtan değil her çeşitten bombadan geliyor. Gözden kaçırılmaması gereken, ülkeyi saran bu şiddet ve kargaşanın, bu patlamaların ABD’nin bir planının olmamasından değil, tam tersine böyle bir planının varlığından kaynaklandığıdır. Irak’taki sorunların nedeni bizzat bu plan ve bu planın dayandığı ideolojidir.
İşkenceciler, insan vücudunun çeşitli organlarına aynı anda elektrik şoku verildiğinde kurbanın acının nereden geldiğini anlayamadığını ve bu kafa karışıklığı sonucu direnme gücünü yitirdiğini düşünürler. CIA’nın kamuya açıklanan 1963 yılından kalma bir “Karşı İstihbarat Sorgulama Talimatnamesi”nde travmaya maruz bırakılan tutukluların “-çok kısa bir süreliğine de olsa- bir canlılığın askıya alınma haline, bir tür psikolojik şok ya da kötürümlük durumuna girdiğini… ve bu anlarda kaynağın telkine daha açık ve işbirliğine daha hazır bir duruma” geldiğine dikkat çekilir. Ekonomik “şok tedavileri” de benzer bir mantığa dayanır. Bu çirkin terim, Şili’de General Augusto Pinochet’nin hükümet darbesinin hemen ardından girişilen hızlı piyasa ekonomisi reformları sonrasında günlük dile girmiştir. Bu teoriye göre, ıstıraplı ekonomik “ayarlamalar” büyük bir hızla ve savaş, darbe ya da hükümet krizi gibi ağır bir toplumsal sarsıntının ardınd an yapıldığı takdirde, şaşkınlık içinde bulunan ve asıl kaygısı günü kurtarmaya yönelmiş bulunan halk da bir askıya alınmış canlılık hali içine girecek ve direnme gücünü bulamayacaktır. Pinochet’nin maliye bakanı Amiral Lorenzo Gottuzo’nun veciz ifadesiyle “Köpeğin kuyruğu bir vuruşta uçurulmalıdır.”
Irak’ın işgalinden sonra uygulamaya konulan özünde tam da buydu. Özel şirketlerin kelimenin tam anlamıyla her işi devletlerden daha iyi yapacağına inanan Beyaz Saray, Irak’ın devlet güdümündeki ekonomisinin özelleştirilmesi işini de özelleştirmeye karar verdi. Savaşın başlamasından iki ay önce USAİD, “Irak’ın sürdürülebilir bir piyasa ekonomisine dönüştürülme” işine nezaret etmeyi özel bir şirkete vermeyi öngören bir taslak hazırlamıştı. Taslak, bu işi üstlenecek şirketin (bu şirket Bearing Point’e bağlı KPMG olacaktır) “bu alanda çok hızlı bir ilerleme kaydetmek için mevcut siyasi koşullardan kaynaklanan eşsiz bir fırsata sahip olacağını” öngörüyordu. Tam da öyle oldu.
Irak’ın işgalini 12 Mayıs 2003’ten planlanandan biraz daha erken ayrılmak zorunda kaldığı bu yılın 28 Haziranına dek yöneten L. Paul Bremer, Irak’a vardığında “Bağdat’ın gerçek anlamda bir yangın yeri olduğunu, havaalanından kente gelirken alevlerin arasından geçtiğini” anlatmıştır. Yine de, daha “şok ve dehşet” operasyonunun yol açtığı yangınlar söndürülmeden kendi “şok tedavisine” girişmekten geri kalmadı. Yaz mevsimi bitmeden, Bremer, Irak’ta IMF’nin Latin Amerika’ya kabul ettirmek için 30 yıl uğraştığı ekonomik önlemlerden daha fazlasını gerçekleştirdi. Dünya Bankası’nın Nobel ödüllü eski baş iktisatçısı Joseph Stiglitz, Bremer’in reformlarını “eski Sovyet dünyasında uygulananlardan bile radikal bir şok tedavisi” olarak niteliyor.
Bremer’in çalışma üslubu görevindeki ilk önemli icraatından anlaşılabilir. İlk iş olarak tam 500 bin kamu çalışanının işine son verdi. İşten atılanların büyük çoğunluğunun asker olduğu doğruydu, ama aralarında doktorlar, hemşireler, öğretmenler, yayıncılar ve matbaacılar da bulunuyordu.
Bu başlangıçtan bir ay sonra Bremer reformlarının en önemlisini açıkladı. Savaştan önce Irak’ın petrol dışı ekonomisi çimentodan kağıda, kağıttan çamaşır makinesine akla gelebilecek her şeyi üreten 200 kadar devlet şirketinin hakimiyeti altındaydı. Bremer, Haziran ayında bir ekonomik zirveye katılmak üzere gittiği Ürdün’de bu şirketlerin derhal özelleştirileceğini ilan etti. “Etkin çalışmayan bu kamu şirketlerinin, Irak’ın ekonomik olarak toparlanması için özel ellere bırakılması zorunludur” diyordu. Bu icraat Sovyetler Birliği’nin çöküşünden bu yana en kapsamlı kamu malı tasfiyesi olacaktı.
Bremer’in ekonomi mühendisliği daha yeni başlıyordu. Eylül ayında yabancı yatırımcıları Irak’a çekmek için çokuluslu şirketlere görülmemiş ölçüde cömert davranan bir dizi yasa çıkardı. Örneğin 37 sayılı Emirname Irak’ta kabaca yüzde 40’lara kadar varan kurumlar vergisini sabit yüzde 15 oranına çekiyordu. 39 sayılı Emirname, doğal kaynaklar sektörü dışında yatırım yapan yabancı şirketlere sermayenin yüzde 100’üne sahip olma hakkı tanıyordu. Aynı Emirname, yabancı yatırımcılara, Irak’ta yaptıkları karın yüzde 100’ünü bir kısmını yeniden yatırıma dönüştürme zorunda kalmadan ve hiç vergi ödemeden ülke dışına çıkarma hakkı da veriyordu. Yine 39 sayılı Emirname uyarınca yabancı şirketler 40 yıl süreli kiralama ve sözleşme yapabileceklerdi. 40 sayılı Emirname ise yabancı bankalara aynı kolaylıklarla Irak’ta çalışabilme izni veriyor du. Saddam Hüseyin’in ekonomik politikalarından değiştirilmeyen tek şey sendikaları ve toplu sözleşmeleri yasaklayan hükümlerdi.
Bütün bu yapılanlar size yabancı gelmiyorsa, bunun nedeni bütün bu reformların çokuluslu şirketlerin bütün dünyada devletlere kabul ettirmek ve uluslararası anlaşmalara dahil etmek için çaba gösterdikleri aynı talepler olmasıdır. Bu talepler dünyanın her yerinde direnişlerle yüz yüze gelir ve sert pazarlık ve müzakerelere konu olurken, Irak’ın ayrıcalığı, hiçbir direnişle karşılaşmadan bir bütün olarak ve bir anda ilan edilebilmeleridir. Irak bir gecede, dünyanın en izole ülkesi olmaktan çıkıp, kağıt üzerinde de olsa, dünyanın en açık serbest piyasası oluvermişti.
İlk başta şok tedavi sonuç vermiş gibi gözüküyordu. Ekonomik ve askeri şiddetin baskısı altında serseme dönen Irak halkı, günü gününe hayatını sürdürebilme derdine düşmüşken Bremer’in saldırısına siyasi bir karşılık düşünmekten acizdi. Nüfusun yarısının temiz içme suyu bulamadığı bir ülkede kanalizasyon sisteminin özelleştirilmesinin olası sonuçları hakkında kaygılanmak düşünülemeyecek bir lükstür. Elektriklerin geri gelmesini beklerken, zamanınızı kurumlar vergisini sabitlemenin ekonomik etkileri hakkında tartışmakla geçirmeniz pek olası değildir. Uluslararası basında bile, Bremer’in yeni yasaları ne kadar benzersiz ve radikal olsalar da Irak’tan gelen daha çarpıcı çatışma ve siyasal kargaşa haberlerinin gölgesinde kaldı.
Gelişmeleri gözden kaçırmayanlar da vardı tabii. Geçen yılın güz mevsimi Washington, Londra, Madrid ve Amman’da düzenlenen “Irak’ın yeniden imarı” konulu ticaret gösterileriyle geçti. The Economist dergisi Bremer yönetimindeki Irak’ı bir “kapitalist rüya” olarak tanımladı. Irak pazarına girmeye hevesli şirketlere yardımcı olmak üzere yönetim kurullarını ABD yönetiminde etkili bağlantıları olan Cumhuriyetçi Parti’den siyasetçilerle dolduran sürüyle danışmanlık şirketi mantar gibi üredi. Bunlardan en önemlisi Bush-Cheney ikilisinin seçim kampanyasını yürütmüş olan Joe Allbaugh’un kurduğu New Bridge Strategies firmasıydı. Bu şirketin ortaklarından biri Irak’ın sunduğu fırsatları ballandıra ballandıra anlatıyordu: “Procter & Gamble’ın ürünlerinin Irak distribütörlüğünü almak bir altın madeni almaktır. İyi donatılmış bir 7-Eleven mağazası 30 Irak mağazasını piyasadan silebilir. Bir Val-Mart şubesiyle bütün Irak’ı alabilirsiniz”.
McDonald’ın Bağdat merkezinde şube açacağı, Starwood’un lüks bir otel kurmak için finansman sağladığı, General Motors’ın Irak’ta fabrika kuracağı yolunda dedikodular gecikmedi. Aynı şekilde söylenenlere göre, HSBC bütün Irak’ta şubeler açmaya hazırlanıyordu, Citigroup Irak petrollerinin gelecekteki satışı karşılığında cömert krediler dağıtacaktı ve New York Borsası benzeri bir Bağdat Menkul Kıymetler Piyasası her an çalışmaya başlayabilirdi.
Irak’ın yeni-muhafazakarlar için bir laboratuvar olmasını öngören savaş sonrası planının hayata geçirilmesi sadece bir kaç ay içinde başarılmıştı. Leo Strauss’un Irak’ın işgali için çizdiği entelektüel çerçeve belki biraz vakitsiz olmuştu. Ne gam? Nasıl olsa, bir başka Chicago Üniversitesi profesörü olan, kamu denetimi aleyhtarı Kapitalizm ve Özgürlük manifestosunun yazarı Milton Friedman’ın ABD’nin eline geçen bir ülkede neler yapılması gerektiğini anlatan reçetesi elde hazırdı. Gelişmeler Bush yönetiminin en katı ideolojik kanadı açısından tam bir zafer anlamına geliyordu. Ama başka bir şey daha vardı. Biri, ABD yönetimine savaştan sonra Irak’ta izlenecek strateji hakkında akıl veren Iraklı sürgünler arasında, diğeri bizzat ABD yönetiminin kendi arasında olmak üzere birbiriyle bağlantılı iki iktidar mücadelesi de sonuna yaklaşıyordu.
İngiliz tarihçi Dilip Hiro’nun Secret and Lies: Operation ‘Iraqi Freedom’ and After/ Sırlar ve Yalanlar: ‘Irak’a Özgürlük’ Operasyonu ve Sonrası başlıklı çalışmasında göstermiş olduğu gibi, işgali teşvik eden Iraklı sürgünler kabaca iki cepheye ayrılmıştı. Bir tarafta öncelikle Saddam Hüseyin ve yakın çevresinden kurtulup petrolün denetimini ele geçirmek ve ardından yavaş yavaş serbest piyasa reformlarını uygulamaya koymaktan yana “pragmatikler” bulunuyordu. Bunlar, Irak’ta temel altyapının onarılıp demokrasiye geçişin yollarını gösteren 13 ciltlik bir “Irak’ın Geleceği” raporu hazırlamış bulunan ABD Dışişleri Bakanlığı ile görüş birliği ve yakın ilişki içindeydiler. Cephenin öbür tarafında ise “Sıfırıncı Yıl” yanlıları vardı. Bunlar, Baas diktatörlüğü altında Irak’ın iflah olmaz derecede çürüdüğüne ve tek çarenin herşeyi yıkıp yeni baştan yapmak olduğuna inanıyorlardı. Pragmatik yaklaşımın baş sözcüsü Saddam’ın gözünden düştükten sonra CIA için çalışmaya başlayan eski bir üst düzey Baas yetkilisi olan İyad Allavi idi. Sıfırıncı Yıl cephesinin başında ise ailesinin mal varlığına 1958 devriminde el konduğu için Irak devletine derin bir nefret duyan Ahmet Celebi vardı. Çelebi, Petrol Bakanlığı dışında bütün Irak’ın yerle bir edilmesi ve aynı bakanlığın çekirdeğini oluşturacağı yeni bir devlet örgütlenmesi çevresinde yeniden kurulması gerektiğini savunuyordu ve bu planını “Baastan temizleme” programı olarak adlandırıyordu.
Bush yönetimi içinde de bir yanda pragmatiklerin diğer yanda gerçek müminlerin bulunduğu paralel bir kavga yürütülüyordu. Pragmatiklerin başında Dışişleri Bakanı Colin Powell ve savaş sonrası Irak’a gönderilen ilk ABD büyükelçisi General Jay Garner gibi adamlar vardı. General Garner’ın savaş sonrası planı basitti: altyapıyı kur, hızlı ve kirli bir seçimle idareyi Iraklılara devret, Irak’ta Filipinler’deki gibi Amerikan üsleri oluştur ve şok tedaviyi IMF’ye bırak. BBC radyosuna verdiği demeçte, “Şimdiden sonra Irak’a Ortadoğu’daki ikmal istasyonumuz olarak bakmamız gerektiğine inanıyorum” diyecekti. T.E. Lawrence’den alıntı yaparak “Onlar için işleri mükemmel bir biçimde yapmaktansa, onlara kendi işlerini mükemmel olmasa bile kendilerinin görmesine izin vermek daha doğrudur” diye de ekleyecekti. Karşı tarafta ise bildik yeni-muhafazakar simalar vardı: Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Savunma Bakanı Donald Rumsfeld (ki, kendisi Breme r’in “kapsamlı reformlarını”, “hür dünyanın en akılcı ve cazip vergi ve yatırım yasalarından” diye alkışlayan kişidir), Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz ve belki de en önemlisi, Savunma Müsteşarı Douglas Feith. Dışişleri Bakanlığı’nın “Gelecek Raporu”na karşılık, yeni-muhafazakarların elinde USAID’in Bearing Point ile yaptığı sözleşme vardı. 108 sayfalık bu sözleşmede “özelleştirme” kelimesi en az 51 kere tekrarlanıyordu. Beyaz Saray’daki hakiki müminlerin gözünde, General Garner’ın Irak ile ilgili savaş sonrası planları çekicilikten uzaktı. Örnek bir serbest piyasa kurabilecekken niye bir ikmal istasyonuyla yetinesiniz ki? Bütün dünyaya yol göstermek varken niçin Filipinler tipi bir kaç üsle kanaat edesiniz ki?
Sıfırıncı Yıl taraftarı Iraklı sürgünler Beyaz Saray’daki yeni-muhafazakarlarda doğal müttefiklerini buldular: Çelebi’nin Baasçı devlete duyduğu derin nefret yeni-muhafazakarların genel olarak devlet kavramına duyduğu nefretle çok iyi örtüşüyordu, böylece, bu iki grup kolayca ortak bir gündem üzerinde anlaştılar. Iraklı Sıfırıncı Yıl taraftarları ile Amerikan yeni-muhafazakarlar bir tür mistik cezbe içinde bir Irak hayali kurdular. Başka insanların ölüm ve yıkım gördükleri yerde, onlar yeni bir dünyanın doğum sancılarını görüyorlardı: Irak şiddet aracılığıyla ıslah edilip, ateşle arındırılarak yeniden doğacaktı. Siz ve benim gördüğümüz gibi Irak cruise füzeleriyle, misket bombalarıyla, kaos ve yağmayla yıkılmıyor, tersine yeniden doğuyordu. Bağdat’ın düştüğü tarih olan 9 Nisan 2003, Sıfırıncı Yıl’ın ilk günü, yani yeni bir çağın başlangıcıydı.
Savaş devam ettiği sürece, işgal edilecek Irak’ın denetiminin pragmatiklere mi yoksa Sıfırıncı Yıl taraftarlarına mı verileceği kesinlik kazanmamıştı. Fakat, işgalin beklenenden hızlı bir şekilde gerçekleşmesi, bunun böyle olacağını savunan yeni-muhafazakarların siyasi kozlarını çarpıcı bir şekilde güçlendirdi. Başkan Bush, üzerinde “GÖREV YERİNE GETİRİLDİ” yazan uçaktan indikten 8 gün sonra, Irak’ın bütün Ortadoğu’yu serbest piyasaya açacak örnek bir şirket devleti olmasını öngören yeni-muhafazakar vizyonu açıkça onayladı. 9 Mayıs’ta da, “on yıl içinde ABD ile Ortadoğu arasında bir serbest ticaret bölgesi kurulması” önerisini getiren Bush, bundan 3 gün sonra ise Bağdat’taki ABD temsilcisi General Jay Garner’ın yerine Paul Bremer’i atadı. Görevde sadece 3 hafta kalan Garner’ın değiştirilmesi tereddüde yer bırakmayan açık bir mesajdı: Irak, müminlere verilmişti.
Reagan döneminde diplomatken sonradan iş hayatına atılan Bremer, 11 Eylül saldırılarından hemen sonra Kriz Danışma Ofisi adıyla çokuluslu şirketlere “terörizm risk sigortası” satan bir güvenlik şirketi kurmakla enkazdan altın çıkartmaktaki ustalığını kanıtlamıştı. Irak’a giderken ekonomik konularda iki yardımcı seçti. Geçici Koalisyon Yönetimi’nin “özel sektör geliştirme” programının başkanlığına getirilen bu iki yardımcıdan Thomas Foley Bush ailesinin eski dostlarındandı. Diğer yardımcı milyoner işadamı Michael Fleischer ise eski Beyaz Saray sözcüsü Ari Fleischer’ın kardeşiydi. Ciddi bir diplomatik deneyime sahip olmayan bu iki adamın esas uzmanlık alanları, kendi deyimleriyle, “köşe dönücülük” idi ve Foley’e göre, işgal sonrası sağladığı fırsatlar açısından Irak “Bütün köşe dönmelerin anası” olduğundan, bu göreve kendilerinin getirilmesi son derece yerinde bir seçimdi.
Geçici Yönetim’deki diğer pek çok makam da benzer ideolojik tercihlerle dolduruldu. Bağdat’ta işgal güçlerinin karargahının kurulduğu şehir içinde bir şehir olan “Yeşil Bölge” Heritage Vakfı’nca eğitilmiş ve ülkelerinde hayal bile edemeyecekleri sorumluluklar verilmiş Cumhuriyetçi Partili gençlerle dolmuştu. Örneğin, Beyaz Saray’a iş başvurusunda bulunan 24 yaşındaki Jay Hallen, Bağdat Borsası’nı kurmakla görevlendirildi. Dick Cheney’in ofisinde bir süre stajyerlik yapan 21 yaşındaki Scott Erwin ise evine gönderdiği bir e-postada “Iraklılara iç güvenlik güçlerinin finansmanını yönetmek ve bütçesini oluşturmak için yardım ediyorum” diyordu. Bu yeni mezunun bundan önceki en önemli işinin ne olduğunu biliyor musunuz? “Dondurma dağıtan kamyonlarda sürücülük yaptım”.
Yeşil Bölge’yi dolduran KPMG muhasebecileri, akıl hocaları ve Cumhuriyetçi Partili gençlerin çalışma tarzlarıyla lüks otel süitlerinden gelişmekte olan ülke ekonomilerini yeniden düzenleyen İMF heyetlerinin çalışma tarzları birbirine benzemektedir. Ancak, önemli bir farkla, İMF heyetlerinin karşısında “yapısal uyum” programlarının şartları konusunda müzakere ve pazarlıklar yapan yerel hükümet temsilcileri vardır. Irakta ise böyle bir şey yoktur, hükümet, kendileridir.
Irak’ın ABD tarafından atanmış politikacılarını terbiye etmek için de bazı küçük şeyler yapılmadı değil. Örneğin, Rusya’da sosyalizm sonrasında kamu varlıklarının bir avuç zengin “oligark”a peşkeş çekilmesiyle sonuçlanan özelleştirme programının mimarı İgor Gaydar, bu konudaki bilgi ve görgüsünü aktarmak için Bağdat’ta bir konferansa davet edildi. Aynı şeyi Polonya’da yapan Maliye Bakanı Marek Belka da görüşlerinden yararlanılan bir başka uzmandı. Iraklılar arasından da yeni-muhafazakar dogmaları şevkle ezberleyip tekrarlayan yetenekli öğrenciler bulundu. Bunlardan biri olan Ahmed el Muhtar bana kendi vatandaşları hakkında şunları söyledi: “Irak halkı tembeldir. Yaradılışları itibariyle başkalarına bağımlıdırlar… Artık kendi kendilerine güvenmek zorundalar, bugünün dünyasında hayatta kalabilmenin tek yolu bu.” El Muhtar, hiçbir iktisat bilgisi olmamasına ve işgal öncesinde yaptığı son işi televizyonda İngilizce haberleri okumak olmasına rağmen, işgal yönetiminde Ticaret Bakanlığı’nda dış ilişkiler müdürlüğüne getirildi ve Irak’ın Dünya Ticaret Örgütü’ne üyelik görüşmelerini yürütme sorumluluğu ona verildi.
Irak’a gitmeye karar vermeden neredeyse bir yıl önce savaşın ekonomik cephesini izlemeye başlamıştım. Bu amaçla, “Irak’ın yeniden imarı” konulu ticari şovlara katıldım, Bremer’in vergi ve yatırım yasalarını inceledim, Irak’ta iş alan müteahhitlerle ABD’deki merkezlerinde görüştüm, karar mevkilerindeki siyasetçilerle mülakatlar yaptım. Ama bu yılın Mart ayında bu serbest piyasacı ütopya deneyini yerinde görmek üzere Irak’a gitmeye hazırlanırken, işlerin planlandığı gibi yürümediği gitgide daha açık biçimde görülür olmuştu. Bremer, eğer şirketler için bir ütopya yaratırsanız şirketler de gelir varsayımına dayanarak iş görüyordu. Ama şirketler neredeydiler? ABD’li çokuluslu şirketler ABD vergi mükelleflerin paralarıyla telefon ve elektrik sistemlerini yeniden kurmayı seve seve üstlenirler ama Irak’ta kendi paralarını batırmak söz konusuysa iş değişir. McDonalds ve Val-Mart Bağdat’a hala gelmedi, hatta, 9 ay önce öylesine güvenle ilan edilen devlet fabrikalarının özelleştirilmesi bile henüz gerçekleştirilemedi.
Kimileri Irak’ta iş yapmanın fiziksel risklerini ön plana çıkarıyor. Ama ondan da önemli başka riskler de var. Bremer, Irak’ın Baasçı anayasasını yırtıp atıp yerine The Economist’in “yabancı yatırımcıların dilek listesi” diye alkışladığı kendi yasalarını koyarken küçük bir ayrıntıyı söylemeyi ihmal etmişti. Bu yasalar bütünüyle hukuksuzdu. Geçici yönetim hukuki yetkisini BM Güvenlik Konseyi’nin 2003 Mayıs’ında kabul ettiği 1483 sayılı kararından alıyordu. Bu karar, ABD ve İngiltere’yi Irak’ın meşru işgal güçleri olarak tanıyordu. Karar, Bremer’e tek yanlı olarak yasa yapma yetkisi de veriyordu. Ancak aynı karar, ABD ve İngiltere’nin ” özellikle 1949 Cenevre Sözleşmelerini ve 1907 Lahey Düzenlemelerini de içeren uluslararası hukuka karşı yükümlülüklerini tamamıyla yerine getirmeleri” gerektiğini de ifade ediyordu. Söz konusu sözleşmeler işgalcilerin işgal ettikleri ülkelerin ekonomilerini soyup soğana çevirebilmek için istedikleri yasaları çıkarmalarını önleme amacıyla hazırlanmışlardır. Amaç bu olduğu için de, işgalcilerin “mutlak biçimde mecbur kalmadıkları” sürece işgal edilen ülkelerin mevcut yasalarına uymalarını öngörürler. Aynı şekilde, işgalcinin işgal altındaki ülkenin “kamu binalarının, gayri menkullerin orman ve tarım varlıklarının” mülkiyetine sahip olamayacaklarını, bu varlıklar üzerinde işgal edilen devletin egemenliği yeniden tesis edildiğinde devretmek üzere ancak “idareci” ya da “kayyum” sıfatıyla tasarrufta bulunabileceklerini hükme bağlarlar. Bu hükümler Sıfırıncı Yıl planına gerçek bir tehdit oluşturuyordu. Çünkü, ABD Irak’ın mal varlıklarının sahibi olmadığından bunları yasal biçimde satamazdı. Bunun anlamı işgal sonrasında işbaşına gelecek her Irak hükümetinin Geçici Yönetim sırasında özelleştirilen varlıkları yasal olarak isteği anda tekrar kamulaştırma hakkına sahip olmasıydı. Böyle bir durumda, bu varlıklara ta başından hukuksuz bir biçimde sahip oldukları için, bunları alan şirketleri n hiçbir itiraz hakkı olmayacak, tazminat talebinde bulunamayacaklardı.
Böylece, ticaret hukukunda uzman avukatlar, kendilerine akıl danışan şirketlere Irak’a henüz girmemelerini Geçici Yönetim idareyi Iraklılara devredene dek beklemelerini öğütlediler. Sigorta şirketleri Irak’a girecek şirketleri “siyasi risklere” karşı, yani milliyetçi ya da sosyalist bir hükümetin yapabileceği kamulaştırmalara karşı uyardılar. Sonuçta, tek bir büyük uluslararası şirket bile Irak’a girmedi.
O ana dek uysal davranan ABD tarafından atanmış Iraklı siyasetçiler bile özelleştirme planlarının uygulanmasının siyasi geleceklerinin bitmesi anlamına geleceğini gördüklerinden tedirgin oldular. İletişim Bakanı Haydar el Abadi ile mülakatımızda, bana, Bremer ile ilk görüşmesinde kendisine “Bakın, bunları satmaya yetkimiz yok. Özelleştirme büyük bir iş. Bir Irak hükümeti kurulana dek beklemek zorundayız” dediğini anlattı. Sanayi Bakanı Muhammed Tevfik daha da açık sözlüydü: “Hukuki olmayan hiçbir şey yapmayacağım. İşte bu kadar”.
El Abadi ve Tevfik, bana 2003 Ekim ayı sonlarında yapılan -basında hiç yer almayan- bir toplantıyı da anlattılar. Bu toplantıda, Irak Yönetim Konseyi’nin 25 üyesi ve geçici olarak görevde bulunan 25 bakan oybirliğiyle Irak’ın devlet mülkiyetindeki şirketlerinin ya da kamuya ait altyapı sistemlerinin özelleştirmesine hiçbir şekilde katılmama kararı almışlar.
Bremer gene de pes etmedi. Uluslararası hukuk işgalcilerin kamu mallarını satmasını yasaklıyordu, ama, bunun kendi atayacakları kukla hükümetler tarafından yapılmasını yasaklayan herhangi bir hüküm içermiyordu. Başlangıçta, Bremer iktidarı doğrudan seçimlerle gelecek Irak hükümetine devretme sözü vermişti. Ancak, Kasım ayında Washington’a gidip Başkan Bush ile özel bir görüşme yaptıktan sonda bir “B Planı” ile döndü. B Planına göre, işgal 30 Haziran’da resmen sona erecekti (tabii ki fiilen değil). Geçici Yönetimin yerini Washington’ın seçtiği bir atanmış Irak hükümeti alacaktı. Bu hükümet, işgalcinin devlet varlıklarını satmasını yasaklayan uluslararası hukukla bağlı olmayacak, bunun yerine Bremer’in yatırım ve özelleştirme planlarını koruma altına alan bir “geçici anayasa” sınırları içinde hareket edecekti.
Bu riskli bir plandı. İşgalin resmen bitişi için seçilen 30 Haziran tarihi çok yakın bir tarihti ve en uygun tarih olduğu için değil, Başkan Bush’un seçim kampanyası sırasında Irak’ta işgalin sona erdiği propagandasını yapabilmesi için seçilmişti. Her şey plana uygun giderse Bremer “egemen” Irak hükümetini kendi hukuk dışı reformlarını kabul etmeye zorlayabilecekti. Ama olur da bir şeyler ters giderse, bu sefer yine de 30 Haziran’da yönetimi devretmek zorunda olacak ve birileri okkanın altına gidecekti. İş ideoloji ile Bush’un tekrar seçilmesi arasında bir tercihe gelince, tercihin ne yönde olacağı açıktı.
İlk başta B Planı iyi gidiyor gibiydi. Bremer Irak Yönetim Konseyi’ni her şeyi kabul etmeye ikna etmişti: İktidar devri için yeni bir tarih, geçici hükümet ve geçici anayasa. Dahası, anayasa metnine çok işine yarayacak ama fazla dikkat çekmeyen bir madde yerleştirmeyi bile becerdi. Metne 26. Madde olarak giren bu maddeye göre, geçici hükümet iş başında kaldığı sürece “Koalisyon Geçici Yönetimi tarafından çıkarılan her türlü yasa, tüzük, emir ve kararname… yürürlükte kalacak” idi. Bu yasa ve düzenlemeler ancak genel seçimler yapıldıktan sonra değiştirilebilecekti. Bremer aradığı hukuki boşluğu bulmuştu. İşgalin resmen sona ermesiyle, düzenlenecek genel seçimlerle gelecek meşru Irak hükümeti arasında 7 aylık bir zaman aralığı kalıyordu. Bu zaman aralığında özelleştirmeyi yasaklayan Lahey ve Cenevre Sözleşmeleri bağlayıcılıklarını yitirecek, ama, geçici anayasaya konulan 26. Madde sayesinde Bremer’in kendi yasaları hukuki dayanak kazanacaktı. Bu 7 ay zarfında yabancı yatırımcılar Irak’a gelip, Irak’ın kamu mallarını satın almak için 40 yıl süreyle geçerli sözleşmeler yapabilirdi. Gelecekteki bir Irak hükümeti kuralları değiştirmek isterse de, yatırımcılar yüklü tazminatlar koparabilirdi.
Ama Bremer’in karşısında dişli bir muhalif vardı: Irak’ın en kıdemli Şii din adamı Büyük Ayetullah Ali el Sistani. El Sistani, seçimlerin derhal yapılmasını ve anayasanın seçimlerden önce değil sonra yazılmasını talep ederek her cepheden Bremer’in planlarını engellemeye çalıştı. Bu talepler kabul edildiği takdirde, Bremer’in bulduğu yasal boşluk kapanacaktı. Bunun üzerine, Yönetim Konseyi’nin Şii üyelerinin geçici anayasayı imzalamayı reddettiği 2 Mart 2004 günü Kerbela ve Bağdat’taki camilerin önünde tam 5 bomba patladı, 200 kişi hayatını kaybetti. Irak’taki en yüksek rütbeli ABD komutanı General John Abizaid ülkenin iç savaşın eşiğine geldiğini açıkladı. Böyle bir olasılıktan korkan el Sistani geri adım attı ve Şii siyasetçiler geçici anayasayı imzaladı. Bildik hikaye: Şiddetli bir saldırının şoku daha yoğun şok tedavisinin yolunu açar.
Bundan bir hafta sonra Irak’a vardığımda, ekonomik proje yeniden rayına girmiş gibiydi. Bremer için geçici anayasasının BM Güvenlik Konseyi’nce onaylanmasını beklemekten başka iş kalmamıştı. Bu onay alınınca temkinli avukat ve sigortacılar rahatlayacak ve Irak’ın satışına nihayet başlanabilecekti. Bu arada, Geçici Yönetim yatırımcıları Irak’ın hala iş yapmak için güvenli ve cazip bir yer olduğuna inandırmak için yeni bir halkla ilişkiler kampanyasına girişti. Kampanyanın merkezinde “İstikamet Bağdat” Sergisi yer alıyordu. Nisan ayının başlarında Bağdat’ın uluslararası fuar alanında düzenlenmesi planlanan bu etkileyici ticari gösteriyle Irak’ın sunduğu fırsatlar potansiyel yatırımcılara görücüye çıkarılacaktı. Böyle bir etkinlik daha önce Irak’ta görülmemiş bir olaydı ve tanıtımı bir şenlik havası içinde yapıldı. Thomas Foley Washington’a uçarak ilgili şirket yetkililerinin katıldığı bir toplantıda Irak’ta karşılaşacakları risklerin “yamaç paraşütü ya da motosiklet kullanmaktan daha büyük olmadığını, pek çok kişi için bunların rahatlıkla göze alınabilir riskler olduğunu” anlattı.
Ne var ki Bağdat’a varışımın üzerinden daha 3 saat geçmiş ve oteldeki odamda daha bavullarımı bile açmamışken yakındaki bir patlamanın yol açtığı cam kırıkları ve sıva parçalarının sağanağına tutulunca bu türden güvencelere inanmanın çok güç olduğunu gördüm. Sokağın aşağısındaki “Mount Lebanon Oteli” bombalanmıştı, savaşın resmen sona erdiğinin ilanından beri benzeri saldırıların en şiddetlisiydi. Ertesi gün Basra’da bir başka otel havaya uçuruldu, ardından, iki Finli işadamı Bağdat’ta iş görüşmesine giderken öldürüldü. Tuğgeneral Mark Kimmit saldırıların belli bir yöntem izlediğini kabul ediyordu: “aşırılık yanlıları zor askeri hedeflere yönelmekten vazgeçtiler… artık özellikle kolay hedeflere yöneliyorlar”. Daha sonraki gün ABD Dışişleri Bakanlığı seyahat öğüdünü güncelledi. ABD vatandaşları “Irak’a gitmemeleri konusunda şiddetle uyarılıyordu.”
Irak’ta iş yapmanın fiziksel riski denetimden çıkıyor gibiydi. Bu planlarda yer almayan bir şeydi tabii. Bremer Bağdat’a ilk geldiğinde silahlı direniş o kadar düşük düzeydeydi ki, kendisi asgari bir güvenlik tertibatıyla caddelerde rahatça yürüyebiliyordu. Görevdeki ilk dört ayı süresinde 109 Amerikan askeri öldürülmüş 507’si de yaralanmıştı. Şok tedavilerinin sonuçlarının görülmeye başlandığı ikinci dört aylık dönemde ise Amerikan kayıpları neredeyse ikiye katlandı: 195 ölü 1.635 yaralı. Irak’ta birçok kişi bu iki gelişmenin birbiriyle bağlantılı olduğunu, Bremer’in reformlarının silahlı direnişin yayılmasının başlıca nedenini oluşturduğunu düşünüyor.
Örneğin, Bremer’in ilk kurbanlarını alalım. Tazminatsız ve emeklilik maaşı bağlanmadan kovulan askerler ve işçiler sessizce ortadan kaybolmadılar. Pek çoğu doğrudan mücahitlerin saflarına katıldı ve silahlı direnişin omurgasını oluşturdu. Irak iş aleminde saygın bir yeri olan Kubba Danışmanlık Grubu’nun başkanı Hüseyin Kubba şöyle söylüyordu. “Yarım milyon kişiyi işsiz bıraktınız ve isyanı besleyen musluğu açtınız. İsyan, işsizlere alternatif istihdam alanı yaratıyor”. Sessizce gözden kaybolmayı kabul etmeyen başka ekonomik kurbanlar da vardı: Bremer’in yatırım yasalarının tehdidi altında bulunan bir çok Iraklı işadamı kendi paylarına direnişe yatırım yapmayı seçiyor, savaşçıların kullandığı Kalaşnikov ve RPG’lerin finansmanı kısmen bu paralarla sağlanıyordu.
Bu gelişmeler şok tedavisinin temel mantığına karşı meydan okuma oluşturuyor idi. Yeni-muhafazakarlar reformlarını hızla ve acımasızca gerçekleştirdikleri takdirde Iraklıların direnme gücünü kıracaklarına inanıyordu. Oysa görünüşe göre şok ters tepiyor; beklendiği gibi halkı kötürümleştireceğine, birçok Iraklının harekete geçmesine yol açıyordu. Irak İletişim Bakanı Haydar el Abadi durumu şöyle özetliyordu: “Ülkede teröristler bulunduğunu biliyoruz. Ama daha önce başarılı olamıyorlardı, halktan yalıtılmışlardı. Şimdiyse bütün ülke mutsuz ve milletin çoğu işsiz… teröristler artık kendilerini dinlemeye istekli insanlar buluyor”.
Bremer artık sadece planlarına muhalif Iraklılarla değil, kendi politikalarının beslediği isyanı bastırmaktan sorumlu ABD generalleriyle de uğraşmak zorundaydı. Yeni-muhafazakar amentüyü sorgulayan kafirce sorular yükselmeye başlamıştı: insanları işten çıkaracağına, Geçici Yönetim yeni iş sahaları açmaya öncelik verse ne olurdu? Irak’taki 200 devlet şirketini bir an önce satıp savmaya çalışmaktansa bu şirketlerin tekrar iş yapmasını desteklemek daha iyi olmaz mıydı?
Ta başından beri, Irak’ı yöneten yeni-muhafazakarlar devlet şirketlerine tiksintiyle yaklaşmıştı. Sıfırıncı Yıl senaryosu uyarınca, savaş sırasında ABD askerleri fabrikalara saldıran yağmacıları engellemek için hiçbir şey yapmadı. Bağdat dışındaki bir buzdolabı fabrikasının yöneticisi olan Sabah Esed, fabrikası yağmalanırken yakındaki ABD üssüne gidip yardım etmeleri için yalvardığını anlattı: “Üzüntümden ağlıyordum. Subaylardan birine yanıma iki asker ve bir araba vermesi için yalvardım, yağmayı durdurmak için bu kadarı yeterdi. Aldığım cevap ‘Kusura bakmayın, bir şey yapamayız. Başkan Bush’tan emir gerekli’ oldu”. Washington’da ise Rumsfeld olup bitenlere omuz silkiyordu: “Özgür insanlar, yanlış yapmakta da, kötü şeyler yapmakta da, suç işlemekte de özgürdür”.
Esed’in bir futbol sahası büyüklüğündeki fabrikasından arta kalanları görmek, mimar Frank Gehry’nin 11 Eylül saldırılarından sonra içine düştüğü, kendisini geçici olarak da olsa modern binaların yıkıntılarına benzeyen tasarımlarını yapamaz hale getiren artistik bunalımı anlamaya yetiyor. Esed’in yağmalanıp ateşe verilmiş fabrikası, dikkate değer biçimde, Gehring’in İspanya Bilbao’da muhteşem altın yığınlarının altında uzanan ateşle kıvrılmış çelikten dalgalar şeklindeki Guggenheim’ın heavy metal versiyonuna benziyor. Gene de her şey yok olmuş değil. Esed’in boyacılarından biri bana “Yağmacılar iyi kalpliydi” dedi, “işimizden olmayalım diye aletlerle makinalara dokunmadılar”. Makinalara dokunulmadığından Irak’taki devlet fabrikalarının yöneticilerinin çoğu çok az bir çabayla yeniden tam kapasite üretime geçebileceklerini söylüyor. Günlük elektrik kesintilerine karşı jeneratörlere, yedek parça ve hammadde temini için işletme sermaye sine ihtiyaçları var. Bunlar sağlansa, Irak’ın çok sözü edilen ama çok azı yapılabilen yeniden imarına muazzam katkıları olurdu. Çünkü, bu durumda yeniden inşa için gereken önemli malzemelerin çoğu -çimento, çelik tuğla ve mobilya- ülke içinde üretilebilecekti.
Ama olmadı. Savaşın resmen sona ermesinin hemen ardından ABD Kongresi Irak’ın yeniden imarı için 2.5 milyar dolarlık kaynak ayırdı. Bunun ardından Ekim 2003’de 18.4 milyar dolarlık yeni bir kaynak sağlandı. Ne var ki, 2004 Temmuz ayı itibariyle, Irak’ın devlet fabrikaları yeniden imar sözleşmelerinden kasıtlı olarak uzak tutulmuş, tek bir sipariş almamış bulunuyordu. Onun yerine, Batılı şirketlere milyarlarca dolar ödendi, ülke içinden temin edilebilecek malzemelerin çoğu büyük masraflarla dışarıdan getirildi.
İşsizlik oranı yüzde 67’ye çıkmışken ülkeye ithal malların ve yabancı işçilerin akması Iraklılar için başka bir hoşnutsuzluk nedeni ve bu hoşnutsuzluk, isyan havuzunu besleyen başka bir musluk demekti. Iraklıların bu haksızlığı hatırlatacak işaretleri göz ardı etmeleri de kolay değil. İşgalin en çarpıcı simgesi olarak bütün Irak’a yayılan koruma duvarları. Korunması gerekenleri, korunmasızlardan ve olası saldırganlardan ayıran 3 metre yükseklikteki bu duvarlar, pahalı otelleri, lüks konutları, askeri üsleri ve tabii ki, Yeşil Bölgeyi çevreliyor. Sırf görünüşleri öfke ve nefret uyandırmaya yeterli değilmiş gibi, bir de bütün bu koruma duvarları dışarıdan ithal ediliyor. Irak bir zamanlar dünyanın önemli çimento üreticilerinden değilmiş ve istenirse kısa sürede yeniden bu konuma gelemezmiş gibi, bu duvarların malzemesi Türkiye’den hatta kimi zaman daha da uzaklardan getiriliyor. Ülke genelinde devlete ait 17 çimento fabrikası boş du rur ya da yarı kapasitede çalışırken, Irak’a çimento ithal ediliyor. Ticaret Bakanlığı’nın verilerine göre Irak çimento fabrikalarına tek bir sipariş gelmemiş, oysa koruma duvarları için gereken çimento bu fabrikalardan alınsa maliyetler önemli ölçüde düşecek. Geçici Yönetim ithal koruma duvarlarına 1000 dolara varan fiyatlar ödüyor, oysa Iraklı üreticiler bunları kendilerinin 100 dolara mal edebileceklerini söylüyor. Sanayi Bakanı Tevfik Amerikalıların çimento fabrikalarını yeniden çalışır duruma getirmeye yardımcı olmayı reddetmelerinin tek bir nedene dayandığını düşünüyor: karar mercileri arasında “Hiç kimse kamu sektörünün yararını kabul etmiyor”.
Bu ideolojik körlük, işgalcileri Irak’ta kendi politikalarının mahkumu haline getirmiş. Kendi kendilerini yüksek duvarların arkasına hapsediyorlar, bu duvarlar ABD’lilerin varlığına duyulan nefreti daha da körüklüyor, bu durumsa yeni duvarların yapılmasını zorunlu kılıyor. Bağdat’ta halkın bu güvenlik engellerine taktığı ad ise “Bremer duvarları”.
İsyan yayıldıkça, Bremer’in devlet şirketlerini satmakta ısrar etmesinin şiddetin daha da artmasına yol açacağı daha iyi anlaşıldı. Özelleştirmenin ardından işten çıkarmaların geleceği belliydi. Sanayi Bakanlığı devlet şirketlerinin yatırımcılar açısından çekici kılınabilmesi için aşağı yukarı 145 bin işçinin işten çıkarılması gerekeceğini hesaplıyor. Bu işçilerin her birinin ortalama 5 kişilik bir aileyi geçindirdiği düşünülürse olayın toplumsal boyutları daha iyi anlaşılır. Irak’ın kuşatma altındaki işgalcilerin cevabını aradığı soru şuydu: Şok tedavisinin kurbanları kaderlerine razı mı olacaktı yoksa isyan mı edeceklerdi?
Sorunun cevabını oldukça çarpıcı biçimde devlet şirketlerinin en büyüklerinden biri olan Bitkisel Yağlar Şirketi’nde buldum. Bağdat’ın sanayi bölgesinde 6 fabrikalık bir kompleksten oluşan bu şirket yemeklik yağ, sabun, deterjan, traş kremi ve şampuan gibi şeyler üretiyordu. En azından, “en modern araçlarla ve son teknolojiyle çalıştıklarını” iddia eden tanıtım broşürlerini verirken resepsiyondaki görevlinin bana söylediği buydu. Oysa, sabun fabrikasına yöneldiğimde binanın karanlıklar içinde olduğunu ve işçilerin çoğunun uyuduğunu gördüm. Rehberimiz koşarak önden gitti beyaz laboratuvar önlüğü takmış bir kadına bağırarak bir şeyler söyledi. Bunun üzerine fabrika birden canlandı. Işıklar yandı, makinalar çalışmaya başladı, hala esneyen işçiler kalkıp iki litrelik plastik şişelere soluk mavi renkte Zahi marka diş temizleme sıvısı doldurmaya başladı.
Adının Neda Ahmed olduğunu öğrendiğim beyaz önlüklü kadına bir kaç dakika önce fabrikanın neden çalışmadığını sordum. O da bana fabrikaya ancak günde bir kaç saat çalışmaya yetecek kadar elektrik ve malzeme verildiğini anlattı. Bu yüzden ancak ziyaretçiler -olası yatırımcılar, bakanlık görevlileri, gazeteciler- geldiğinde çalıştırıyorlarmış. “Gösteri maksadıyla” diye ekledi. Arkamızda tozlu ambalajları içinde bir düzine kadar büyük makine boş duruyordu. Fabrikanın karanlık bir köşesinde plastik kapaklarla dolu bir çuvalın başına çömelmiş yaşlı bir adam gördük. Keskin bir metal spatula ile kapakların kenarlarını kesiyor ve bu şekilde hazırladıklarını dikkatle ayaklarının dibine bırakıyordu. Usta başı özür dilercesine, “Gereken yedek parçaları bulamadıklarından kesme işlemini elle yaptıklarını anlattı: “Yaptırımlar başladığından bu yana Almanya’dan yedek parça getirtemiyoruz da”. Görünüşte çalışır durumdaki montaj hatlarında bile ne redeyse hiç mekanizasyon olmadığına dikkat ettim, şişeler haznelerin altına elle yerleştiriliyordu, çünkü taşıma kayışları taşıma görevini yerine getirmiyordu, daha önce sıkıştırılması makinalarca yapılan kapakları sıkıştırmak için ahşap çekiçler kullanılıyordu. Fabrikanın suyu bile kuyudan çekilip elde taşınan kovalarla getiriliyordu.
Amerikalı işgalcilerin önerdiği çözüm fabrikayı ıslah etmek değil satıp kurtulmaktı. Bremer 2003 Haziran’ında özelleştirme planını ilan ettiğinde bu şirket listede ilk adı geçenler arasındaydı. Ne var ki Mart ayında ziyaret ettiğimde, fabrikadakilerden hiç kimse özelleştirmenin sözünü etmek istemiyordu. Bu konudaki sorularım sessizlik ve anlamsız bakışlarla karşılandı. Merakımı gidermek için müdür yardımcısıyla bir mülakat ayarladım. Mülakatın ayarlanması bile başlı başına bir maceraydı. Yazılı sorularımı hazırlayıp onaya sunmak, sanayi bakanlığından gerekli izni almak, amacımın ne olduğu konusundaki sorgulara cevap vermek ve güvenlik denetimlerinden geçmek tam yarım haftamı oldu. En sonunda mülakata geçebildiğimde ise müdür yardımcısı adını söylemeyi reddetti, konuşmamızı teybe almamı da kabul etmedi. Tutumuna gerekçe olarak “Şimdiye dek hangi işletme yöneticisinin basında adı geçtiyse, ardından saldırıya uğradı” dedi. Şirketin satılıp satılmayacağını sorduğumda ise “karar işçilere bırakılırsa hepsi özelleştirmeye karşı; ama üst düzey yetkililere ve hükümete kalırsa, özelleştirme bir emirdir ve emirlerin yerine getirilmesi gerekir” karşılığını verdi.
Fabrikadan geldiğimde zaten bildiklerimden daha az şey öğrendiğim duygusuyla ayrıldım. Ama çıkış kapısına geldiğimizde genç bir güvenlik görevlisi tercümanımın eline bir not sıkıştırdı. Notta, “özelleştirmeyle ilgili ne olup bittiğini gerçekten öğrenmek istiyorsam” kendisini mesai bitiminde yakındaki bir lokantada beklememem gerektiği yazıyordu. Düzgün ve bakımlı bir sakal bırakmış iri kara gözlü, 25 yaşında genç bir adamdı ve adı Mahmut idi (kendi güvenliği için soy adını yazmıyorum). Hikayesi geçen yılın Haziran ayından Bremer’in özelleştirme planını açıklamasından bir kaç hafta sonrasından başlıyordu. Fabrikanın o zamanki müdürü bir sabah işe gelirken otomobilinde vurulup öldürülmüştü. Basında çıkan haberlerde müdürün fabrikanın özelleştirilmesinden yana olduğu için cinayete kurban gittiği yazılmıştı. Oysa Mahmud tam tersine, müdürün özelleştirmeye karşı çıktığı için öldürüldüğüne inanıyordu: “Asla fabrikayı Amerikalıların iste diği şartlarla satmayı kabul etmezdi. Onu bu yüzden öldürdüler” dedi.
Ölen adamın yerine Muzaffer Cafer adında yeni bir müdür atanmış. Cafer göreve başladıktan kısa bir süre sonra bakanlık yetkilileriyle bir toplantı yapıp sabun fabrikasının özelleştirilmesi konusunu tartışmış. Plan gereği işçilerin üçte ikisinin atılması gerekiyormuş. Toplantıya muhafızlık eden koruma görevlileri arasında kadrosu söz konusu fabrikada olan bir kaç güvenlik görevlisi de bulunuyormuş. Bunlar konuşmaları dikkatle dinleyip hemen fabrika işçilerine haber uçurmuşlar. “Dehşete kapıldık” diye hatırlıyor o günü Mahmud “şirketimiz özel sektöre geçerse ilk iş daha fazla para kazanmak için işçi çıkaracaklardı. Fabrika tek ekmek kapımız, buradaki işimizi yitirirsek ne oluruz bilmiyoruz”.
Paniğe kapılan, aralarında Mahmud’un da bulunduğu 17 kişilik bir grup, işittikleri hakkında bilgi almak üzere Cafer’in odasına gitmiş. “Ne yazık ki yerinde değildi” dedi Mahmut, “Sadece bugün görüştüğünüz müdür yardımcısı oradaydı”. Sonuçta kavga çıkmış. İşçilerden biri müdür yardımcısına vurmuş, korumalardan biri de işçilerin üzerine üç el silah sıkmış. Öfkeye kapılan işçiler korumanın elinden silahını alıp kendisini üç yerinden bıçaklamışlar. Adam bir ay hastanede yatmış. Ocak ayında şiddet olayları daha da tırmanmış. Cafer yanında oğlu olduğu halde işe gelirken silahlı saldırıya uğramış, her ikisi de ağır yaralanmış. Mahmud saldırıyı kimin yaptığı konusunda hiçbir fikri olmadığını söyledi, ama ben, Irak’taki fabrika yöneticilerinin ortalıkta görünmekten neden o kadar çekindiğini anlamaya başlamıştım.
Konuşmamızın sonunda Mahmud’a işçilerin karşı çıkmasına rağmen fabrika satıldığı takdirde ne olacağını sordum. Gözlerimin içine bakıp nazikçe gülümsedikten sonra şunları söyledi: “İki şeyden biri olur. Ya fabrikayı ateşe verip temellerine kadar yakarız ya da fabrikayla birlikte kendimizi havaya uçururuz. Ama ne olursa olsun, özelleştirmeye izin vermeyiz”.
Iraklıların şok tedavilerine direnmeyi düşünemeyecek kadar serseme döndükleri bir an yaşanmışsa bile bu anın artık çok geride kaldığı açıktı. Ülkedeki bütün her şey gibi işçi-işveren ilişkileri de ölümcül bir spor haline gelmişti. Sokaklardaki şiddet fabrika kapılarına dayanmıştı. İşçiler, işlerini yitirmeyi bir idam cezası olarak görüyor ve korkuyor, buna karşılık yöneticiler de kendi işçilerinden korkuyor. Özelleştirmeyi yeni-muhafazakarların düşündüğünden çok daha zor ve karmaşık bir süreç kılan şey de bu.
Mahmud’un yanından ayrılırken, Koalisyon Geçici Yönetimi’nin karargahının önünde büyük bir gösteri olduğunu duydum. Radikal genç din adamı Mukteda es Sadr’ın yandaşları inzibatın el Havza adlı gazetelerini kapatmasını protesto ediyorlardı. Geçici Yönetim el Havza’yı “şiddet eylemlerine yol açabilecek asılsız yorumlar yayımlamak” ile suçluyordu. Örneğin, gazetede yayımlanan bir makalede Bremer’in “insanları bireysel ve siyasal özgürlüklerinin peşine düşmektense bütün çabalarını ekmek parasını çıkarmaya yöneltmek üzere Irak halkını kasten açlığa mahkum eden politikalar uyguladığı” iddia ediliyordu. Bu ifade bana şiddet kışkırtıcılığından çok, Milton Friedman’ın şok tedavisi reçetesinin aslına sadık bir özeti gibi geldi.
Gazete kapatılmadan bir kaç gün önce es Sadr’n Cuma vaazını dinlemek amacıyla Kufe’ye gitmiştim. Vaazda Bremer’in yeni imzalanan geçici anayasasını “adaletsiz bir terörizm belgesi” olarak niteleyen bir konuşma yaptı. Vaazın verdiği mesaj çok açıktı: Büyük Ayetullah Ali es Sistani anayasaya karşı çıkmaktan geri adım atmış olabilirdi ama es Sadr ve izleyicileri geri çekilmeyip, mücadeleyi sürdürmeye hala kararlıydılar. Ve ellerinden gelirse, yeni-muhafazakarların kendi “rüya yasalarını” Irak’ın gelecek hükümetinin kucağına bırakmak üzere hazırladıkları kurnazca planı boşa çıkaracaklardı. Gazetenin kapatılması Bremer’in genç bir türedi olarak gördüğü el Sadr’a mesajıydı: “seni müzakerelerde bulunacak kadar kaale almıyorum, zor kullanarak hakkından geleceğim”.
Gösterinin yapıldığı yere gittiğimde sokakların siyahlar giyinmiş adamlarla dolup taştığını gördüm. Bunlar kısa bir süre sonra efsanevi “Mehdi’nin Ordusu”na dönüşeceklerdi. Birden aklıma Mahmud’un sabun fabrikasındaki işini kaybettiği takdirde onlardan biri olacağı geldi. Esl Sadr’ın askerleri yeni-muhafazakarların Irak ile ilgili büyük planları yüzünden işlerini kaybeden, başka bir iş bulma ümidi bulunmayan, oturdukları mahallelerin yeniden imarı için hiçbir şey yapılmadığını gören genç erkeklerden başkaları değildi. Bremer bu genç adamları kaybetmişti, onun kaybettiği yerde es Sadr kazanıyordu. Bağdat’tan Basra’ya Şii varoşlarında gayri resmi bir imar seferberliğine girişen el Sadr merkezlerinden oluşan bir ağ faaliyetteydi. Mali fonları bağışlarla sağlanan merkezler elektrik ve telefon kablolarının onarımı için elektrikçiler buluyor, çöplerin toplanması işini örgütlüyor, jeneratörlerle elektrik sağlıyor, hastalara kan buluyor, trafik ışıklarının çalışmadığı yerlerde trafiğin akışını düzenliyordu. Ve evet, bir de milis gücü oluşturuyorlardı. Es Sadr, Bremer’in ekonomik kurbanlarını aldı, onlara siyah elbiseler giydirdi ve ellerine paslı Kalaşnikovlar verdi. Milisler işgal yönetiminin yapmadığını yaparak camileri ve devlet fabrikalarını koruyorlardı. Ama bazı bölgelerde daha da ileri gidiyor, içki satan dükkanları ateşe verip tesettüre girmeyen kadınlara dehşet salarak şeriat hükümlerini katı bir biçimde uygulamaya girişiyorlardı. Doğrusu, el Sadr’ın temsil ettiği kökten dinciliğin astronomik yükselişi Bremer’in şok tedavisinin öngörülmeyen bir başka yan etkisiydi. Irak’ın yeniden imarı Iraklılara iş, güvenlik ve hizmet sağlamış olsaydı, es Sadr hem üstlendiği misyonu, hem de taraftarlarının çoğunu daha başlamadan kaybetmiş olurdu.
Es Sadr yandaşları Yeşil Bölge’nin kapısında “Kahrolsun Amerika” sloganları attığı sırada ülkenin başka bir yerinde her şeyi değiştirecek bir şey cereyan ediyordu. Felluce’de dört Amerikan paralı askeri öldürüldü, kömürleşmiş ve parçalanmış cesetleri sevinç gösterileri içinde Fırat üzerindeki bir köprüden sallandırıldı. Bu olay, yeni-muhafazakarlara etkisinden tam olarak asla kurtulamayacakları ağır bir darbe oldu. Cesetlerin görüntülerinin dünya televizyonlarında yer almasıyla, Irak’a yatırım yapmak bir kapitalist rüya olmaktan çıkıp dehşet verici bir kabus gibi görünmeye başladı.
Bağdat’tan ayrıldığım gün, en kötüsü daha sıradaydı. Felluce ablukaya alınmış, General Kimmit de “Mehdi’nin Ordusu’nu yok edeceği” tehdidini savurmuştu. İki cephede yürütülen bu kampanyaların sonunda aşağı yukarı 2000 Iraklı öldürülecekti. Havaalanından kilometrelerce uzakta bir güvenlik noktasında arabadan indirilip, aceleyle bavullarını toplamış işadamlarıyla dolu bir otobüse bindirildim. Kimse adını koymasa da bir boşaltma söz konusuydu: benim ayrılışımdan sonra bir hafta içinde tam 1,500 müteahhit Irak’ı terk etti. Bazı ülkeler vatandaşlarını çıkarmak için hava köprüsü kurdular. Bindirildiğim otobüste hiç kimse ağzını açmıyordu. Sadece havan mermilerinin patlamaları duyuyor, kızıl alevleri görmek için başımızı çeviriyorduk. Üzerinde KPMG amblemi bulunan bir çanta taşıyan bir adam, havayı yumuşatmak için “e, peki bu uçuşta business class olacak mı?” diye espri yaptı. Otobüsün arkasından bir ses cevap verdi: “Daha değil”.
İşin doğrusu, Irak’a business class’lı uçak seferlerinin gerçekten başlaması epey zaman alabilir. Amman’a indiğimizde Bağdat’tan tam zamanında ayrılmış olduğumuzu öğrendik. Irak’ta 3 sivil Japon vatandaşı kaçırılmıştı ve kaçıranlar onları diri diri yakmakla tehdit ediyorlardı. İki gün sonra ABD vatandaşı Nicholas Berg ortadan kayboldu ve kafasının kesilişini gösteren video filmi ortaya çıkıncaya kadar akıbeti belli olmadı. Bu film Amerikalı iş takipçileri için Felluce’deki yanmış ceset görüntülerinden bile dehşet verici bir mesajdı. Bu olaylar, yabancılara yönelik bir kaçırma ve öldürme dalgasının ilk habercileriydi. Güney Kore, İtalya, Çin, Nepal, Pakistan, Filipinler ve Türkiye’den pek çok sivil. Haziran ayının sonuna dek 90’dan fazla yabancı işadamı ve işçi öldürülmüştü. Aynı ay içinde 7 Türk çalışanı kaçırıldığında, kaçıranlar işçilerin bağlı bulundukları şirketten Irak’ta aldığı bütün ihaleleri iptal edip, bütün elemanlarını geri çekmesini istedi. Birçok sigorta şirketi Irak’a gidecek olanlara hayat sigortası yapmayı açıkça reddediyordu, sigorta yapmayı kabul edenler ise Batılı bir şirket yetkilisini sigortalamak için haftada onbin dolara varan primler istiyordu. Söylendiğine göre, bazı isyancı gruplar da öldürülen her ABD vatandaşının cesedi için aynı miktarda ödül veriyordu.
Bağdat’ta yapılması planlanan şu tarihi “İstikamet Bağdat” sergisine gelince, düzenleyiciler fuarın Bağdat yerine Diyarbakır’da yapılmasının daha akıllıca olacağına karar verdiler. Diyarbakır, Türkiye’de “Irak sınırına sadece 250 kilometre uzaklıkta” güzel ve tarihi bir turistik şehirdir. Buradan insanı korkutan Iraklıları görmek zorunda kalmadan güzel bir Irak manzarası izleyebilirsiniz. Diyarbakır’da yapılan “Bağdat Fuarı”ndan üç hafta sonra ABD Ticaret Bakanlığı’nın ABD’nin Michigan eyaletinde Lansing kasabasında düzenlediği Irak’ta yatırım konulu konferansı izlemeye ise sadece 15 meraklı geldi. Konferansın ev sahipliğini yapan Cumhuriyet Parti’den Kongre üyesi Mike Rogers sayıları az olduğu gibi bir o kadar da şüpheci olan bu konukları Irak’ın “ancak ABD’nin her tarafında rastlayabileceğiniz bazı lümpen mahalleleri kadar tehlikeli olduğuna” inandırmaya çalıştı. Akla gelebilecek her türlü ekonomik teşvikle akılları çelinmeye ça lışılan yabancı yatırımcılarsa kesinlikle ikna olmamış olmalılar ki, hala hiç birisi Irakta görünmedi. Geçici Koalisyon Yönetimi için de çalışmış olan Rand Şirketi’nin kıdemli iktisatçılarından Keith Crane dobra dobra söyledi: “Hiçbir çok uluslu şirket yönetiminin böyle bir ortamda ciddi bir yatırım kararına onay vereceğine inanmıyorum. Millet birbirine ateş ederken ağız tadıyla iş yapamazsınız”. Bölgedeki en büyük alkolsüz içki şişeleme tesisinin yöneticisi Hamid Casim Hamis ile görüştüğümde bana Pepsi’nin Irak’taki üretim hakkını almış olmasına rağmen bu işe para yatıracak kimseyi bulamadığını anlatmıştı: “İlk başta çok kişi para yatırmaya istekliydi, ama şimdi çekiniyorlar. Onları kınayamam da çünkü ben bu işe girişeli beş ay içinde bir kere canıma kast ettiler, bir kere arabam çalındı, fabrikamın kapısına iki kere bomba yerleştirildi ve bir kere de oğlum kaçırıldı”.
Son 40 yıl içinde faaliyet lisansı alan ilk yabancı banka olmasına rağmen, HSBC Irak’ta hala şube açmadı, bu durum lisansını yitirmesine neden olabilir. Procter & Gamble ortak yatırım planını askıya aldı, General Motors da öyle. Starwood’un mali destekçileri kararlarından caydılar, Siemens de Irak’taki personelinin çoğunu geri çekti. Bağdat Borsası’nın hala açılmadığını söylemek gereksiz, dahası Irak’ın “paralar peşin” ekonomisinde kredi kartı bile kullanamazsınız. Geçen Ekim’de coşkuyla “bir Val-Mart şubesinin bütün Irak’ı alabileceği”nden dem vuran New Bridge Strategies daha ihtiyatlı bir dil tutturdu. Şirket ortaklarından Ed Rogers Washington Post’a “McDonalds’ın şu sıralar Irak’ta faaliyet göstermeyi düşünmediğini” açıkladı. Ne de Val-Mart’ın öyle bir niyeti var. Financial Times Irak’ı “dünya üzerinde iş yapılacak en tehlikeli yer” ilan etti. Çarpıcı bir başarı bu: Irak’ı iş yapmak için en iyi yer yapma hırsıyla işe koyula n yeni-muhafazakarlar iş yapacak en kötü yer haline getirmeyi becerdiler. Şiddet yatırımcıları caydırmakla kalmadı, Bremer’ı da bazı temel ekonomik politikalarından vaz geçmeye zorladı. Devlet şirketlerinin özelleştirilmesi gündemden çıkarıldı. Bunun yerine, yatırımcıların tek bir işçiyi bile işten çıkarmamak koşuluyla bu şirketlerin bazılarını belli bir süre için kiralayabilecekleri bildirildi. Bremer’in kovduğu kamu çalışanlarının binlercesi yeniden işe alındı ve kamu çalışanlarının maaşlarına hatırı sayılır zamlar yapıldı. Karne sistemiyle halka yiyecek dağıtılması da ilk planda son verilmesi düşünülen uygulamalar arasındaydı. Bundan da vazgeçildi. Çünkü işler bu kadar hassasken milyonlarca Iraklıyı karınlarını doyurmak için sahip oldukları tek yoldan mahrum bırakmak pek akıllıca değildi.
Yeni-muhafazakar ütopyaya bitirici darbe iktidarın devrinden önceki bir kaç hafta içinde geldi. Beyaz Saray ve Geçici Yönetim BM Güvenlik Konseyi’ni iktidar devri planını onaylamaya ikna etmek zorundaydılar. Bu nedenle, en büyük makamı Sıfırıncı Yıl’ın baş savunucusu Çelebi’ye değil, eski CIA ajanı İyad Allavi’ye vermek zorunda kaldılar. Böylece Irak, bir düş-ülke olmasa bile hiç olmazsa General Garner’ın ta başından öngördüğü gibi ABD ordusu için bir ikmal istasyonu olacaktı. Ne var ki, eğer büyük şirketler Irak’a gelecekse, Bremer’in ekonomik yasalarının geçerliliğini koruyacağına ilişkin daha güçlü güvencelerin verilmesi gerekiyordu. Bunun tek yolu ise Güvenlik Konseyi’nin Bremer’in işgal sırasında çıkardığı hukuk dışı yasaların Geçici Irak Yönetimi sırasında meşruiyet kazanmasını sağlayacak biçimde geçici anayasayı onaylamasıydı. Ama es Sistani bir kere daha sahneye çıktı ve bu kez hiçbir kuşkuya yer bırakmayan bir dille anaya sanın “Irak halkının çoğunluğunca reddedildiğini” açıkladı. 8 Haziran’da Güvenlik konseyi yönetim devrini oy birliğiyle onaylanan bir karar çıkarttı. Ama kararda anayasanın onaylanması konusunda tek bir ifade yer almıyordu. Bu kesin bozgun karşısında seçim kampanyasına başlamış olan Bush’un bozuntuya vermemek ve bozgunu “tarihi bir zafer” olarak kutlamaktan başka yapabileceği bir şey yoktu.
Bremer’in yasalarının muallakta kalması Iraklı bakanlara Geçici Yönetim tarafından verilen ihaleleri iptal etmekten söz etme cüreti verdi. Citigroup’un kredi garantileri Irak’ın petrol gelirlerinin suistimal edilmesi olarak değerlendirilip reddedildi. İletişim Bakanı cep telefonu ihalelerini alan 3 şirketi işlerini adam gibi yapmadıkları için sözleşmelerini yeniden müzakereye açmakla tehdit ediyor. Devlet televizyonunu kiralayan Lübnanlı ve Amerikalı iki şirket de Irak şirketi olmadıklarından lisanslarının geri alınabileceği konusunda uyarıldılar. Yönetim Konseyi sözcüsü Hamid el Kifai daha Mayıs ayında bu şirketler hakkında, “Sözleşmelerini değiştirip değiştiremeyeceğimiz konusunu araştırıyoruz. Çünkü Irak hakkında hiçbir şey bilmiyorlar” demişti.
Bununla birlikte, Irak direnişi şirket çapulcularının ilk hücumunu püskürtmeyi başardıysa bile, bunların ilk fırsatta geri döneceklerinden kuşku yoktur. Gelecek Irak hükümetinin çizgisi ne olursa olsun -milliyetçi, İslamcı yahut serbest piyasacı olsun- 120 milyar dolarlık dış borç yükü altında ezilmiş, parçalanmış bir ülkeyi devralacaktır. Ardından, dünyanın bütün yoksul ülkelerinde yaşandığı gibi, koyu mavi takım elbiseler içinde IMF’nin adamları kapıya dayanacaktır. Borç teklif edip karşılığında ekonomik mucize vaad edeceklerdir. Bu borç, kuşkusuz, ilk başta biraz ıstırap verecek ama sonunda herkesin yararına olacak bazı yapısal uyum programları karşılığında verilecektir. Aslında, süreç şimdiden başlamıştır:
İMF belli koşullar karşılığında Irak’a 2.5 ile 4.5 milyar dolar arasında bir kredi paketini onaylamaya hazırlanmaktadır. Ödenen onca bedel, gösterilen cesaret ve katlanılan fedakarlıklara rağmen, Irak diğer yoksul ülkeler gibi olacaktır: halkın büyük çoğunluğunun karşı çıkmasına rağmen uluslararası finans kuruluşlarının istediği politikaları uygulamaya kararlı politikacılar, asla yerine getirilmeyen parlak vaatler. Serbest piyasa hiç kuşkusuz Irak’a da girecektir, ancak, yeni-muhafazakarların Irak’ı bir serbest piyasa ütopyasına dönüştürme rüyası şimdiden ölmüştür. Bu rüya daha büyük bir rüyaya, George Bush’u bir dönem daha başkan seçtirme rüyasına kurban edilmiştir.
Irak’ta yaşanan çöküşün tarihsel ironisi, ülkenin yeniden imarı için gereken ekonomik patlamayı yaratacağı varsayılan şok tedavi reformlarının sonuçta yeniden imarı bütünüyle olanaksız kılan bir isyanı ateşlemesidir. Bremer’in reformları, fabrikalardaki silahlı direnişten, kendi ordularını kuran işsiz gençlere dek, yeni-muhafazakarların ne öngördüğü ne de denetim almayı umut edebildikleri bir takım güçlerin serbest kalmasına yol açtı. Bu güçler Irak’ta Sıfırıncı Yıl’ı yeni-muhafazakarların hayal ettiğinin tam tersine çevirdiler: şirketler için bir ütopya hayal edilmişti, elde edilen hortlaksı bir distopya oldu. Basit bir iş yapmanın karşılığını, linç edilmekle, kellenizin uçurulmasıyla ya da diri diri yakılmakla ödeyebileceğiniz yasasız bir ülke. Bu tehlikeler o kadar büyük ki Irak’ta küresel kapitalizmi en azından şimdilik geri çekilmeye zorladı. Yeni-muhafazakarlar için bu dehşet verici bir gelişme olmalıdır. Açgözlülüğün gücüne duydukları ideolojik imanın açgözlülüğün kendisinden daha güçlü olduğu ortaya çıktı.
Taliban için Afganistan ne anlama geliyorsa, yeni-muhafazakarlar için de Irak o anlama geliyordu: herkesi kendi kutsal kitaplarına harfi harfine ve en katı şekilde uygun yaşamaya zorlayabilecekleri bir yeryüzü cenneti. Bu deneyin kanlı sonuçlarının yeni-muhafazakarrlarda bir inanç bunalımı yaratacağını düşünebilir miyiz? Suçlayabilecekleri hiç bir yerel hükümetin bulunmadığı, istedikleri reformları istedikleri şekilde yapabildikleri bir yer, bir serbest piyasa cenneti şöyle dursun canını seven bir yatırımcının uzaktan bakmaya bile korktuğu bir yer haline geldi. Bundan ders çıkarmalarını bekleyebilir miyiz? Sanmıyorum. Nasıl Taliban kafalarındaki İslam Devleti yerine bir uyuşturucu ve seks köleliği cehennemi yarattıklarında vicdan muhasebesi yapma gereğini duymadıysa, Amerikan yeni-muhafazakarları da böyle bir iç hesaplaşmaya gitmeyecekler. Gerçek müminler gerçekliğin inançlarına uymadığını gördüklerinde gözlerini yumup daha sıkı dua ederler.