Hayatın diğer alanlarında olduğu gibi sendikal alanda da AB tartışmaları yankı buldu. Sosyalistlerin arasında bile ciddi kafa karışıklıklarının yer aldığı bu konuda sendikaların ve diğer işçi örgütlerinin sağlıklı bir tutum alabilmesi kuşkusuz çok zordu. Nihayetinde konfederasyonlardan bazıları sendikalar üzerindeki baskıların kaldırılması için AB’yi kurtuluş kapısı olarak görürken bazıları da (örneğin DİSK) daha temkinli yaklaşarak, AB’nin […]
Hayatın diğer alanlarında olduğu gibi sendikal alanda da AB tartışmaları yankı buldu. Sosyalistlerin arasında bile ciddi kafa karışıklıklarının yer aldığı bu konuda sendikaların ve diğer işçi örgütlerinin sağlıklı bir tutum alabilmesi kuşkusuz çok zordu. Nihayetinde konfederasyonlardan bazıları sendikalar üzerindeki baskıların kaldırılması için AB’yi kurtuluş kapısı olarak görürken bazıları da (örneğin DİSK) daha temkinli yaklaşarak, AB’nin sendikal harekete olumlu katkıları olacağını ancak buna karşı “içerden” direnmelerin yaşanacağı öngörüsü üzerine, AB standartları için mücadele edilmesi gerektiğini ifade etti.
İster koşulsuz AB’ye katılımı savunsun, ister çekincelerle birlikte bir savunu oluştursun, sendikal örgütlülüklerin önemli bir kesimi AB’ye girilmesinden önemli beklentiler içinde olduğunu saklamadı. Türkiye’nin AB’ye alınıp alınmayacağı tartışması ayrı birtartışma konusu yapılmalıdır. AB’ye karşı tutum alanlar “Türkiye zaten AB’ye alınmaz ki diyerek” işin kolayına kaçmamalıdır. Bunun yerine AB’nin gerçek yüzünü sergileme cesaretini gösterebilmeliyiz. Bu dönemde tam anlamıyla akıntıya kürek çekmek anlamına gelen tavır alışın gereklerini yerine getirmek önemli bir sorumluluktur.
Görünen haliyle AB’ye karşı olan neredeyse yok. Sosyalist cenahın önemli kesimi karşıt bir cephe alıyor ama güçleri zayıf. Şüphesiz bu karşı tutum alışın da kendi arasında bazı çeşitlilikler oluşturduğu bir gerçek. Ancak asıl olan o ki, Türkiye’de etkin siyasal güçlerin hepsi AB’ye girme çabasını alkışlarla karşılıyor. Egemen sınıflardan ezilen sınıflara kadar, milliyetçi partilerden liberal partilere kadar, islamcı partiden laiklik şampiyonu partilere kadar her kesim AB yandaşı.
Sendikal haklar açısından Türkiye’nin uymakla yükümlü olduğu 2 ana kurallar bütünü vardır. Bunlardan biri evrensel boyutta ILO sözleşmeleri, ikincisi ise Avrupa Konseyi kararları ve sözleşmeleridir.
Avrupa Konseyi’nde sendikal hareketi bağlayan üç önemli sözleşme vardır:
•Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (1953)
•Avrupa Sosyal Şartı (1965) ve 5 Mayıs 1988 tarihli ek protokol
•Avrupa Sosyal Güvenlik Kodu (1966)
Bütün bu saydıklarımız çalışma hayatını düzenleyen önemli yükümlülükleri barındırmaktır. Yıllardır ülkemizde emekçilerin haklarının ihlalleri konusunda bu sözleşme ve kararların ihlal edildiği ileri sürülür durulur. Şimdi bütün bunlara (tam üyelik halinde) bir de AB’nin kendi hukusal mevzuatı eklenecektir. Bu mevzuatta yer alan belli başlı hükümler şunlardır;
•Yaşama ve Çalışma •Koşulları,
•Eşit Muamele,
•İşçilerin bilgilendirilmesi ve danışma,
•İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği.
Ciddi bir ideolojik keşmekeşin yaşandığı günümüzde, AB’ye ilişkin tartışmalar da aslında eninde sonunda gelinen nokta “ne olursa olsun, şimdikinden iyi olur” şeklindeki “ehven-i şer”dir. Şüphesiz bu yaklaşımın arkasında yatan esas neden ideolojik çarpılmanın had safhada olmasıysa, diğer nedeni de öz güven yokluğudur. “Düzeni biz değiştiremiyoruz bari AB değiştirebildiği kadar değiştirsin” yaklaşımı AB yanlısı tutum alışta önemli bir faktördür.
Emekçi sınıfların bütün sendikal ve politik örgütlerinin dağıtıldığı/etkisizleştirildiği ve bilincinin burjuvazi tarafından bütünüyle teslim alındığı/yönlendirildiği ortamda adaylık başvurusunun kabulü tesadüf olmasa gerektir. Böyle bir ortamda AB meselesini üretim ilişkileri bağlamında tartışmanın bütün koşulları ortadan kaldırılmış oluyor. Bütün tartışma, “Avrupa’da işçilerin ekonomik ve demokratik hakları iyi durumdadır, öyleyse bizim de AB’ye girmemiz iyi olacaktır” şeklindeki bir mantıkla yürütülmektedir. Bu tartışma sırasında Avrupa denilen siyasi coğrafyayı oluşturan temel ögenin işçi sınıfı mücadeleleri olduğu unutulmaktadır. Soyut bir sistem tartışmasıyla gözler bağlanmak istenmektedir.
Özellikle bahsettiğimiz koşullarda “AB’ye girmeyi reddetmeyelim, bu ilkellik olur, AB’nin içinde mücadele edelim” şeklinde ifade edilen dahiyane fikir kabul edilebilir gibi değildir. Yıllardır küreselleşme tartışmalarının içinde yaşayacaksın, AB’nin de esas olarak böylesi bir sürecin parçası olduğunu bileceksin ve bundan emekçiler lehine bir düzenleme umacaksın. Küreselleşmenin bütünüyle ulusötesi şirketlerin emperyalist amaçlar doğrultusundaki faaliyetlerden ibaret olduğunu bileceksin ama işçi sınıfının en güçsüz olduğu bir dönemde kurallarını bütünüyle sermayenin koyduğu bir oyunda o oyunu değiştirmek için yer alacaksın! Olmayacak duaya amin demek değil midir bu?
Şu an Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın meclise sunmak için hazırlık yaptığı bir yasa tasa tasarısı ve arkasından getirmeyi düşündüğü düzenlemeler AB’ye uyum süreci hakkında yeterli bilgi veriyor aslında. Bir tarafta sendikal örgütlenmeden dolayı işten çıkarılmaları engellemek isteyen bir düzenleme, diğer taraftan iş güvencesine ilişkin bir hazırlık önümüzdeki aylarda gündeme gelecek. Bu düzenlemelerin Avrupa standardına uygun olacağını beklemek ham hayaldir. En basitinden Sosyal Güvenlik Reformu Yasası’nda yer alan “İşsizlik Sigortası” hükmünün ne kadar ucube birşey olduğunu hepimiz gördük. Yıllardır sendikalar “İşsizlik isteriz” diye bağırdı çağırdı. Alın size işsizlik sigortası. Hiç kimsenin kuşkusu olmasın bundan sonra “işte Avrupalı olduk” diye çıkartılan her uyum yasası “alaturka” olacaktır.
Şu an bile, özellikle “işçi sağlığı ve iş güvenliği” yasası anlamında dünyanın en işçi yanlısı düzenlemelerine sahip ülke olmamıza rağmen, nerdeyse yasanın hiçbir hükmü uygulanmıyor. Zira yasalar her zaman güçlü olan tarafından uygulanır. 1980 öncesinde uygulanan pekçok işçi yanlısı yasa 1980 sonrası uygulanamaz duruma düştü. Bu anlamda, işçi lehine gibi olan yasaların tamamı, esnek bırakılacak bazı hükümlerle, bütünüyle güçlü olanın uygulama anlayışının insafına bırakılacaktır. Örneğin sermaye çevrelerinin iş güvenliği yasasından anladığı, sendikalı işçinin iş güvenliğidir. Oysa sorun zaten işçinin sendikalaşamaması sorunudur. AB sürecinde her yasal düzenleme ele alındığında “evet ama bizim ülkemizin gerçekleri farklıdır” söylemine sığınılarak devletin ve sermayenin egemenliği her bakımdan güvenceye alınacaktır. Bu tür Türk usulü “kurnazlıklara” AB’nin ciddi karşı koyuşlar geliştireceğini düşünmek ise tam anlamıyla safdilliktir.
Son on yıldır, işçi sınıfına yönelik en kapsamlı saldırı politikasının temelini özelleştirme uygulamaları oluşturmuyor mu? Bir taraftan AB sermayesi, özelleştirin diye baskı kuracak diğer taraftan bu uygulamaların işçi zararına sonuçlarına karşı çıkacak. Şimdiye kadar olduğu gibi yapay bazı gerilimler yaratılarak herkes kendi namusunu kurtarmaya çalışacaktır. Bu ülkede Gümrük Birliğine gidişte en önemli adım 5 Mart 1995’in başında atıldı. 1 hafta sonra Gazi Katliamı gerçekleşti. AB ise bu devleti 5 yıl sonra AB’ye tam üyelik başvurusunun kabulü ile ödüllendirdi. Hem de Gazi davasının sonuçlanıp bütün katillerin serbest bırakıldığı bir dönemde.
AB ve sendikal haklar konusunda hiç akıldan çıkarılmaması gereken husus AB’nin sermaye hareketlerinin uluslararası merkezileşme hareketi olduğudur. Sermayenin bütün merkezileşme hareketleri çok doğal olara
k mutlak surette işçi sınıfı örgütlerinin dağıtılıp etkisizleştirilmesi üzerine kurulmak durumundadır. Sömürü oranlarının had safhaya çıkartılmasının en güvenilir yolu buradan geçer çünkü. Böyle bir durumda AB üyeliğinin ülkemiz işçi sınıfı için aydınlık günler vaat ettiğini söyleyebilmek olası değildir. Zira AB, son on yıldır kendi işçi sınıfının örgütsüzleştirmek için elinden geleni yapmaktadır. Fransa’da çalışan nüfusun %5’i sendikal örgütlülük içindedir. Bu durumda, Avrupa işçi sınıfının savaşarak kazandığı haklarına bakarak, orada olan bizde de olacak gibi bir yanılsamaya düşmek politik körlük değildir de nedir? Evet, söylemekte sakınca yoktur, ülkemiz solunun AB gündemi olmamalıdır. Avrupa egemen sınıflarına karşı bir mücadele verilmekten bahsediliyorsa ve bunu da “Avrupa’yı işçi sınıfının Avrupası yapalım” gibi görüşlerle gerçekleştirilecekse ve eğer bu saflık değilse, ideolojik teslimiyetin ta kendisidir. Bugün her zamankinden daha çok liberal burjuva ideolojisine karşı daha net ve tutarlı bir ideolojik tutum sergileme günüdür. Geleceğin işçi sınıfı mücadeleleri bugünün üzerinde yükselecektir. Bugünün temelini sağlam atmak, devrimcilerin en hassas görevidir.
* Yön Dergisi sayı 11 mayıs 2000
AB Dosyası