Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne aday üyeliğinin kesinleşmesinden sonra yaygınlaşan liberal sol AB tezleri, solda yaşanan yeni saflaşmanın simgesi haline geldi. Özellikle ÖDP ve Kürt ulusal hareketindeki egemen politik çizgi haline dönüşen ve “Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesiyle demokratikleşmesi arasında otomatik bir ilişki olduğunu” savunanlardan, “Avrupa Birliği’ni bir mücadele zemini olarak kullanmayı” önerenlere kadar uzanan AB’cilik çizgisi, son […]
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne aday üyeliğinin kesinleşmesinden sonra yaygınlaşan liberal sol AB tezleri, solda yaşanan yeni saflaşmanın simgesi haline geldi. Özellikle ÖDP ve Kürt ulusal hareketindeki egemen politik çizgi haline dönüşen ve “Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesiyle demokratikleşmesi arasında otomatik bir ilişki olduğunu” savunanlardan, “Avrupa Birliği’ni bir mücadele zemini olarak kullanmayı” önerenlere kadar uzanan AB’cilik çizgisi, son dönemde iyice netleşti. “AB’den esecek demokrasi rüzgarları” konusunda itirazı olan tüm sol güçleri, “gerici, özgüvensiz” ve hatta “anti emperyalizme koşullanmış” (1) demokrasi düşmanları ilan edecek kadar ileri giden, çoğunluğu 40’lı yaşlarını devirmiş ünlü sol şahsiyetler AB, emperyalizm ve demokrasi konularında birdenbire çocukça bir cehalet sergilemeye ve toplumsal mücadele alanlarını fantastik beklentilerle bombardıman etmeye başladılar. Türkiye sol hareketindeki yasalcı sol çizgiyle, Kürt hareketindeki milliyetçi reformcu çizginin, saf ve katışıksız reformizm çatısı altında birleşmeleri bakımından yeni bir “olanak” yaratan bu durum, ne yazık ki! böyle bir gelişmeyle sonuçlanmadı ancak, AB tezlerinin, önümüzdeki dönemde reformizmin savunacağı güncel siyasetin kurucu öğelerinden birisi olacağı şimdiden netlik kazandı.(2)
Beslendiği kaynakların çeşitliliği ne olursa olsun, liberal solun AB tezlerinin en önemli özelliklerinden bir tanesi, güncel siyaseti “sol” ideolojik-politik temellerden hızla kopartarak, en kaba pragmatizmden beslenen bir alana doğru kaydırmaları; bir diğeri; genel ve topyekün bir saldırı stratejisine hedef olan emekçi sınıflara önerilen pişkin bir reformcu siyaset programının ideolojik kılıfını oluşturmalarıdır. AB destekçilerinin cehaleti, dolaysız bir biçimde siyasal tercihlerinin ürünüdür. Çünkü gerçek devrimcidir ve saptayana devrimci sorumluluklar yükler. Günümüzün en temel gerçeği ise, emperyalizmin “küreselleşme” adı verilen güncel egemenlik ve sömürgecilik siyasetinin taşıdığı özelliklerin, emekle sermaye arasındaki sınıflar mücadelesinin “demokratik karakterli” bir mücadele olarak sürmesini olanaksız kılan sonuçlar yaratıyor olmasıdır. Bugün yaşanmakta olan saflaşmanın özünü de aslında AB’nin ne olduğuna dair fikri bir ayrılık değil, günümüzün bu temel gerçeğiyle yüzyüze kalmış olan solun, Türkiye’nin yakın geleceğinde hangi toplumsal güçler temelinde, hangi politik mücadele çizgisini savunması gerektiğine dair politik tercihler oluşturmaktadır. Toplumsal muhalefet dinamiklerinin geri çekilmesinin yarattığı karamsarlık ve Türkiye’yi de kapsayan geniş bir coğrafyanın tabi kılındığı politik egemenlik ilişkilerini düzenleyen “büyük güçler” karşısında hissedilen “çaresizlik” duygusu, liberal solu kendi siyasal tabanını tanımlarken, ezilen kitlelerin yerine, orta sınıflar tarafından temsil edilen “demokrasi yanlısı sivil toplum” güçlerini ve “somut ve gerçek” bazı ilerlemeler sağlayacağı umulan Avrupa standartlarını koymaya yöneltmektedir. Bu anlamda AB çizgisi, bugün ortalama sol kitlelerin geniş bir kesimini etkisi altına almış olan genel sağcılaşmanın ve “sağduyu”nun sesidir. Politik gelişmeler bakımından ne emekçi sınıflara, ne de militan mücadele seçeneklerine güvenen sol kuşakların, “biraz nefes alma” beklentilerine karşılık düşen bu çizgi, tezlerinin iç tutarlılığıyla orantısız bir etki alanı yaratabilmektedir. Meselenin özü, AB tezlerinin en katışıksız ve “efendi” savunucusu Taner Akçam’ın, “Mantığım basit, Avrupa’da olan bizde olursa fena olmaz, hatta şu andaki duruma göre çok da iyi olur”(3) sözlerindeki pragmatizmdir. Bu pragmatizm, AB destekçilerini emperyalizmin “küreselleşme” siyasetinin odağında bulunan siyasal kurumların, aynı zamanda birer “demokratikleşme” aracı olarak da kullanılabileceği; hatta bu kurumların emekçi sınıflarla egemen sınıflar (ve emperyalizm) arasında daha demokratik karakterli bir ilişki kurulmasını sağlayabilecek öz niteliklere sahip oldukları anlayışını geliştirmeye zorlamaktadır: “Kapitalizmin ve onun doruğunu yaşayan emperyalist ülkelerin serbest pazarla birlikte demokrasiyi de düzenlerinin ilk iki bileşeni saymaları, kapitalizm-serbest pazar ve demokrasinin özdeş oldukları anlamına mı gelir? Eğer böyle ise bunlardan herhangi birine karşı olmak diğer ikisine de karşı olmayı zorunlu mu kılar?” (4)
Bu veciz sorudan da anlaşılabileceği gibi, liberal sola göre ne kapitalizmin, ne de (eğer günümüzde böyle bir şey varsa!) serbest pazarın doğası, “demokrasinin” hakim ve yaygın bir yönetim biçimi olarak varolmasını imkansızlaştıran bir nitelik taşımamakta; tersine demokrasinin (“bazı doğrudan demokrasi deneyimlerini saymazsak” diyor AB’ciler) insanlık tarihinin gördüğü “en ileri” düzeyde gelişmesini sağlayan çoğulcu bir çerçeve sunmaktadır. O halde diyor liberal sol, eğer “demokrasi” bugün serbest pazar ve küreselleşme hukukuyla geliyorsa, hoş geldi sefa geldi!
Anlaşılıyor ki, liberal sol için “demokrasi”, ister emekçi sınıfların mücadeleleri, isterse de tekelci sermayenin uluslararası egemenlik hukuku aracılığıyla elde edilsin, aynı kapıya çıkacak olan bir “sosyal anlaşma düzeni”nden daha fazlası değildir. Sömürge ülke sol hareketlerinin anti emperyalist mücadele gelenekleriyle, demokrasi mücadelesi geleneklerinin politik açıdan birbirine karşıt içerikler taşıdığı gibi saçmalıklarla uğraşan AB’ci solun, tekellerin ve emperyalizmin egemenliğindeki bir ülkenin emekçilerine ve soluna önerdiği yegane siyasal mücadele programı ise, AB üyeliğini, Türkiye devletini “daha demokratik” davranmaya zorlayacak bir “sosyal anlaşmanın” bağlayıcı çerçevesi haline getirme önerisinden ibarettir.
AB’cilerin sömürge ülke emekçi sınıfları ve solunun tarihsel mücadele birikimine yönelik saldırgan tutumları ve saygısızlıkları elbette üzerinden atlanmaması gereken önemli bir etik sorundur ama yine de bugün AB tezlerini eleştirirken temel alınması gereken eksen, emekle emperyalizm arasındaki mücadelenin güncel ihtiyaçları olmalıdır. Liberal sol, AB tezleriyle birlikte, kendisini bugün genişletilmeye çalışılan emperyalist egemenlik sisteminin bir parçası olarak konumlandırmakta ve sadece anti emperyalizmden değil, bugün anti emperyalizmin tek sağlam dayanağını oluşturan sınıflar mücadelesinden ve emeğin devrimci siyasetinden de vazgeçtiğini ilan etmektedir. Demokrasi mücadelesi vurgusunu içi boş, kof bir kabuk haline getiren bu tercihin ürünü olan fantaziler ise, Türkiye emekçi sınıflarının ve solun karşı karşıya olduğu politik sorunların kavranmasının önünde ciddi birer engel oluşturmaktadır.
“Küreselleşme” solun yeni başlangıç noktası olarak kabul edilemez. AB çizgisi tarafından önerilen güncel siyasetin önemli nirengi noktalarından bir tanesi, solun “küreselleşmeyi” ilkesel olarak reddetmemesi gerektiğidir. Bu bakış açısına göre, 1) “Küreselleşme” sınıflar mücadelesi içinde giderek olgunlaşan ve emeğin varlık koşullarının topyekün tahribatını hedefleyen bir sermaye stratejisi ve emperyalizmin dünyayı ekonomik ve politik bakımdan yeniden paylaşma siyasetinin bugünkü gerçek temeli değil, alabildiğine sınıflar üstü ve teknik bir gözle yorumlanan zorunlu bir tarihsel ilerlemedir. 2) Kapitalist toplumun, emperyalist dünya sisteminin ve “küreselleşmenin” doğası, emeğin ve sermayenin demokrasi anlayışlarının barışçıl bir biçimde yan yana gelişebileceği çoğulcu bir nitelik taşımaktadır. Bu varsayımlardan çıkan sonuçsa, sol ve emek güçlerinin “küreselleşmenin” emek yararına kullan
ılabilmesini sağlayacak ve bu şekilde de “çoğulcu, insancıl, demokratik” bir karakter kazanmasına neden olabilecek organlar, kurullar, zeminler içinde yer almaları ve bu tarz bir mücadele sayesinde genişletecekleri “demokratik-sivil” alanlarda kurumsallaşmaları gerektiğidir. Bu görüşler kuşkusuz sadece Türkiye’deki AB destekçilerine ait değildir. Günümüzde uluslararası sol ve emek hareketi saflarında egemen olan üç ana akımdan birisi olan yeni-reformizmin siyasal yönelimlerini de bu varsayımlar belirlemektedir. Yeni reformizm hem Türkiye’deki AB destekçilerinin bütün ideolojik-politik gıdalarını aldıkları temel kaynaktır, hem de Türkiye liberal solu, güncel siyasete ilişkin tüm önerilerini dolaysız bir biçimde bu akımın Avrupa’nın bütünleşme sürecinde edindiği politik konumdan türetmektedir.
Otuz yıldır yaşanmakta olan emperyalist krizin en başat özelliğini oluşturan emeğe-sola yönelik saldırılar ve yeni yöntemlerle örgütlenen sömürgecilik sistemi, gerek emperyalist yeniden yapılanma sürecini kavrama biçimleri, gerekse bu yeniden yapılanmanın yarattığı iktisadi-politik sonuçlara karşı geliştirdikleri mücadele programları birbirlerinden radikal biçimde farklılaşan üç ana politik akımın giderek netleşmesiyle sonuçlanmıştır: Ulusalcılık, yeni reformizm ve devletten, sermayeden ve emperyalist sistemin egemenlik aygıtlarından bağımsız yeni uluslararası proletarya hareketi.(5)
Ulusalcılık, emperyalizmin ve sermayenin parçaladığı ve toplumsal konumlarını sarstığı geleneksel emekçi-sol kesimlerin eski statükoyu korumayı temel alan dar, gelenekçi hatta zaman zaman şovenliğe kadar uzanan tepkilerinin bir ifadesi iken; sermayenin benimsediği güncel saldırı siyasetiyle, reformizmin geleneksel iktisadi-politik temellerini yerle bir ettiği noktada sunduğu yeni işbirliği çerçevesi, yeni-reformizmin inşasına temel oluşturmaktadır. Emperyalizmin güncel saldırı sürecinin gerçek niteliğini ve bu sürecin içinde mayalanan devrimci güçleri kavrayamama konusunda birbirlerinin sağcı ikiz kardeşi durumunda olan bu iki siyasal akım, emekçi sınıfların güncel mücadelesi açısından gerici nitelikler taşıyan birer politik konumu temsil etmektedirler. Yaşanmakta olan süreci, uluslararası sermaye ile bağımsız “ulusal devlet” (ve onun ulusal egemenlik hakları) arasındaki bir çatışma süreci olarak algılayan ulusalcılığın politik tezleri, doğallıkla kaba bir ulus devlet-ulusal sınıflar-ulusal egemenlik hakları savunusu ile biçimlenmekte ve emekçi sınıfları emperyalizme karşı mücadele konusunda hiçbir anlam taşımayan ulusalcı program ve güçlerin arkasında saflaşmaya çağırmaktadır. “Ulusal ordu”yu başlıca müttefik hatta arkasında saflaşılacak önder güç olarak tanımlamaya kadar varan bu çizgi, yeni sömürge ülke halklarının anti emperyalist mücadelesiyle uzun zaman önce aşılmış ve artık açık bir sınıf işbirlikçiliği çağrısı niteliğini kazanmıştır.
“Küreselleşme momenti”nin bir ürünü olarak görülen bazı ilerici “tarihsel olanakların” demokrasinin temellerinin genişletilmesi için kullanılabileceğini savunan yeni reformizmin en kaba ifadesini oluşturan “çağdaş sendikacılık” ise, bir uzlaşma çizgisinden çok açık bir teslimiyet çizgisidir. Yeni reformizmin yeni siyasal formatı 1999 Kasım ayında gerçekleştirilen ve temel gündemi “küreselleşme” olan 21. Sosyalist Enternasyonal toplantısının Paris Deklarasyonu’nda şöyle ifade edilmektedir: “İnsanoğlu küreselleşme olgusunun damgasını vurduğu yeni bir değişim dönemine tanık olmaktadır… Bu tarihsel dönemde büyük bir paradoksu yaşamaktayız. İnsanoğlu tarihin bundan önceki hiçbir döneminde eşitsizlik, açlık, hastalık ve cehalet gibi sorunların üstesinden gelmek için bu kadar büyük olanaklara sahip olmamıştı. Ancak halen bu olanaklar mevcut eşitsizlik uçurumlarını kapatmak için değil derinleştirmek için kullanılmaktadır. Biz bu eğilimi tersine çevirmeye ve küreselleşmeyi insanlığın gelişimini sağlayacak doğrultuda kullanmaya kararlıyız.” (6)
“İnsancıl bir küreselleşme” yaratmaya kararlı Sosyalist Enternasyonel partilerinin tümünün de hem kendi ülkelerinde, hem de Avrupa çapında yıkıcı sonuçlar yaratan sermaye stratejilerini gündelik devlet politikalarına tercüme eden iktidarların koltuklarında, hem de uzunca bir süredir oturuyor olmaları, yeni-reformizm için önemli değildir. Önemli olan burjuvazinin, “küreselleşme gerçeğinin kabulünden yola çıkarak kendi konumlarını ve misyonlarını yeniden tanımlama çabası gösteren” bu “sosyalistleri”, “küreselleşmenin geleceği için umut verici” bir pozitif siyasal seçenek olarak görmesidir.
Gerçekten de “küreselleşmenin” sol siyaseti yeniden tanımlamanın başlangıç noktası haline getirilmesi, yeni-reformizme Batı Avrupa’da hem iktidarın kapılarını aralamakta, hem de “kabul edilebilir” bir muhalefet alanı yaratmaktadır. Şekilsel olarak gelişkin, fakat özde anlamsız “toplumsal anlaşma” kurullarında yer almak; açlıktan kırılan sömürge ülke halkları için yardım etkinlikleri düzenlemek ve “eşitsizlik, işsizlik, yoksulluk” gibi sosyal politikanın konusu olmaktan çıkartılan politik sorunların depolitize edilmesini sağlayan “sivil toplum örgütlerinde” yer almak bu kabul edilebilir muhalefet biçimlerinden başlıcalarıdır.
Bütün bunların sonucunu, “AB’ci solun” militan savunucularından Laçiner’in deyimiyle ifade etmek gerekirse, “Avrupa’da sol ve liberaller, şu son yıllarda ardarda kazandıkları seçim zaferleri ile halen hükümet ve parlamentolarda egemendir. Avrupa’nın kültürel-düşünsel hayatında hegemonyaları gelenekselleşmiş gibidir. Etkin sivil toplum örgütlerinde de benzer bir durum söz konusudur ve genel medyada da aynı ölçüde olmamakla birlikte güçlü konumlara sahiptirler.” (7) Ve Avrupa’daki “sol ve liberallerin” bu konumu da, Türkiye’deki AB’ci solun “yeni bir sol siyaset” arayışındaki başlıca esin kaynağını oluşturmakta ve “otomatik demokratikleşme” tezlerine dört elle sarılmasına neden olmaktadır. Öyle ya, “Avrupa’da olan bizde de olursa, fena olmaz!”
Ama her şeyin bir bedeli var: Avrupalı yeni reformizmin güzide temsilcilerinden Gerhard Schöder “patronların başbakanı” olarak nam salarken, Lionel Jospin Fransız sosyal devletinin son kalıntılarını tasfiye etmekte, İngiltere’de Tony Blair emek düşmanlığı ve ABD şakşakçılığı konusunda Thatcher’ı aratmazken, Kostas Simitis Yunanistan’ı ABD yanlısı bir yeni liberal cennet haline getirme programını son sürat uygulamaktadır.
Avrupalı yeni liberallerin Türkiyeli muhalifleri de bir bileşeni olmaya çağırdıkları bu sol çizgi, Avrupa reformist hareketi için bir yenilik değil tarihsel kimliğinin parçasıdır ama Türkiye solu için ciddi bir kırılma anlamına gelmektedir. Reformizm yüzyıl boyunca Alman devrimi şiddetle ezilirken, Baader-Meinhoff üyeleri izolasyon hücrelerinde sessiz bir ölüme terk edilirken, İngiliz maden işçilerinin tarihi direnişi fiziksel-ideolojik terörün ablukasına alınırken geliştirdiği bu çizgiyi, şimdi Avrupa işsiz, evsiz ve geleceksiz kitlelerin barınağı haline gelmişken ve “demokratik” Avrupa’nın başkentlerinde yoksullara, siyahlara, göçmenlere yönelik devlet ve sermaye şiddeti sıradan bir uygulamaya dönüşmüşken, bu kez uluslar arası bir çağrı haline getirmekte;AB destekçileri “enternasyonalizm” adına buna sahip çıkmaktadırlar.
Oysa emekçi sınıfların devletten, sermayeden ve emperyalist egemenlik aygıtlarından bağımsız yeni uluslararası hareketi, Avrupalı yeni reformistlerin önerileriyle taban tabana zıt ilkelerle gelişen bir harekettir. Bu yeni hareket, “kü
reselleşmeyi” başlangıç noktası olarak kabul etme fikri üzerinden değil, tersine “küreselleşmenin” emekçi sınıfları ekonomik ve politik bakımdan köleleştirmeyi amaçlayan açık ve vahşi bir kapitalist saldırganlık siyasetinin ideolojik söylemi olduğu bilinci üzerinden gelişmektedir. Statükocu değil, ilericidir çünkü emperyalist saldırganlığın emek saflarında yarattığı yeni devrimci güçleri tarihin yegane ilerletici politik gücü olarak kavramakta ve emeğin uluslararası demokratik hareketini, tıpkı Avrupa işçi sınıfının geçen yüzyıldaki “Enternasyonel”leri gibi, AB, NAFTA ya da ASEAN benzeri bölgesel emperyalist birliklerin uzlaşma zeminlerinde değil, sermayeye ve emperyalizme karşı yükseltilen uzlaşmaz mücadeleler içinde oluşturmaktadır. Ulusalcı değil, anti emperyalist; uzlaşmacı değil mücadelecidir; yani hem emperyalist, hem de sömürge ülkelerde emperyalizmin ekonomik ve politik stratejilerine karşı emeğin dolaysız politik mücadele programına sahip çıkmakta ve bugün açık bir savaş biçiminde gerçekleşmekte olan sınıflar mücadelesinde elde edilecek kazanımların güvencesini, emperyalizmin egemenlik hukukunda değil, emeğin fiili mücadele hukukunda aramaktadır.
Yaşadığımız yüzyılda sol ve gerçek tarihsel ilerleme adına ne bulunacaksa da burada bulunacaktır. Yeni liberal arayışların vardığı nokta ise, Türkiye solunun gerek demokrasi, gerekse anti emperyalist mücadele geleneği bakımından içler acısı bir durumu temsil etmektedir.
ABD stratejileri barışın ve demokrasinin güvencesi olarak görülemez. AB destekçileri, kendi deyimleriyle “anti emperyalist takıntılı” sola, “….Türkiye’nin aday üyeliği konusunda görüş belirtmek, kim olduğunuzu ve hangi Avrupa’yı kastettiğini belirtmedikçe gerçek bir anlamdan yoksundur” derken haklıdırlar. Örneğin biz, “küreselleşme momentini” yeni bir başlangıç noktası olarak gören yeni reformizme Türkiye’de de bir ölçüde siyaset yapma imkanı sunulacağını düşünerek, bu siyasi çizginin Türkiye şubesinin sol kanadı olmaya soyunanlar değiliz. Yine biz, ABD emperyalizminin yayılma stratejilerinin Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya’da barışın, Avrupa’da çok kültürlülüğün ve Türkiye’de demokratikleşmenin önünü açtığına da hiç mi hiç inanmıyoruz. Sizi bilmeyiz ama biz, Almanya hegemonyasındaki Avrupa’nın da, ABD hegemonyasındaki Avrupa’nın da insanlığın başına bela olmayı sürdüreceğini düşünüyoruz.
Oysa AB destekçileri, kendileriyle birlikte tüm solun, ABD tarafından düğmeye basılarak Öcalan’ın Suriye’den çıkartılmasıyla başlatılan yeni sürecin Ortadoğu’da barışın koşullarını sağladığına; Kosova krizinde zirvesine ulaşan etnik çatışmaların Makedonya, Yunanistan vs. üzerinden Türkiye’ye kadar yayılmasının engellenmesiyle Balkanlar’da da barışın koşullarının sağlandığına; aynı stratejinin bir uzantısı olarak önü açılan Türkiye’nin sırf AB’ye üye olmak aşkına Kopenhag kriterlerini yerine getirmek zorunda kalacağına ve bu durumun da, kendi iç dinamikleriyle demokratikleşme şansı olmayan Türkiye’ye asgari de olsa demokrasi gelmesine neden olacağına inanmasını bekliyorlar. (8)
Bu süreçte Avrupa’nın Türkiye’ye yönelik siyasetinin değişmesine neden olan ana gelişmeyse şöyle özetlenmektedir: “… görülmesi gereken esas nokta, Almanya’da ABD yanlısı “Atlantikçi” fraksiyonun işbaşına gelmesi ve ABD’nin bölgemizde, Rusya’nın egemenlik alanlarını daraltacak politikalara yönelmesi ve bunu Yunanistan-Türkiye-İsrail-Ermenistan-Azerbaycan eksenine oturtmak istemesinin, Türkiye’ye Avrupa kapısının açılmasında yardımcı olduğudur.” (9) Peki bu kapı açma işlemindeki en önemli yardımcı oyuncular, AB’cilerin deyimiyle “stratejik bazı hesaplar dışında, bugünkünden daha demokratik, daha çoğulcu, daha özgür bir Avrupa’nın özlemini çekenler” kimlerdir? Almanya’nın Amerikancı sosyal demokrat-yeşil koalisyonu ile İngiltere’nin yeni liberal İşçi Partisi iktidarı. Ayak direyenler: “…AB’yi Atlantik çizgisinde ve güneye doğru değil, doğuya doğru genişletme politikalarına ağırlık veren ve son dönemde genel olarak anti-ABD bir çizgi izleyen Avrupalı muhafazakarlar”. AB’cilerin konuyu bulandırmak için saflaşmayı “sol liberallerle sağ muhafazakarlar” arasında döndürmesi boşunadır. Durum meydandadır: ABD egemenliği altındaki Avrupa projesi ile Almanya egemenliği altındaki Avrupa projesi arasındaki çatışmadan, birincisi galip çıkmış ve bu süreçte ABD’nin Avrasya stratejisinden yana tavır alan Avrupa liberal solu da, Türkiye’nin aday üyeliğinin önünü açmıştır. Savunulan AB siyaseti ise, ABD emperyalizminin egemenlik stratejisiyle, Alman emperyalizminin egemenlik stratejisi arasında, “barış ve demokrasi” adına bir tercih yapabilen bir “sol” siyasettir. İkinci sorunun yanıtı da bu şekilde verilmektedir. Hangi Avrupa? ABD hegemonyasındaki Avrupa.
Ancak liberal sol bu noktada da itirazı yükseltmekten geri durmuyor: “Bütün olayları, özellikle de bu dünya ölçeğindeki gelişmeleri güç ve hegemonya mücadelesi perspektifinden görebilenler, sadece buradan bakarak anlamlandırabilenler, kapitalist-emperyalist devletlerin bu yeni politikasını da güç mantığı içinde ele alacaklardır. Bu politika, güç mücadelesinde ‘rakipsiz’ kalan kapitalist-emperyalist metropollerin orta politikası olarak göründüğü ölçüde -ki öyle görünüyor- onların temel haklar ve demokrasi vurgusu da dünyanın kapitalist-emperyalist güç odaklarının hegemonyasını pekiştirme aracı, düzeneği olarak görülecektir. Nitekim ‘insan hakları’nın emperyalizmin yeni egemenlik ve sömürü aracı-gerekçesi olduğunu öne süren ‘teoriler’ gecikmemiştir.” (10)
Yani ya yeni-reformizme göre önünü ABD’nin açtığı bir “demokratikleşme” projesinden yana olmakla, ABD hegemonyasından yana olmak iki ayrı şeydir; ya da bizim, bugün uluslararası arenalarda boy gösteren “demokrasi” siyasetinin emperyalist devletler ve kurumlar değil, emek ve demokrasi güçlerinin sevk ve idaresi altında yürütüldüğüne inanmamız gerekmektedir.
Ama bakla fazla ıslanmıyor. Liberal sola göre “emperyalizm” kavramı, “başlıca kapitalist toplumların geniş sömürgelere sahip oldukları, sömürgeler için dünya savaşlarına giriştikleri dönemde” icat edilmiş bir kavram olarak, “Batı’nın bir uygarlık olarak ele alınmasını bir yana bırakıp, onu sadece bir güç ve hegemonya aygıtı olarak ele alan bir içeriğe” sahiptir. Oysa diyor yeni-reformizm, emperyalizm “kapitalizmin bir toplum biçimi olarak da bir üst aşamaya geçişi”, (doğru anlıyorsak daha iyi bir toplum biçimine geçişi!) anlamına gelir. Bu toplum biçimininse “demokrasi, insan hakları” gibi kavramlara uluslar arası hegemonya mücadelesinin bir parçası olmanın ötesinde de değer verilmesini sağlayan yüksek bir uygarlık düzeyini temsil ettiği savunulmaktadır. “Emperyalizm sonrası” bir dönemde yaşadığına inanan liberal sola göre “demokratikleşme baskıları” ile emperyalist hegemonya mücadelesi arasında bir ilişki kurmak da, “olguya nedensellik atfetmekten” başka bir anlam taşımıyor.
Olguya nedensellik atfeden biz değiliz, pek sayın AB’ciler; bizzat emperyalistler kendi hegemonya sistemleri ile kendi “demokrasi” normları arasında nedensel bir ilişki kuruyorlar!
“Demokratik yönetim biçiminin en yoğun yayılma gösterdiği çağda, Amerikan siyasi deneyimi taklit edilen bir standart olarak hizmet etme eğilimindedir. (…) Amerikan yöntemlerinin taklidi giderek dünyayı sararken bu, dolaylı ve açıkça uzlaşmaya dayalı Amerikan hegemonyasının uygulanması için daha uygun bir zemin yaratmaktadır. Ve Amerika’nın kendi iç sistemindeki
gibi, birbirine bağlı kurum ve prosedürlerin karmaşık yapısını birbirlerinin içine geçiren bu hegemonya, uzlaşma yaratmak ve güç ve etkilemedeki oransızları gölgelemek için tasarlanmıştır. Böylece, küresel Amerikan üstünlüğü, sözcüğün tam anlamıyla yerküreyi saran, ayrıntılı biçimde hazırlanmış bir ittifaklar ve koalisyonlar sistemi tarafından desteklenmektedir. (…) Böylece Amerikan üstünlüğü, Amerikan sisteminin birçok özelliğini yurtdışında yalnızca tekrarlamakla kalmayıp aynı zamanda kurumlaştıran yeni bir uluslar arası düzen üretmiştir. Temel özellikleri şunları içermektedir: Bütünleşmiş kumanda ve güçleri de içeren ortak güvenlik sistemi (NATO, ABD-Japonya Güvenlik Anlaşması vs.); Bölgesel ekonomik işbirliği (APEC, NAFTA ve özel küresel işbirliği kuruluşları (DB, IMF, DTÖ); ABD tarafından yönlendirilseler bile ortaklaşa karar vermeyi vurgulayan usuller; kilit ittifaklarda demokratik üyeliğin tercih edilmesi; küresel boyutu olan temel bir anayasal ve hukuki yapı (Adalet Divanı’ndan Bosna savaş suçlularını yargılayacak özel mahkemeye kadar)” (11)
Bu karmaşık hegemonya sisteminin bir parçası olan Avrupa, “… aynı zamanda demokrasinin Avrasya içlerine doğru yavaş yavaş yayılmasında bir sıçrama tahtası olarak hizmet etmektedir. (…) … Avrupa, Amerika’nın Avrasya kıtasındaki asli jeopolitik köprübaşıdır. Amerika’nın Avrupa’daki jeostratejik çıkarları muazzam büyüklüktedir. Atlantik ittifakı, Amerika’nın Japonya’yla olan bağlarının tersine, Amerikan siyasi etkisini ve askeri gücünü doğrudan doğruya Avrasya anakarasına yerleştirmektedir. Amerika-Avrupa ilişkilerinin bu aşamasında, müttefik Avrupalı uluslar hala büyük ölçüde ABD korumasına bağımlıyken, Avrupa’nın etkinlik alanındaki her türlü genişleme otomatik olarak doğrudan ABD etkisinin etkinlik alanında da bir genişleme meydana getirir. Buna karşın, yakın Atlantik ötesi bağlar olmadan Amerika’nın Avrasya’daki önceliği hemen silinip gider. ABD’nin Atlantik Okyanusu üzerindeki kontrolü ile etkisini ve gücünü Avrasya’nın derinliklerine taşıma yeteneği ağır biçimde zarar görürdü.”
Açık sözlü ABD stratejisti şöyle devam ediyor: “Ne var ki sorun, gerçekten Avrupalı bir ‘Avrupa’nın’ mevcut olmamasıdır.(…) Batı Avrupa şimdiden bir ortak pazardır; fakat o hala tek bir siyasi varlık olmaktan çok uzaktır. Siyasi bir Avrupa’nın ortaya çıkması gerekmektedir.” Bu “siyasi Avrupa” ise şu anda Avrupa’nın en güçlü ulus devletleri durumunda olan Fransa ve Almanya tarafından yaratılamaz (daha doğrusu ABD bunu istememektedir): “Bu durum, ABD’ye kesin bir müdahale için özel bir fırsat vermektedir. Bu, Avrupa’nın birliği adına Amerika’nın bir görev üstlenmesini gerekli kılmaktadır, zira tersi durumda birleşme durabilir, hatta zamanla iflas da edebilir. Fakat Avrupa’nın inşasındaki her türlü etkin Amerikan katılımı, Amerika’nın ne tür bir Avrupa istediği ve ne tür bir Avrupa’yı desteklemeye hazır olduğu ve hem Avrupa Birliği, hem de NATO’nun nihai genişliğinin ne olacağı hususundaki Amerikan düşüncesinin açıklığıyla yönlendirilmelidir.” (12) AB destekçilerinin ister bilinçsizlikten, isterse de kötü niyetten hasır altı etmeye çalıştıkları gerçek şudur: Türkiye’nin AB üyeliği vakasının temelinde Batı Avrupalı liberal solun yüksek insanlık ve evrensel uygarlık değerlerine sahip çıkarak oluşturduğu “siyasal Avrupa” projesi değil, fakat etkin Amerikan müdahaleciliği tarafından oluşturulan “siyasal Avrupa” projesi bulunmaktadır. Fikir babalığını ABD’nin yaptığı bu “siyasal Avrupa” projesi ise, ABD emperyalizminin Avrupa’yı, geniş bir coğrafi alan üzerinde kurmakta olduğu yeni egemenlik sisteminin “demokratik köprübaşı ve sıçrama tahtası” haline getirebilmesinin olmazsa olmaz bir koşuludur. ABD güvencesindeki bir “demokratikleşme”ninse, “gerekirse bu memlekete komünizmi de biz getiririz” diyenler kadar bile inandırıcılığı yoktur.
Tüm Avrupa kıtasında “demokrasi ve serbest piyasa ilkeleri temelinde istikrar ve refahın sağlanmasını” ortak çıkar olarak belirleyen Aralık 1995 tarihli ABD-AB Ortak Eylem Planı Türkiye’nin 2000 yılına doğru yaşadığı Avrupa ile yakınlaşma sürecine yön veren emperyalist öncelikleri daha o zamandan sıralamıştır. Plan Avrupa kıtasındaki temel hedeflerini, “eski Yugoslavya’da barışın ve yeniden yapılandırmanın” sağlanması, “Ortadoğu ve Doğu Avrupa ülkelerinde demokrasi, istikrar ve pazar ekonomisinin” sağlamlaştırılması, “Rusya, Ukrayna ve diğer yeni bağımsız devletlerde pazar ekonomisine geçiş için diyalog ve işbirliğinin” artırılması, “Türkiye’nin atlantik-aşırı topluluğa daha geniş ölçekte entegrasyonu için hükümetin yürüttüğü ekonomik reformların” desteklenmesi, “Kıbrıs sorunun, toplumlararası diyalogla çözümünün sağlanması ve AB üyeliğinin bir özendirici olarak kullanılması” biçiminde saptamaktadır. “Ortadoğu barış sürecinin” korunması ve “dünyanın diğer bölgelerindeki çatışmalarda da ortak sorumluluklar alınmasını” isteyen Eylem Planı, bu bağlamda “insani yardım ve müdahaleyi” temel alan bir perspektifi savunmaktadır. Tarafların işbirliğinin dünya ekonomisi açısından özel bir önem taşıdığını ve atlantik çevresindeki ülkeler arasında mal, hizmet ve sermaye akışının önündeki engellerin kaldırılması için çalışmanın aciliyetini vurgulayan Plan, yeni bir atlantik aşırı pazarın oluşturulmasını da öngörmektedir.
Türkiye-AB ilişkilerinde Helsinki sonrasındaki 5 ay boyunca öne çıkmış olan başlıkların, liberal solun beklediği üzere ne Kürt sorunu, ne de demokratik hak ve özgürlükler gibi başlıklar değil, tersine özelleştirme, yabancı sermaye yatırımlarının serbestleştirilmesi, ekonominin genel verimliliğinin yükseltilmesi, Kıbrıs sorunu, uluslararası tahkim kararının altyapısının genişletilmesi ile nükleer enerji santralleri ve tank-helikopter ihaleleri olmasının anlamı herkes için açık olsa gerektir. Bu yıl Polonya ile birlikte dünyanın en hızlı ve kapsamlı özelleştirme, yoksullaştırma ve hak gaspı programını gerçekleştiren, Kıbrıs ve Yunanistan’la ilişkileri hızla ABD rotasına sokan ve gerek İsrail, gerekse Kafkas ülkeleriyle olan ilişkilerindeki sıcaklığı artıran Türkiye devletinin “insan hakları” kapsamında şu ana kadar attığı en kapsamlı tek adımın cezaevi sistemini “Avrupa standartlarına uygun” bir biçimde hücre sistemine dönüştürmek, savunma hakkını kısıtlayan tedbirleri yaygınlaştırmak, sendikaları rehin almak ve emperyalizmin saldırı stratejisine karşı gelişen tüm militan toplumsal muhalefet eylemlerini şiddetle bastırmak olması, Avrasya stratejisi ile önü açılan Türkiye egemen sınıflarının “sırf AB’ye üye olmak aşkına” hangi süreçleri hızlandıracağını da artık açıkça göstermeye başlamıştır. Avrupa İşverenler Sendikası’nın “tüm Avrupa’da eğitim ve sağlık başta olmak üzere tüm kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, ücretlerin düşürülmesi, bireysel sözleşme usullerinin yaygınlaştırılması” gibi başlıklardan oluşan 2000 yılı eylem planı Türkiye devletinin resmi hükümet (ve IMF) programı olarak zaten yürürlüktedir. Aynı süreçte liberal solun iki ülkede yaşanan depremlerin de katkısıyla oluştuğunu sandığı “Türkiye-Yunanistan yakınlaşması” ise tüm sermaye güçlerini sevince boğacak yeni bir ürün vermeye hazırlanmaktadır: Batı Trakya’da kurulacak olan yeni bir serbest üretim ve ihracat bölgesi. Balkanlardaki açlar ordusunu ucuz ve sendikasız işgücü olarak emmeyi amaçlayan bu yeni serbest bölgenin işçileri, “enternasyonalist” liberal solu yanlarında görmekten ve onun Avrupa S
osyal Şartı ve demokratik standartlarla ilgili vaazlarını dinlemekten mutluluk duyacaklardır!
Olayların gerçek gidişatı, dünyadaki tüm olayların dikkatlice biraraya getirilen “iyi yanlarını” dağıtmaya çoktan başlamıştır.
dipnotlar
(1) “Avrupa’nın Eşiğinde”, Ömer Laçiner, Birikim, Aralık 99, Sayı :128, Sf. 18-24.
(2) Bu eğilimin doğal olarak yarattığı “yeni parti” arayışları önce hızla devreye girdi ve ÖDP ile HADEP’i tek bir reformcu yasal sol parti çatısı altında birleştirmeye yönelik fikri tartışmalar, biraz bu “aşırı hız”, biraz da her iki kesimin “AB’ciliğinin” farklı nedenlere dayanmasının yarattığı gerilimler sebebiyle kesintiye uğradı.
(3) “Avrupa Birliği’ne üyelik tartışması niçin önemli? Türkiye’nin başını boş bırakmaya gelmez de onun için”, Taner Akçam, Birikim, Ocak 2000, Sayı: 129, Sf. 37-44.
(4) Laçiner, agy.
(5) “The Politics of Class Compromise in an International Context: Considerations for a New Strategy for Labor”, Carolyn Howe, Review of Radical Political Economics; 1986, 18 (3)
(6) Tamı tamına benzer bir mantık militan “AB’ci” A. İnsel’de de mevcuttur: “İktisadi liberalizmin tartışmalı bilimsel doğrularına karşı, solun küreselleşmeyi ilkesel olarak reddetmesi şart değil. ‘Bırakınız yapsınlar’ köktenciliğinin çok sınırlı ve seçmeci bir serbestleşmeye tekabül ettiğini göstermek; demokratik normlara, çevre ve sağlık koşullarına, toplumsal dokulara karşı bir tehlike oluşturan bu köktenciliğin saldırgan, küstah ve bazı özgürlükleri fiilen ortadan kaldıran yüzünü teşhir etmek, küreselleşen dünya dinamiğinin dışında kalmayı gerektirmez. Solun, küreselleşmenin evrensel insana hitap eden cephesini öne çıkaran toplumsal mücadelelerin bayraktarlığını yapması beklenir.”… Ve yine: “Neo-liberal rekabetin güçlüleri daha güçlü kılan acımasız doğasına karşı sol, fırsat eşitliği içinde yaratıcı rekabet anlayışının önderliğini yapmalıdır.” Birikim, Aralık 1999, Sayı: 128, Sf. 25-30.
(7) Ömer Laçiner, “Hangi Avrupa?”, Birikim, Ocak 2000, sayı: 129, Sf. 3-7.
(8) “Avrupa Birliğine üyelik tartışması niçin önemli?” T. Akçam.
(9) Agy.
(10)Laçiner.
(11) Büyük Satranç Tahtası, Z. Brzezinski, Sabah Yayınları, Sf. 26-30 : Amerikan Küresel Sistemi
(12) Agy, Sf.54-56.