Yeni Dünya Düzeni ve Sendikal Hareketin Geleceği Giriş Küreselleşme olarak adlandırılan yeni dönem toplumsal yapının bütününde etkili olmakta ve bir yeniden yapılanmayı kaçınılmaz kılmaktadır. Sendikalarda bir taraf olarak emek ve sermaye arasındaki küresel etkiyi yoğun bir şekilde yaşamakta ve kendi meşruiyet zeminini sağlam temeller üzerine oturtmaya çalışmaktadır. Tüm bu çabalar gerçekte modernizmin kurumu olan sendikaların […]
Yeni Dünya Düzeni ve Sendikal Hareketin Geleceği
Giriş
Küreselleşme olarak adlandırılan yeni dönem toplumsal yapının bütününde etkili olmakta ve bir yeniden yapılanmayı kaçınılmaz kılmaktadır. Sendikalarda bir taraf olarak emek ve sermaye arasındaki küresel etkiyi yoğun bir şekilde yaşamakta ve kendi meşruiyet zeminini sağlam temeller üzerine oturtmaya çalışmaktadır. Tüm bu çabalar gerçekte modernizmin kurumu olan sendikaların bir kriz dönemi içerisinde bulunduğunun açık göstergelerini oluşturmaktadır (Dharam; 2000:63). Sendikaların yaşadığı bu kriz bir yönüyle de küresel ölçekte olup, kapitalist üretim sisteminin yeni bir krizini yansıtmaktadır.
Tarihsel açıdan ele alındığında yaşanılan bu krizin aslında yeni olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Sanayileşme veya makinalaşmanın yaygınlaşmaya başladığı dönemlerde emekçi kesime ödenen “geçimlik ücretler” ilerleyen dönemlerde kapitalizmin ilk krizine neden olmuştu. Daha doğrusu dönemin iktisatçılarının vurguladığı “her arz kendi talebini yaratır” prensibi ödenen düşük ücretler nedeniyle geçerli olmamış ve bir “fazla üretim krizi” ile karşı karşıya kalınmıştı. Emperyalizmin biraz şiddetlenip yaygınlaşması ve biraz da sermayedar kesimin kendi kârlarından vazgeçip emekçi kesime ücret aktarması yoluyla bu ilk krizden çıkılmış oldu.
Kapitalizmin yaşadığı ikinci kriz ise 1929 yılında gerçekleşti. Büyük çöküş olarak adlandırılan bu dönem de Keynes’in “tam istihdam” politikaları ile aşıldı. Fordizmin üretim sisteminde yaygın olarak kullanılması ve tam istihdam politikaları ile kapitalist sistem 1970’li yıllara kadar uyumlu bir şekilde geldi. İkinci Dünya Savaşından bu döneme kadar olan sürede sendikalar büyük sorunlar yaşamadılar. Kitlesel olarak üretilen ürünlerin kitlesel olarak tüketilmesi anlayışı çerçevesinde üretimi sürekli kılacak tüketiciler sağlandı. Bu noktada sendikalar bir aracı rolü üstlenerek emekçi kesimin belli bir yaşam standardını sağlamada taraf oldular. Batıda kabul gören “refah devleti” uygulamaları kapitalizmin altın çağının bir yansımasını oluşturdu.
1970’li yıllarda yaşanan petrol kriziyle birlikte kapitalizm yeni bir süreç içerisine girdi ve alternatif arayışlar kaçınılmaz oldu. Özellikle bilimsel-teknolojik yeniliklerle birlikte üretim sisteminde post-fordist bir tarzın benimsenmesi refah devleti anlayışını rafa kaldırmaya başladı ve yeniden yapılanma süreci içinde örgütlü emeğin güç ve etkinlik erozyonu yaşanmaya başlandı. Bilimsel ve teknolojik yenilikler, sermayeye ya da başka bir deyişle yönetime, sendikalarla pazarlıkta onların gücünü kıracak, etkinliklerini azaltacak araçlar ve seçenekler sağladı.
İşgücü ve Yeni Emek Dünyası
1970 ve 1980’li dönemlerde firmaların mikro-ekonomisi gibi, genel olarak makro-ekonomik göstergeler sendikalar açısından olumsuz bir görüntü sergiledi.1980’lerde yaygınlaşan kuralların gevşetilmesi süreci 1990’lardaki yüksek düzeydeki devlet borçlarıyla birleşince hükümetlerin uluslar arası finans piyasalarına olan bağımlılığı arttı. Buna paralel olarak, finans piyasalarının ülkelerin iktisadi politikaları üzerindeki etkisi de artmış oldu. Bununla birlikte, küresel finans piyasaları geleneksel olarak sendikaların desteklediği tam istihdam, yüksek büyüme hızı, istihdam oranı düştüğünde faiz oranlarının düşürülmesi ve kamu harcamalarının arttırılmasına yönelme gibi politikalardan kaçınma eğilimindeydiler. Sermayenin kaçması ve buna bağlı olarak devalüasyon ve daha yüksek enflasyon oranı tehdidi, açıkları finanse etmek ve iktisadi büyümeyi hızlandırmak için uluslar arası sermayeyi çekme isteği ile birleşince merkez sol hükümetler bile sendikaların tercihlerine karşı duyarsızlaştı. Piyasalar emek için sadece sıkıntı anlamına gelen neoliberal reformlardan yanaydı. Sıkı mali kontroller, hükümetleri kamu sektörü ücretlerini ve emeklilik ödentilerini düşürmeye yöneltti. Liberal ticaret politikaları, çoğunlukla verimli olmayan sanayi kollarının işçi çıkarmalarıyla hatta bazen devreden çıkmalarıyla eş anlamlı olan rekabetin arttırılmasını da beraberinde getirdi. Bu ortamda, birçok ülkedeki sendikalar üyelerine elle tutulur avantajlar sağlama konusunda zorluk çekmeye başladılar. Örneğin, ABD’de, 1980’lerdeki emeği örgütleme girişimleri ücret ve haklarda daha önceki sendikal girişimlerin sağladığından daha az kazanç ve daha az istihdam artışı sağladı. Güçlü sendikal temsile en fazla gerek duyulan bu dönemde, tam tersine örgütlü emek toplam küresel işgücünün giderek daha az bir bölümünü temsil eder hale geldi (Newland:199927).
Tüm bu politikalar emek açısından yeni bir dönemin başlangıcını oluşturdu. İşgücü arasında başlatılan amansız bir rekabetin yaşatılması ve üretimin farklı ve ucuz olarak sağlanabildiği ülkelere yönelişle birlikte işgücünün pazarlık pozisyonu olabildiğince minimize edildi. Sonuçta bu sürecin yansımaları emekçi kesim üzerinde dört boyutta kendisini gösterdi:
1. Kamuya ait işyerlerinin özelleştirilmesi ve işsizlik,
2. Yedek işgücü ordusunun oluşturulması:Vasıfsız işgücünden çok kendisini yenileyebilen ve kabiliyetini artırabilen, geleneksel alışkanlıkları aşarak esnek çalışma sergileyebilen ve aktif bir şekilde üretim sürecine katılabilen yedek işgücü ordusuna duyulan ihtiyaç. “Bugün dünyanın pek çok bölgesi, küresel ucuz emek ekonomisine aktif şekilde dahil edilmemiş olmalarına karşın dünya ölçeğindeki emek maliyetlerinin düzenlenmesi açısından önemli bir rol oynayan “ucuz emek rezervleri” içermektedir. Üçüncü dünyadaki herhangi bir merkezde ücretlerin arttırılması doğrultusundaki toplumsal baskılar dahil olmak üzere işçi huzursuzlukları baş gösterirse, ulus ötesi sermaye üretimi alternatif ucuz emek merkezlerine kaydırabilir ya da (dışarıda üretmek üzere) bu merkezlerdeki taşeronlara başvurabilir. Diğer bir deyişle bol miktarda ucuz emek arzı gerçekleştiren “yedek ülkeler”in varlığı daha aktif (ucuz emeğe dayalı) ihracat ekonomilerindeki (Örneğin Güneydoğu Asya, Meksika, Çin, Doğu Avrupa) ücretlerin ve emek maliyetlerinin hareketlerini bastırır. Bir başka deyişle, tek tek gelişmekte olan ülkelerdeki ulusal ücret düzeyleri tek başına ulusal emek piyasasının yapısına değil, aynı zamanda rakip ucuz emek merkezlerinde geçerli olan ücret düzeyine de bağlıdır. Dolayısıyla emek maliyetlerinin düzeyi, farklı ülkelerdeki “yedek işçi ordularının” oluşturduğu bir küresel ucuz emek rezervi varlığı tarafından koşullandırılır (Chossudovsky;1999:95).
3. İşsizliğe karşı sosyal güvence getirmemek ve işgücü piyasalarındaki koruma mekanizmalarını kaldırmak. “Sermayenin serbest dolaşımı ve ekonominin küreselleşmesiyle ulusal hükümetler çalışanlarının güvenliği ve sürdürülebilir en düşük koruma standartları ve istihdam yaratmadaki etkili politikalarla genel ahenk kapasitelerinin çoğunu kaybettiler” (Nogueras;1999:5).
4. Emekçiyi sermayenin karşısına tek başına çıkarmak ve bireysel iş akitleriyle yürüyen mekanizmalar yaratmak.
Sendikal hareketin karşısındaki yeniliklerden birisi de işgücünün yapısında meydana gelen önemli değişimler oldu. Öncelikle hizmet sektörünün büyümesi bu yapısal değişimlerin başında geldi (Keyder; 1998:227). Sadece ileri kapitalist ülkelerde değil, bağımlı ülkelerin bir çoğunda da tarım ve sanayideki işgücünün önüne geçilmesi, part-time veya geçici süre ile çalışma, evde çalışma, eve iş a
lma gibi çalışma biçimlerinin giderek yaygınlaşması ve kadın işgücünün, erkek işgücüne oranla daha büyük bir hızla artması bu değişimi tamamlayan diğer unsurları oluşturdu. (Öngider;1994:45).
Emek dünyasında yaşanan bu değişim ve güç dengesindeki azalmaya karşın uluslar arası sermaye, ticaret ve iş dünyası serbest piyasaların, artan verimliliğin ve her geçen gün sayısı azalan engellerin tadını çıkarmaktadır. Çok uluslu şirketler, üretimlerini çoğunlukla daha düşük emek maliyetleri olan yerlere kaydırmak için serbestleşen ticaret ve sermaye hareketlerinden yararlanmaya başladılar. 1970’lerde yaşanan ciddi iktisadi durgunluk dönemlerinin üretime ciddi bir darbe vurmasının ardından, 1980’ler ve 1990’larda yaşanan toparlanmaya rağmen, OECD ülkelerinin hemen hemen tümünde toplam ücretlerin gayrı safi yurt içi hasılaya oranı düştü. Gelişmekte olan ülkelerdeki hızlı nüfus artışı ve kadınların görülmedik bir hızla emek piyasasına katılmalarının da etkisiyle, toplam iş gücü arzı 1965’te 1.3 milyardan 1995’te 2.5 milyara yükselince arz talep dengesi iyice emek aleyhine döndü (Newland;1999:21).
Yüksek işsizlik ve üretimin başka ülkelere kayma tehdidi emeğin bazı geleneksel pazarlık araçlarını zayıflattı. Ülke içinde ve dışında kendilerini ikame etmeye hazır işçiler beklerken, sendikaların pazarlığı terketme tehdidi etkisini yitirmeye başladı. Aynı dönemde, yeni istihdamın büyük kısmı, sendikaların geleneksel olarak zayıf kaldığı hizmet sektöründeydi. Avrupa’nın bir çok yerinde, özellikle de İngiltere’de basının Avrupa’nın “damar tıkanıklığı” diye adlandırdığı sendromun, yani değişen koşullara ayak uydurmayı engelleyen ve ülke ekonomilerini yaşanan durgunluğa iyice gömen katılığın sorumluluğunun bir kısmı sendikalara yüklendi. Uluslar arası Çalışma Örgütünün tahminlerine göre, 1998’de dünyadaki işsiz saflarına 10 milyon kişi daha eklendi ve bunların büyük bölümünü Asya krizinin etkisiyle işsiz kalmış olanlar oluşturdu. Bu krizlerin yoksulluk ve hayat pahalılığındaki artış ve paramparça hale gelmiş sosyal güvenlik sistemi türünden maliyetleri de esas olarak mevcut çalışanların sırtına yüklendi.
En yüksek getiriyi elde etmek amacıyla hareket eden sermayenin üzerinde çok az siyasi kontrol olmasına rağmen, çalışanlar – özellikle de vasıfsız ve yoksul çalışanlar- benzer bir kolaylığa sahip değiller. Sermaye kontrolleri ve ticaretin önündeki engeller ortadan kalktığı halde, birçok ülke göç için koyduğu sınırlamaları artırdı. Bu eğilim özellikle Batı Avrupa’da da belirgin biçimde kendini gösteriyor. Söz konusu Batı Avrupa ülkelerinde on yıldır yaşanan yavaş büyüme ve yüksek işsizlik, hükümetleri yabancı işçi alımını sıkı biçimde kontrol altına almaya yöneltti. Avrupa Birliği üyesi ülkeler kendi aralarında emeğin özgür dolaşımı üzerinde anlaşırken, birliğin sınırlarını dışarıdan izinsiz girişlere karşı savunmak için şiddetli önlemler almaya başladılar. Bununla birlikte, göçe karşı koyulan kısıtlamalar işgücünün hareketliliğini engelleyen tek etkeni oluşturmuyor. Sosyal güvenliğe ya da emeklilik haklarına sahip olmak, siyasi katılım hakkı ya da mesleki nitelik hakkının verilmesi gibi bir takım toplumsal ve iktisadi avantajlar hala sadece belli ülke ya da topluluk sınırları içinde ikamet etmeyi gerektiriyor (Newland;1999:23). Buna karşın gelişmekte olan ülkelerde ise sosyal güvenlik ve yaşam standartlarının yükselmesi kavramları işsizlikten etkilenen işçilere karşı batılı ülkelerin yalnızca bir söylemini oluşturuyor. Sosyal hizmetlerin azalmasına karar veren devletlerin engellemeleriyle çalışanların haklarının kısıtlanarak kanunlaştırılması, sürdürülebilir yüksek standartlara ulaşmayı engelliyor ve bu anlamda dünya ölçeğinde işçilerin satın alma güçlerinde önemli düşüşler yaşanıyor (Nogueras:1999;5).
Sendikal Hareketin Geleceği
Günümüz koşullarında örgütlü işgücünün küreselleşme sürecine gereken hızda tepki veremediği ve bir gerileme süreci yaşayarak sarsıntı geçirdiği tartışılmazdır. Yapısal değişimler, teknolojik gelişmeler ve neoliberal ekonomik politikalar sendikalaşma oranlarını etkilemekte, sendikal hareketin sermaye karşısında pazarlık gücünü zayıflatmaktadır. Son on yıl boyunca, karşılaştırmalı verilerin sağlanabildiği 66 ülkeden 35’inde sendikalaşma oranı yüzde 20’den daha fazla düştü. En ciddi düşüşler Avustralya, Arjantin, Kosta Rika, Fransa, İsrail, Meksika, Yeni Zelanda, Portekiz, Amerika Birleşik Devletleri ve Venezuela’da yaşandı. Eski Doğu Bloku üyesi ülkelerde de, resmi sendikalara üye olma zorunluluğunun ortadan kalkmasıyla birlikte çok büyük düşüşler yaşandı. Bu ülkelerin çoğunda, bağımsız sendikalar henüz kurulmadı. Sadece Hong Kong (1997’de Çin’in kontrolüne geçmesinden önce) ve Filipinlerde sendika üyeliği belirgin biçimde arttı. Bu durum emeğin örgütlenme ve toplu pazarlık hakkını kullanabilme özgürlüğünü kısıtladı (Newland;1999:28). Yaşanılan bu olumsuzluklara ve sendikasızlaştırma sürecine rağmen sendikalar hala bir taraf olma özelliklerini korumakta ve yeni arayışlar içerisine girmiş bulunmaktadırlar. Bu çerçevede,
Sendikaların yeniden yapılanmasında farklı modeller öne sürülmektedir:
1. Üçlü diyaloğu esas alan merkezi örgütlenmeye dayalı “uzlaşmacı sendikacılık”modeli,
2. Ücret ve çalışma koşullarını iyileştirmeyi hedefleyen, mesleki yapılanmaya dayalı Amerikan sendikacılık modeli,
3. Verimlilik ve üretim kalitesini öne alan işyeri esasına dayalı Japon sendikacılık modeli ve bunların dışında,
4. İşyerinin hızlı değişimine ayak uydurmasını engellemeyen, esnek, ademi merkeziyetçi örgütlenmeye dayalı, sosyal diyaloğu esas alan, çeşitlenen bireysel talepleri karşılayacak hizmetlere göre organize edilmiş, işyeri ağırlıklı olarak uluslar üstü düzeyde örgütlenmiş karma modelden söz edilmektedir (Tokol;2000:142).
Bu noktada hangi sendikal modelin benimseneceği açıklığa kavuşturulmalıdır ve sendikaların algılaması gereken en önemli şey, ulus devletlerin etkinliğinin sınırlanması ve sermaye ile örgütlü işgücü arasındaki ilişkilerin uluslar arası boyutlu hale gelmesidir. Bugün işgücünün çoğu yabancı sermaye için çalışır hale gelmiştir. Bu durum sendikal hareketi küresel kılmak zorundadır. Sendikalar bu çerçevede emekçinin ülkesi olmadığı düşüncesi ile uluslar ötesine geçerek, uluslar arası dayanışmayı ve işbirliğini güçlendirmeyi hedeflemelidirler.
Ancak sendikal hareketin uluslar arası boyut kazanmasında bazı kritik unsurların sağlanması da kaçınılmazdır. Bu nedenle;
1. Sendikaların değişik boyutlu küresel gelişmeleri bilimsel nitelikte değerlendirmeleri,
2. Geleceğe yönelik öngörülerde bulunarak ortak politikalar oluşturmaları,
3. Örgütlü oldukları şirketlerin, sektörlerin ve ulusların bölgesel ve uluslar arası perspektiflerini doğru algılamaları,
5. İşçi-işveren-devlet üçlü yapısının küresel ölçekte oluşumunu desteklemeleri,
6. Uluslar arası çalışma standartlarının yaygınlaştırılarak etkinliğinin ve hatta bağlayıcılığının sağlanması,
7. Uluslar arası sendikal hareketi koordine edecek yapılanmayı gerçekleştirmeleri,
8. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki sendikal dayanışmayı güçlü olanın zayıf olana baskısı yerine, karşılıklı işbirliği çerçevesinde oluşturmaları,
9. Sendikal örgütler arasında özellikle dil farklılıklarından kaynaklanabilecek iletişim zorluklarını aşmaları,
10. Hükümetler ile ulusal ve uluslar arası sivil toplum örgütleriyle olan ilişkilerini güçlendirmeleri öncelikle gelmektedir (Selamoğlu;2000:60). Sendikal hareketin uluslar arası nitelik kazanması ile çalışma dünyasında özellikle emek üzerinden yapılan haksız rekabetin değişik uygulamaları belirlenecek ve uluslar arası ölçekte çalışma standartlarının korunması için ortak çaba ve politikalar oluşturulabilecektir.
Yerel (ulusal) anlamda ise sendikalar benzer çalışmaları uygulamaya koymalıdırlar:
1. “Sendika içi demokrasi yerleştirilmeli ve savunulmalıdır.” Sendikal bürokrasiden çok demokratik mekanizmaları çalıştıracak eylemler içerisine girilmelidir. Bu bağlamda demokratikleşme ile işçi hareketi arasındaki ilişki iki yönlüdür. Bir yandan işçi hareketinin varlık kazanabilmesinin temel siyasal koşulunun demokratikleşme olduğunu söylemek ne kadar doğru ise, diğer yandan demokratikleşmenin gerçeklik kazanabilmesinin geniş ölçüde işçi hareketinin oluşumuna ve etkinliğine bağlı olduğunu söylemek de aynı ölçüde doğrudur (Işıklı;1994:10).
2. “Sendikalar sahip oldukları özelliklerin farkında olmalıdırlar.” Sendikacılık hareketi, ilgili ülkenin siyasal, ekonomik ve toplumsal koşullarından önemli ölçüde etkilenir. Devletin yapısı, siyasi ortam ve rejim, kamu bürokratlarının işçi hareketi karşısındaki tavrı, işletmelerin türü, işçilerin kişisel tavır ve davranışları, toplumsal olaylar karşısındaki duyarlılıkları ve bu olaylara bakış açıları, toplumsal olayların yoğunluğu, asker ve sivil seçkinlerin işçi hareketi konusundaki düşünce ve yaklaşımları, kentleşme, işçilerin nüfus içindeki oranı, işsizlik ve istihdam durumu, ülke nüfusunun ve özellikle işçilerin kültürel düzeyleri, işçilerin bilinç düzeyi, deneyim ve kazanımlar, ortak hafızalarının olup olmadığı, kamuoyunun işçi hareketi karşısındaki tutum ve davranışları, sermayedarların bu konuda izledikleri yol ve yöntemler ve benzer unsurlar sendikacılık hareketi üzerinde etkili olmaktadır (Güzel; 1993:343).
3. Sendikalar geçmişlerini unutmamalı ve meşruluk zeminlerini kaybetmemelidirler. Bir taraf olarak yaşanılan değişimler reddedilmeden uygun politikalar geliştirilebilmelidir.
4. Sendika-üye ilişkisini kuvvetlendiren mekanizmalara işlerlik kazandırılmalıdır. Yabancılaşma önlenmeli, sendikal bilinç taze tutulmalıdır. Sendika yöneticileri ve yönetimine duyulan güven eksikliği sorunu ortadan kaldırılmalıdır. Sendikalar sosyal ve eğitsel işlevlerinde zenginleşme yoluna başvurmalıdır.
5. Sendika-sivil toplum örgütleri ve kamuoyu ilişkisi yeniden değerlendirilmeli ve kamuoyu desteği sağlanmalıdır. Sendikalar kendi varoluşlarını üyelerinden almış olsalar bile bir sivil toplum örgütü gibi işlev yüklenebilmelidirler.
6. Hizmetler sektörünün ön plana geçmesi ve büyümesi ile küçük ölçekli işletmelerin artması göz önüne alınarak, yeni örgütlenme stratejileri geliştirilmelidir. Temel olarak sendikalar üyelerine yeni imkanlar ve hizmetler sunmalıdırlar. Kadınlar, gençler ve atipik çalışanlar hedef gruplar içerisine alınmalıdır. “Bugünkü karmaşık ortamda ILO’nun (International Labour Organization) ya da herhangi bir kurumun mavi yakalı sanayi işçilerinden, devlet memurlarına ve sokak satıcılarına kadar tüm çalışanların çıkar ve sorunlarını temsil etmesini beklemek hiç de gerçekçi bir yaklaşım değildir. Artık çalışanlar adına bazı yeni oluşumlar konuşulmaktadır. Bu yeni seslerden bazıları birçok kurumun oluşturduğu ittifaklardır. Sendikaları, ilerici hükümetleri, uluslar arası kurumları, aktivist avukatları ve geniş kapsamlı sivil toplum örgütlerini içine alan “şemsiye gruplar” bu ittifakı oluşturmaktadır.” Bazı durumlarda bu ittifaklar vakıfları, akademik kurumları, insan hakları savunucularını, medya kuruluşlarını ve tüketici gruplarını içerebilmektedir (Newland:1999;31). Bu çeşit bir aktivizm, kendi doğasından dolayı belli bir sorunun çözümü için geçici olarak oluşturuluyor ve alanı sınırlı kalıyorsa da, bu tür esnek, özel olarak soruna kilitli koalisyonlar, sendikaların tek başına ulaşamadığı çalışanların çıkarlarının ortaya dökülmesi ve korunmasında muazzam bir potansiyeli yaratmaktadırlar.
Sonuç
Küresel süreç doğası gereği sistem içerisindeki yapıları ve tekelleri belirleme amacını gütmektedir. Bu çerçevede ulus devlet, ekonomik ve siyasi alandan uzaklaştırılmak istenmekte ve bir aşınma süreci içerisine itilmektedir. Küreselleşme güçlü ve direnebilen ulus devletler yerine “bir muhasebeci veya belediye” işlevi gören mekanizmalara ihtiyaç duymaktadır. Bu mekanizmaların amacı küresel isteklerin yerel anlamda meşruluk kazanmasının sağlanmasıdır. Temel söylem olarak vurgulanan yeniden yapılanma veya yeni dünya düzeni gibi kavramların amacı, pazar mekanizmasını egemen kılmak, özelleştirme yolu ile devleti küçültmek, finansal sistemi liberalleştirmek ve kendi çıkarlarına yarayan vergi politikalarını uygulamaya koymaktır. Küreselleşme sürecinin doğası gereği uluslar arası ölçekte örgütlenme çabaları sendikaları olumlu bir sürece çekerken, işgücü ve sendikal hareket üzerinde olumsuz olarak kabul edilebilecek derin etkilere de yol açmaktadır.
Geleneksel sendikacılık modeli bugünkü anlamıyla işlevsizleşmiştir. Sendikalar hem siyasi hem de pazarlık güçleri açısından bir meşruiyet krizi içine girmişlerdir. “Yeni emek dünyası eşit olmayan süreçte merkezin veya küresel tekellerin kuşatılmışlığını yaşamaktadır. Teknolojik tekel, dünya finans pazarlarının denetimi, gezegenin doğal kaynaklarının tekelci kullanımı, medya ve iletişim tekelleri ve kitlesel yok etme silahları üzerindeki tekel (Amin:1999;16), sendikaların ve emeğin hareket alanını daraltmaktadır. Bu anlamda sendikaların ve işçi hareketinin yeni gelişmelere uygun stratejiler geliştirip, uygun politikalar uygulamaları kaçınılmazdır. Bugün küreselleşmenin faydalarından yararlanmayla, tehlikelerinden korunma arasında daha iyi bir dengenin kurulması gerekiyor. Böyle bir denge durumunda örgütlü emek kendini daha etkili bir biçimde ortaya koyabilmelidir. Ancak son yirmi yılda gücünü azaltan yapısal ve kurumsal kısıtlamaların üstesinden gelip gelemeyeceği de bir soru olarak önümüzde durmaktadır.
Dünyanın hemen her yerindeki çalışanlar, küreselleşmenin faydalarından şimdiye dek pek yararlanamadıkları gibi tam tersine küreselleşmenin sosyal güvenlik sistemini daraltmasına, ücretlerinin düşmesine, çalışma koşullarının ve kamu hizmetlerinin kötüleşmesine tanıklık ettiler. İş dünyası küresel düzeyde çalışma standartlarını yükseltmeye çalışmadıkça ve bununla ilgili davranış kuralları oluşturmadıkça, serbest küresel piyasayı savunmak giderek zorlaşacak. Bu bağlamda yeni bir insancıl ve eşitlikçi küreselleşme projesi kaçınılmaz olarak kendini resmedecek. Sendikalar gelecek yüzyılda kendi başlarına değil, insan hakları ve sivil toplum örgütleri, ilerici fikirli politikacılarla, uluslar arası örgütlerle, akademik kurumlarla ve toplumsal sorumluluğu olan bir işçi politikasından kendilerinin de faydalanabileceğini öğrenmiş şirketlerle birlikte çalışacaklar. Örgütlü emeğin rolü, çalışanları esnek işgücü piyasalarından yararlanabilmeleri için güçlendiren, daha fazla verimlilik adı altında sömürülmelerini güvence altına alan ve daha önceden temsil edilmeyen çalışanları da toplumsal anlaşma çatı
sında toplayan ittifakları desteklemek ve bazı durumlarda da bu ittifakların kurulmasına öncülük etmek olmalıdır. İşin (çalışmanın) sonunun* geldiğinin açıklandığı bir dönemeçte emekçileri ve sendikaları zor koşullar bekliyor…
——————————————————————————–
Dipnot
Bazı düşünürler kapitalist sisteminin çok fazla emeğe ihtiyaç duymadığını, bir toplumun beşte birinin çalışması ile yeterli üretimin sağlanacağını vurgulamaktadır. “Yirmiyeseksen toplumu” adı verilebilecek bu toplumsal model gelişmemiş ülkeler bağlamında “beşedoksanbeş toplumu” olarak ta algılanabilir. Büyük bir kesimin küçük bir gruba alan bağımlılığının resmedildiği bir dünya… Bauman’a göre işsizler artık “emeğin yedek gücü” değildir. Ekonomik iyileşme bugün artık işsizliğin sona erdirilmesinin bir işareti de değildir. Rasyonelleşme, iş yaratmayı değil işçi sayısını azaltmayı ifade etmektedir. Teknolojik ve idari ilerlemenin ölçütü, işgücünü azaltmak, şubeleri kapatmak ve çalışan sayısını düşürmektir. Bugün moda olan iş idaresi, işi esnek kılmayı; başka bir yerde daha fazla kâr kokusu alınır alınmaz, daha kârlı ticari olanaklar ya da başka yerlerden daha uysal ve ucuz işgücü bulunur bulunmaz mevcut işi ve üretimi dağıtmayı emrediyor. Artık sermaye şapkadan çıkan ya da iz bırakmadan ortadan kaybolan bir tavşan gibi sihirbaz oyunları yapıyor. Ne var ki bazı kişilerin yemeği ötekilere zehir oluyor, sermaye için rasyonalizasyon ve esnekliği ifade eden değişimler karşı tarafa felaketler olarak gidiyor. Artık yaşam boyu işler yok. Uzun vadeli planlara ve ümitlere çok az yer kaldı hayatta (Bauman;2000:54).
——————————————————————————–
Kaynakça
-Amin, Samir (1999); Küreselleşme Çağında Kapitalizm, Çev.Vasıf Erenus, Sarmal Yayınevi, İstanbul
-Bauman, Zymunt (2000); Postmodernlik ve Hoşnutsuzlukları, Çev.İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul -Chossudovsky, Michel (1999); Yoksulluğun Küreselleşmesi, Çev.Neşenur Domaniç, Çiviyazıları, İstanbul
-Ghai, Dharam (2000); “Yapısal Uyum, Küresel Bütünleşme ve Sosyal Demokrasi”, Piyasa Güçleri ve Küresel Kalkınma, Kitabı İçinde, Ed.R.Prendergast-F.Stewart, Çev.İdil Eser, Yapı Kredi Yay. İstanbul
-Güzel, Şehmus (1993); Türkiye’de İşçi Hareketi, Sosyalist Yayınları, İstanbul
-Işıklı, Alpaslan (1994); Türkiye’de Sendikacılık Hareketleri İçinde Demokrasi Kavramının Gelişimi, Kültür Bakanlığı Yay. Ankara
-Keyder, Çağlar (1998); “Geniş Halk Yığınlarının Durumu”, Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine İşçiler Kitabı içinde, Der.D.Quataert-E.J.Zürcher, Çev. Cahide Ekiz, İletişim Yay. İstanbul
-Öngider, Seyfi (1994); Kriz ve Sendikal Hareket, Devinim Yayıncılık, İstanbul
-Newland, Kathleen (1999); “Dünya İşçileri Ne Yapmalı”, Foreign, Policy; Yıl:2, Sayı:5; Bahar
-Nogueras, Carllos de Cueto (1999); The Economic Development Of Emergent Markets Versus The New Western Social Policy, 9.General Conference Of EADI, Paris, 22-25 September
-Selamoğlu, Ahmet (2000); “Yoğunlaşan Sosyal Sorunlarıyla Küreselleşme”, Küreselleşmenin İnsani Yüzü Kitabı İçinde, Der.Veysel Bozkurt, Alfa Yayınları, İstanbul
-Tokol, Aysel (2000); “Küreselleşme ve Endüstri İlişkilerine Etkisi”, Küreselleşmenin İnsani Yüzü Kitabı İçinde, Der.Veysel Bozkurt, Alfa Yayınları, İstanbul