2 Kasım’daki Amerikan seçimleri George W. Bush ve Irak’taki savaşa yönelik bir referandum olacak. Eğer dünyanın geri kalanının da oy hakkı olsaydı, Bush ezici bir şekilde seçimleri kaybederdi. Muhtemelen oyların sadece yüzde 20’sini alırdı. Hatta hükümetlerinin, Amerikan politikalarını desteklediği İngiltere, İtalya, Polonya, Pakistan gibi ülkelerde halkın büyük bir çoğunluğu, en iyisinden savaşın politik bir değerlendirme […]
2 Kasım’daki Amerikan seçimleri George W. Bush ve Irak’taki savaşa yönelik bir referandum olacak. Eğer dünyanın geri kalanının da oy hakkı olsaydı, Bush ezici bir şekilde seçimleri kaybederdi. Muhtemelen oyların sadece yüzde 20’sini alırdı.
Hatta hükümetlerinin, Amerikan politikalarını desteklediği İngiltere, İtalya, Polonya, Pakistan gibi ülkelerde halkın büyük bir çoğunluğu, en iyisinden savaşın politik bir değerlendirme hatası, en kötüsünden ise gayrı ahlaki ve hukuksuz olduğunu düşünüyor. Bush hiç şüphe yok ki, Irak’ta da seçimi kaybederdi. Ama tabii ki dünyanın böyle bir oy hakkı yok. Buna sadece Amerikan vatandaşları karar verecek. Ve onlar da dünyanın geri kalanından daha çok bu konuda bölünmüş durumda. 2003 Nisan’ında Amerika Irak’ı işgal ettiğinde, Amerikan halkının büyük bir bölümü hükümetlerini destekledi. Ama bu destek o tarihten bu yana sürekli eridi ve bugün, halkın büyük bir çoğunluğu (ama dar bir çoğunluğu) Bush’un büyük bir hata yaptığını düşünüyor.
Aslına bakılırsa anketler de ilginç bir özellik gösteriyor. Eğer birine Irak hakkında soru sorulursa, Bush’un iyi bir iş yapmadığını her geçen gün giderek daha da kötüleştiğini söylüyor. Ama soru, ‘terörle savaş’ ya da bilindiği şekliyle iç güvenlik olursa, büyük bir çoğunluk Bush’un başarılı olduğunu ya da en azından bu konuda rakibinden daha başarılı olacağını söylüyor. Peki o zaman bu anketler neyi ölçüyor? Soru Irak olunca, anketçiler somut bir fenomeni, Irak’ın istikrarını ve direnişin gücünü ölçüyorlar. Amerikan halkının gördüğü, her gün Amerikalıların ve Iraklıların ölmesi ve ufukta kısa zamanda durumun iyileşeceğine dair bir emarenin bulunmaması. Hatta Bush hükümeti de, her ne kadar işlerin şimdi iyi olmadığını; ama nihai aşamada düzeleceğini söyleyerek, bu durumu kabul ediyor. Ama anketler terörizmi sorguladığında verilen cevaplar, somut bir şeyi değil; dışarda bir yerlerde dolaşan, İslami fundamentalizm, El Kaide ya da sadece ‘teröristler’ olarak isimlendirilen bir canavardan duyulan belirsiz bir korkuyu tanımlıyor. Bu korku şekilsiz ve çoğu zaman da gizli olduğu için, buna verilen tepki, dikkatli analizlerden ziyade duygulara dayanıyor. Anketler, Amerikan korkularına odaklandığında, birçok (belki de çoğu) katılımcı, gerçek sorunların çözülmesi babında değil, daha çok elle tutulması güç korkularını yansıtan şekilde cevap veriyor.
Irak’ın işgali ABD’yi zayıflattı
Gazeteler her gün Irak’taki savaşın El Kaide’yi zayıflatmaktan ziyade daha da güçlendirdiğini yazıyor. Her şeye rağmen bu, Bush’u bazılarının sandığı kadar çok rahatsız etmiyor. Bush, duruma yönelik siyah beyaz bakışına ve maço tavırlarına yaslanıyor. Kendince bu bileği bükülmez gücünü sergilemeye ve buna karşılık bazı seçmenlerin bu duruşuna kayıtsız kalmamasını sağlamaya çalışıyor. Adayların sorunlar hakkındaki tartışmalarını dinlerken, ikisinin de geleceğe yönelik korkuları yatıştırmak için konuştuğu belli oluyor. Bush, bir düşmandan duyulan korkunun altını çiziyor ve yaptığı her şeyi bu düşmana karşılık vermek için yaptığını söyleyerek kendini haklı çıkarmaya çalışıyor. Kerry ise gerilemeden duyulan korkuya dikkat çekiyor. Bush’un, ‘yanlış yerde, yanlış zamanda yanlış bir savaşı sürdürmek suretiyle’, dış politikasında sergilediği yetersizlikle Amerika’nın dünyadaki gücü ve prestijini yıprattığını öne sürüyor. Özellikle üretim sektöründekiler için giderek istihdamın azaldığını, 1929’daki büyük buhrandan bu yana, Bush’un, başkanlığı döneminde istihdamın gerçek anlamda düştüğü, ilk başkan olduğuna dikkat çekiyor. Amerikalıların emekli aylıkları için endişe etmeleri gerektiğini, Bush’un sosyal güvenlikle ilgili düzenlemelerinin işleri daha da kötüleştireceğinden dem vuruyor. Bush’un bütçeyle ilgili sorumsuzluğunun, ülkenin sorun çözme yeteneğini körelteceğini ve gelecek kuşak Amerikalıların yaşam standardını düşüreceğini iddia ediyor. Bush ise tüm bunlara karşı, ‘Dünya’nın özgürlük yolundaki yürüyüşü’ karşısında iyimser olduğunu söyleyerek cevap veriyor. Ve bunu söyler söylemez de, Amerika’nın büyük bir tehlikeyle karşı karşıya olduğu temasına dönüyor ve bu tehlikeyle baş etme yollarının yine Amerika’nın elinde olduğunu, Kerry’nin bu tehlikeyle başa çıkacak kadar güçlü olmadığını ifade ediyor.
Özetle korku, korku ve korku. Bu kadar dumanın olduğu yerde ateş var mı peki? Amerikan halkı en son, 1929’daki büyük buhran zamanında bu kadar çok korkmuştu. Franklin Roosevelt’in başkan seçildiğinde, 1933’teki yemin merasiminde söylediği gibi, ‘Korkmamız gereken tek şey, korkunun kendisi.’ Roosevelt Yeni Bir Mutabakat, bir refah devleti, sendikaların yasallaştırılması ve Latin Amerika’da ‘iyi komşuluk’ politikası gibi vaatlerde bulunmuştu. Ve yine Amerika, Pearl Harbour’da saldırıya uğrayıp savaşa girdiğinde, aralarında ‘korkudan özgür olma’nın da dahil olduğu ‘dört özgürlük’ vaat etmişti. Bu dönem boyunca Amerikan halkı kendine olan güvenini yeniden inşa etti ve bir kez daha kendi durumu ve dünyadaki rolü hakkında kendisini iyi hissetmeye başladı. Bu durum, Truman, Eisenhower, Kennedy ve Lyndon Johnson’ın başkanlığının ilk dönemi boyunca bu şekilde devam etti. Vietnam Savaşı, hem Amerika’nın imajı hem kendi içinden saldırı altında kaldığı hem de tüm askeri gücüne rağmen savaşı kazanamadığı için tam bir şok yarattı. Bunu, otuz yıllık belirsizlik ve güvensizlik dönemi takip etti. Carter bu belirsizliği açık bir şekilde ifade etti ve, ‘zirvedeki şehir’ söylemiyle, ahlaki olarak güçlü Amerika hayalinin savunuculuğunu yapan Reagan karşısında başarısız oldu. Sovyetlerin dağılması bu hayali haklı çıkardı. Ama bunun hemen ardından Saddam Hüseyin’in başkaldırısı ve Amerika’nın büyük askeri gücüne rağmen sınırlamada başarılı olamadığı görüntüsünü verdiği Balkanlar ve Afrika’daki etnik temizlik hareketleri baş gösterdi. Üsame Bin Laden başarılı bir şekilde Amerika’yı kendi evinde vurduğunda bu korkular halihazırda yükselişteydi. Bush, bu fırsatı kullanarak neo-conların uzun zamandır planladıkları Irak’ın işgali projesini devreye soktu. Beklenti, bu işgalin Amerika’nın dünya sistemindeki sorgulanamaz hakimiyetini tamir edeceğiydi. Ama daha da zayıflattı. Ve Amerikan halkı, belli belirsiz de olsa, bunu hissediyor. Peki o zaman Amerikalılar ne yapabilir? Bilmiyorlar; ama oy kullanacaklar. Ve bir şekilde bu Bush için ya da Bush’a karşı olacak. Göreceğiz.
Kaynak: http://fbc.binghamton.edu/commentr.htm