Bu durumun birkaç boyutu yansıtır; * Mekansal olarak sınırlandırılmış bir alanda kendisinden başka hiçbir siyasi iktidara varlık hakkı tanımayan tam egemen ve meşru bir iktidar ve; * Bu sınırlar dışarısındaki mekanda ise varlıkları yasal eşitlik ilkesi üzerine kurulmuş bir sistem içerisinde tanımlanabilen ve siyasal iktidarın varlığı/kabulüne dayanan ve onaylanan bir devlet sistemi. Bu ise devletin […]
Bu durumun birkaç boyutu yansıtır;
* Mekansal olarak sınırlandırılmış bir alanda kendisinden başka hiçbir siyasi iktidara varlık hakkı tanımayan tam egemen ve meşru bir iktidar ve;
* Bu sınırlar dışarısındaki mekanda ise varlıkları yasal eşitlik ilkesi üzerine kurulmuş bir sistem içerisinde tanımlanabilen ve siyasal iktidarın varlığı/kabulüne dayanan ve onaylanan bir devlet sistemi.
Bu ise devletin iki ayrı mekanda farklı biçimlerde tanımlanması anlamına gelmektedir.
* İçeride devlet-sivil toplum, siyasal-ekonomik alan, kamusal-özel alan kutuplaşmaları üzerine kurulu ve toplumsal alandan özerkleştirilmiş bir siyasi iktidar ve;
* Bu iktidarın, dışarıdaki eylemlerinin, içerideki sosyo-ekonomik yapı, toplumsal sınıflar ve katmanlar ile bunların (en azından bir bölümünün) farklı mekanlardaki benzerleri arasındaki ilişkileri yadsıyan bir biçimde ele alınması ve böylece de modern devletin, üzerine kurulduğu mekanda tarihsel olarak belirlenmiş toplumsal bir dinamiğin ürünü olarak değil, soyut, olgusal bir kavrama indirgenmesi;
Bir sonuç olarak bu yaklaşımın Uluslararası ilişkiler alanındaki ifadesi ise;
* Gerçekte eşitsiz ve farklı gelişmiş ancak “egemen” olarak kabul edilen devletlerin, uluslararası mekanda eşit birer olgu olarak kavranması anlamına gelmektedir.
“Egemen” devletin tanımlandığı bu durumda, iki unsur daha bu tanımın kapsamında doğal olarak yer almaktadır; Siyasi iktidar ve vatandaş. Çünkü, devletin egemenliği ilkesi aynı zamanda siyasi iktidarın vatandaşlarına karşı ve vatandaşların devlete karşı birtakım hak ve yükümlülükleri olduğunu tanımlar.
Hak ve yükümlülüklere dayanan bu kurgu ise uluslararası ilişkiler alanının da kapsayacak biçimde, devletin meşru olarak içeriye ve gerektiğinde dışarıya karşı güç kullanma tekelini elinde bulundurması anlamına da gelir. Çünkü “egemen”liği tanımlanmış ve kabul görmüş bir devletin sürekliliğini sağlamak için güç kullanma erki kaçınılmaz bir zorunluluk olarak doğmakta olup, bu gücü kullanmanın temel gerekçesi ise her düzeydeki “hakların” koruması zorunluluğu olmaktadır.
Egemenlik ilkesinin bir başka boyutu ise, bir “ulus” kurgusu çerçevesinde, devletin sınırları içerisindeki bireyin, dışarıda kalanlarla ilişkisini de devlet aracılığıyla sürdürmek zorunda kalmasıdır. Bu durum, Linkleter’ın da belirttiği gibi egemen devletin oluşmasından önce yükümlülükleri birbirine karşı olan bireylerin, egemen devletin kurulmasından sonra sadece ulusun bir öğesi olarak, vatandaşlık çerçevesindeki bir yükümlülük boyutuna indirgenmesi ile de anlam kazanmaktadır. “İnsanlık görevleri” olarak adlandırılan bu görevler, modern devletin ortaya çıkışıyla birlikte dışarıdakilere karşı devlet aracılığıyla sürdürülecektir (Linkleter, A., 1990: 23-24). Çünkü, “Ulusal çıkarların” ve nihai olarak vatandaş çıkarlarının en üst düzeyde gerçekleştirmesi gerekliliği devletin, diğer “eşit” devletlerle doğal olarak rekabetini de zorunlu kılmaktadır.
Tüm bu tartışmalardan da izlenebileceği gibi modern devletin bir olgusu olarak gereksinim duyulan “vatandaş” tanımının temel öznesi olan insana (ya da dönemin gereksinimlerine uygun ifade ile) bireye de, geçmişten farklı bir yaklaşım ortaya çıkmaktadır. Bu çerçeve içinde birey, sınırları belirlenmiş bir mekanda yaşayan; mekandaki diğer bireylere ve devlete karşı vatandaşlık bağından dolayı sorumlu ve yükümlü olan; bir toplum sözleşmesi olarak biçimlenmiş bireysel hak ve özgürlüklerini devrettiği siyasi iktidarın egemen tek güç olduğunu kabul eden; bu hak ve özgürlüklerin aynı siyasal iktidar tarafından korunup, geliştirip, gerçekleştirileceğini onaylayan; uymak zorunda olduğu yasalar kapsamında özel alanda/sivil toplumda kendisini/kendisi “eşit ve özgür” kabul eden/edilen; dışarıdakiler ile ilişkisini ise vatandaşlık ile bağlı olduğu egemen devlet üzerinden kurabilen; unsur olarak tanımlanabilir. Bu yaklaşımın ekonomik alan boyutundaki gerekçelendirmesinin özünde ise kapitalizm yatar. Feodalizme özgü siyasal iktidar örgütlenmesinden egemen-eşit-bağımsız devlete geçişte, kapitalizm referans olarak gösterilir. İster “tek bir iş bölümü, ama siyasal ve kültürel çeşitlilik” (Wallerstein, I.; 1974: 390) olarak tanımlansın, ister ticaretin, para ilişkilerinin ve değişiminin yaygınlaşması (Weber, M., 1978: Smith, A., 1976), ya da ulusal bir pazarın ortaya çıkması ve gelişmesi olarak adlandırılsın (Braudel, F., 1985: 204), egemen bağımsız modern devletin ortaya çıkışı ve yaygınlaşması kapitalist üretim ilişkileri ve kapitalist ekonomik sistem ile ilişkilendirilmektedir. İleriki bölümlerde yapılacak tartışma için dayanak oluşturacak yukarıdaki değerlendirmeyi kısaca özetlemek gerekir ise, sınırları keskin bir biçimde çizilmiş mekanlar; bu mekanlar içerisinde bir ulusun özneleri kabul edilen vatandaşlar; bu vatandaşlar arasında yapılmış toplumsal bir sözleşmeye dayalı toplumsal sınıf, katman ve gruplardan bağımsız-özerk ve dolayısıyla nötr bir egemen bir devlet; ve ulusal çıkarlarını gerçekleştirmek üzere hareket eden ve dolayısıyla her birinin bir diğerine karşı rekabet halinde bulunduğu egemen devletlerden oluşan bir uluslararası sistem. Böylece, özne olarak sunulan modern devlet ve buna bağlı süreçlerin ortaya çıkışının, tarihsel ve toplumsal bağlarından kopartılarak soyuta indirgenmesinin ağırlık kazandığı bir disipliner yaklaşımdan söz edilebilir.
Bu noktada, uluslararası ilişkiler çalışmaları içerisinde, devleti kendi kendini kapsayan, yalıtılmış ve tarihsel olmayan bir çerçeveye oturtan yaklaşımlara geçmişten beri eleştiriler yöneltildiği bir kere daha hatırlatılmalıdır (Wallerstein, I., 1974; Anderson, P., 1974; Rosenberg, J., 1994) Bu eleştirilerde yer alan devlet ve sivil toplum kutuplaşması ve bunun üzerinden ortaya çıkan devlet ve uluslararası sisteme ilişkin tanımlamalar, yukarda sunulan konunun tartışılması açısından bugün daha da önem kazanmaktadır.
Toplumsal güçlerin yeniden örgütlenişinin bir sonucu olarak ortaya çıkan “egemen devlet” kavramı, bir yandan halk-ulusun temsilciğini kapsarken, bu temsiliyetin ekonomik ilişkileri dışladığını ve bu alanın kendi iç dinamikleri içerisinde rekabete dayalı bir biçimde işlediğini belirler, öte yandan ise eşit ve özgür bireyler arasında gerçekleşen ilişkilerin (sivil toplumun) düzenli yürümesi için gerekli yasal düzenlemeleri yapmakla yükümlü olduğunun varsayılmasını bekler. Böylece toplumsal yaşamın kamusal alan dışında kaldığı varsayılan kısmı, siyasi olarak tanımlanmamış bir özel alan tarafından yürütülür(Rosenberg, J., 1994).Bu ayrışma uluslararası ilişkiler alanında, bir başka ülkenin yasama alanı içinde bulunan topraklardaki doğal kaynakların ve üretken iş gücünün kullanımının, siyasi erkin hakimiyeti aracılığıyla değil, “özel siyasi alan” aracılığıyla gerçekleştirmesinin de koşullarını oluşturur. Rosenberg aslında var olmayan “özel alan” ve ekonomik-siyasi alan ayrımının, sömürünün gizlenmesi için önemli bir araç olduğunu belirtir. Öte yandan, bu değişim basitçe imparatorluk sisteminden, ulus-devlet sistemine geçişi de simgelemez. Aynı zamanda “siyasi” olanın içeriği ve kapsamı da değiştiğinden küresel bir devlet sisteminin de varlığını gündeme getirir. Başka bir ifade ile eğer emperyalizm basitçe bir ülkenin, kendi toprakları dışında kalan topraklardan kaynak aktarımı için, o bölgelerde de siyasi hakimiyetini sürdürmesi an
lamına geliyorsa; modern egemen devlet sisteminde bu işlev “özel siyasi alan” tarafından gerçekleştirilmektedir.
Liberal bir söylemle tüm dünyayı kapsayan bir “ekonomik sistem”(kapitalizm) zaten vardır ve ortaya çıkış itibarîyle bu yapıyı içinde taşır. Ancak, bu sistemin liberallerin iddia ettiği gibi yalnızca “ekonomik”, “özel alana” ait, “sivil toplumun” masumane yükselişini içeren ve dünyanın “demokratikleşmesine” yarayan bir sistem olup olmadığı tartışılması gereken bir sorundur. Sonuç itibariyle, modern devlet sisteminde ulusal ve uluslararası gücün hem “kamusal siyasi”( askeri,yasal ve toprak bütünlüğüne ait olan) hem de “özel siyasi”( kar amaçlı ve transnasyonel) boyutları vardır ve tanımı yapan Rosenberg’e göre bu ikisi birbirlerinden ayrılmayacak bir bütünü oluştururlar. (Rosenberg, J., 1994)
Bu çerçevede, ancak devlet ya da uluslararası toplum, üretim ilişkilerinin değişimine bağlı olarak tarihsel süreçteki toplumsal ilişkilerin sonucu ortaya çıkan bir olgu ya da belirli üretim ilişkilerine uygun düşen bir yapı olarak tanımlandığında, realizmin önerdiği devletlerin içeride tam egemen ya da dışarıda bağımsız ve “eşitliği” üzerinden bir küreselleşme tanımı ile, küreselleşmenin devletin egemenliğini azalttığı ya da sınırlandırdığı iddiaları tartışılabilir kılınır.
Küreselleşmeden Önce “Demokratikleşme”
Uluslararası İlişkiler hiçbir zaman eşit-bağımsız aktörler arasında gerçekleşen bir ilişkiler bütünü olmamıştır. Kuramsal olarak ve yasalar önünde eşit ve egemen oldukları varsayılan ulus-devletlerden oluşan bir uluslararası sistem tanımı da tarihsel olarak çok yenidir. 20. yüzyılın başlarında Milletler Cemiyetine bakıldığında, her ne kadar ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı kuramsal olarak kabul edilse bile, bazı ulusların kendilerine ait bir devlet kurabilmek için “yeterince gelişmedikleri” varsayımına dayanılarak, bunlara manda statüsünün verildiği ortaya çıkmaktadır. Her bir “ulusun” kendine ait bir devleti olabileceği, bu devletin belirli bir toprak parçası üzerinde egemen olduğu, ve uluslararası sistemin bu egemen ulus-devletlerden oluşmasının yaşama geçmesi 18. yüzyılda başlamış, ancak II. Dünya Savaşı sonrasında “küresel” ölçekte gerçekleşebilmiştir.
1945 sonrası süreci, öncesinden farklı kılan en temel etkenlerden biri sömürünün biçim değiştirmesidir. 19. yüzyıl sömürgecilik biçimleri- doğrudan ya da dolaylı ilhak- dünyanın Avrupa ve Amerika dışında kalan bölgelerinin kapitalist üretim tarzına eklemlenme, bu eklemlenmenin o bölge sosyo-ekonomik, siyasi yapılarında yarattığı değişiklikler, bu süreçle bağlantılı olarak ortaya çıkan anti-emperyalist milliyetçi hareketler, 1917 Bolşevik Devrimi ve SSCB’nin kurulu sisteme alternatif bir sistemi temsil ederek ortaya çıkışı, kapitalizmin krizinin 1929 bunalımı ile somutlanması ve sınıf çatışmalarının derinleşeceğine ilişkin endişeler gibi nedenlerle farklılaşmıştır. Bir başka ifade ile bağımsız egemen devlet statüsü ve bunun “küreselleşmesi” ile toplumsal kaynakların biriktirilebilmesi ve iş gücünün kullanılması için eski sömürü biçimlerine gerek duyulmayan bir formül olarak ortaya çıkmıştır.
Bu formül aynı zamanda kapitalizmin krizini aşmak, liberalizmin ve emperyalizmin ortaya çıkardığı sosyal ve siyasal sorunlara sistemin işleyişini tehlikeye düşürmeyecek bir biçimde emek-sermaye ilişkilerinin yeniden düzenlenmesini de kapsamak zorunda kalmıştır. (Akkaya, Y., 2001) Bunun yanı sıra, 19. yüzyıl emperyalist güçlerinin yerine yeni hegomonik güç olarak ortaya çıkan ABD’nin, kendi çıkarları gereği eski sömürgelerde siyasal bağımsızlığı teşvik eden bir tutum sergilemesi de süreci etkileyen bir diğer olgu olarak vurgulanması gereken bir başka boyuttur. Bu gelişmeler, devlet-sivil toplum ayrımına dayalı yeni düzenlemenin, emperyalizmin bu yeni biçimiyle uluslararası alanda boy göstermesi anlamına gelmektedir.
Bu bağlamda devletin ekonomiye müdahalesine dayanan, sosyal politika önlemlerine ağırlık veren, eski sömürgelerde ulusal-kalkınma politikalarını benimseyen refah devleti modeli, bir yandan küresel artığın özel alan aracılığıyla yeniden dağıtımını içermiş, öte yandan emek-sermaye ilişkilerini geçmişe göre göreli olarak emek lehine (haklar ve özgürlükler bağlamında) yeniden tanımlıyor gözüken “ilerlemeci” bir görünüme bürünmek zorunda kalmıştır.
Bu durumun gereği geçmişte yalnızca vatandaşlık ilişkilerinin düzenlenmesi ve ulusal yasama ile biçimlenen devletin yükümlülükleri refah devlet modelinin uygulamaya konulmasıyla birlikte, vatandaşa karşı yükümlülüklerin kapsamını da genişletmiştir. Bu çerçevede devlet “kamu hizmeti”nin sınırlarını, altyapı hizmetlerinin sunulmasından, sağlığa, eğitime, çalışanların sosyal güvenlik mekanizmalarının oluşturulmasına, vb.lerine kadar genişleten, toplumsal katmanlar ve gruplar arasındaki farklılıkları-eşitsizlikleri (cinsiyet, yaşlılık gibi) kısmen göz önünde bulunduran bir program içinde işlev üstlenmek durumunda kalmıştır.
Bu programın bir başka boyutu da yukarıda belirttiğimiz devlet-vatandaş ilişkileri çerçevesinde vatandaşlığın içerdiği haklar ve özgürlükler düzeyinde, vatandaş lehine tanımlamaları da kapsayan bir değişikliği de kapsamasıdır. 1945 sonrasında hem ulusal, hem de uluslararası düzeyde, hak ve özgürlükler bağlamında vatandaşlığın genişlediği, “evrensel” olarak tanımlanmış bir yasal yapı sunumu, bu çizgileri bütünleştirmiştir. Öyle ki, Birleşmiş Milletler tarafından oluşturulan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile hak ve özgürlüklerin siyasi ve sivil haklardan başlayarak, kadın, çevre ve gelişme hakları gibi bir dizi hakları da kapsayan ve uluslararası sözleşmelere konu olan bir gelişiminin de önü açılmıştır. Bu süreçte, çeşitli ülkelerde, özellikle Batı Avrupa devletlerinin anayasaları ve yasalarında insan hak ve özgürlükleri temelinde düzenlenmelerin söz konusu olması ve özellikle emekçi kesimlerin bu hak ve özgürlükleri daha da genişletme uğraşı ve zaman içinde elde ettikleri kazanımlar, kamunun yükünün artmasına neden olmuştur.
Aynı süreçte, Birinci ve İkinci Dünyanın dışında kalan bölgelerde ise bir dizi karmaşık gelişme söz konusudur. Bağımsızlık savaşları ya da çabaları sonucu eski sömürgelerde ortaya çıkan devletler, Sovyet modelinden esinlenen merkezi planlama ya da ithal ikameci ve uluslaştırma politikalarıyla, sanayileşme ile kalkınma yöntemini izlemiş, bazı ülkelerde toprak reformları gündeme gelmiş, ve geniş halk kitlelerinin eğitimi bu politikaların içine dahil edilmiştir. (Hobsbawn, E., 1996: 400-407) Yeterli sermaye birikimi olmayan bu ülkelerde devlet denetimi altındaki ekonomi aracılığıyla kalkınma yöntemleri kamusal mülkiyet biçimlerinin ekonomi içerisindeki ağırlığını arttırırken, gümrük vergileri, fiyat denetimleri ve ithalat lisansları benzeri koruma uygulamalarıyla sanayileşmeye destek sağlanmaya çalışılmış, ancak kaynak yetersizliği nedeni ile üçüncü dünyanın dış borcu ödenemeyecek ya da ekonomiyi iflasa sürükleyecek biçimde aynı sürecin sonunda artmıştır.
Üçüncü dünyada yönetsel alanda da bunalıma yol açan bu gelişmeler, Hindistan ve Tayland dışında askeri rejim deneyimi geçirmemiş bir üçüncü dünya ülkesinin kalmamasını da beraberinde getirmiştir. (Hobsbawn, E., 1996::403) Bu ülkelerdeki askeri rejimler ya da meşruluğu tartışılır siyasi iktidarlar varlıklarını sürdürürken, özellikle Afrika’da sömürgesizle