Kamu çalışanları hareketinin en büyük fiziksel gücü, eğitim emekçilerinin örgütü Eğitim-Sen’ dedir. Eğitim emekçileri işçi sınıfının tarihsel gücünü kavrayan anlayışlarıyla 1990’larda bir hareketin canlandırıldığı ve geliştirildiği sayfaları tarihe yazdılar. 1990’ların kuruluş süreci direniş ve mücadele açısından barındırdığı zengin örneklerle, daha sonraki dönemin cepten yiyen sendikal bürokrasilerinin üstünde yükseldikleri önemli bir birikim oluşturdu. Sendikal hak ve […]
Kamu çalışanları hareketinin en büyük fiziksel gücü, eğitim emekçilerinin örgütü Eğitim-Sen’ dedir. Eğitim emekçileri işçi sınıfının tarihsel gücünü kavrayan anlayışlarıyla 1990’larda bir hareketin canlandırıldığı ve geliştirildiği sayfaları tarihe yazdılar. 1990’ların kuruluş süreci direniş ve mücadele açısından barındırdığı zengin örneklerle, daha sonraki dönemin cepten yiyen sendikal bürokrasilerinin üstünde yükseldikleri önemli bir birikim oluşturdu.
Sendikal hak ve özgürlükleri yasal sınırlar içinde görmeyen anlayış, toplumsal ihtiyaçların yasasıyla davranır. Yeni eylem yasalarını resmi hukukun vazgeçilemez bir parçası haline getirmeyi amaçlar, yasaların asla hakların önünde olamayacağı bilincini geliştirmeyi hedefler ve kendi eyleminin özgürlüğünü ve özgünlüğünü de bu bakış açısı sayesinde inşa edebilir.
Kendisini aslen yasalarla sınırlandırmış olan eylem pratikleri ise, talep edilen hakları ve bu hakların elde edilmesi hedefinin gerektirdiği mücadele biçimlerini başlangıçtan itibaren sınırlar. Gönlünüzden geçen bu olmasa bile, arkanızda hareketsiz bıraktığınız on binler, hem size hem de kendilerine olan inançlarını giderek yitirmeye başlarlar.
Sendikal bürokrasi gökten zembille inmediyse nereden geldi?
Sendikal bürokrasi elbette “çay bardağı yıkamayı bilen” militan kitle önderlerinin, kendi eyleminin önünde duran, örgütünün eylemini başından sonuna dek bilen yöneticilerin değil, 7,5 trilyonluk kasaların üzerine oturduğu zaman şaftı kayan memur-yöneticilerin yarattığı bir sorundur. Sendikacılığı meslek, sendikaların parasını, mal varlığını ve hatta üyelerini kendisine ait sayan bu zihniyetlerin kendi iktidar dönemlerinin sonundaki kongre süreçlerinde, ve hatta bu kongre süreçlerinin bir süre daha öncesinde akıllarına bu kez “politik kaygılar” düşüyorsa eğer: Ey mücadeleye emek verenler biraz da kabahat sizin!
Siyaset-sendika ilişkisini, yöneticilerin bağlı bulunduğu siyasi parti ile olan ilişkilerinin düzenlenmesi olarak algılama hatası, gerek sendikal politik grupların gerekse bu grupların arkasından giden kitlelerin bilincinde, “siyaset yapma hakkı” talebiyle ilgili ciddi soru işaretleri oluşturmuştur.
Kongre süreçlerine damgasını vuran “grupçuluk” bir sendikal zeminde elbette olması gereken gerçek politik grup ilişkilerini deforme etmiştir. Sendikal siyasetlerin üretilmesini tamamen politik merkezlere bırakan zihniyetler, bulundukları konumlarda giderek emek hareketinin gerçek sorunlarıyla yüzleşmekten, bu sorunların karşısında emekçilerin örgütlü büyük gücü olarak çıkmaktan imtina eder olmuşlardır. Gerek eğitim emekçileri, gerekse KESK bünyesindeki kamu çalışanları sendikal talepler ve demokrasi mücadelesindeki yerlerini simgesel katılımlara terk etmiştir.Yerine getirilen şey artık sadece bir “görev ifası” olmaktan öteye geçememektedir.
Sermaye işçi sınıfını tüm bileşenleri ile birlikte yeniden yapılandırıyor. Çalışma saatleri, mekanları ve iş güvenlikleri bugün kadar pek çokları için çok büyük bir sorun alanı oluşturmuyordu. Ancak bugün emek piyasasının vahşiliğine terk edilen bütün bu alanlarda da iş, sosyal güvenceler, çalışma koşulları ve mekanları değişmiş olan on binlerce emekçiyle karşı karşıyayız. İşsizlik, güvencesiz çalıştırma, esnek çalıştırma önemli sorunlar olarak karşımızda duruyor çıkıyor ve kamu emekçilerinin giderek büyük çoğunluğunu bu yeni işçi kitlesi oluşturmaya başlıyor.
Genelde kamu emekçileri, özelde eğitim emekçilerinin bu yeni durum karşısındaki tutumları son derece önemli hale gelmiştir. Sendikal örgütlenmeler içinde yavaş yavaş seslendirilmeye başlanan bu durum, örgütlenme içine dahil edilmesi gereken bu kitleler için olduğu kadar sendikal yapılanmaların kendi gelecekleri için de hayati bir konu durumundadır.
Peki sözleşmeli, sözleşmesiz, güvencesiz ve esnek çalışan ve hatta çalışamayan eğitim emekçileri için sendikal siyasetler üretiliyor mu? Bugünkü yasal düzenlemenin üye olmalarına izin vermediğini biliyoruz. Ancak daha da önemlisi sendika yönetimlerini oluşturan politik grupların zihniyetleri bu tür resmi-yasal engelleri aşacak fiili pratiklerin örgütlenmesine izin veriyor mu?
Sözleşmeli eğitim emekçilerini sendikaya üye yapabilirler mi?
Öğretmenlik mesleğini yapmak üzere eğitim almış olan ancak bugün bir iş sahibi olmayan işsiz öğretmenleri sendika bünyesine dahil edilecekler mi?
Emekli eğitim emekçileri sendika örgütlenmesi içinde üye sıfatıyla yer alacaklar mı?
Büyük eğitim kurumlarında taşeron çalışan eğitim emekçileri bu örgütte kendilerine yer bulacaklar mı?
Bütün bu soruların karşılığını sendikalarımızı bugünlere taşıyan anlayışlarımızın geleceğe süzdüğümüz yanlarıyla, bugünü yeniden kavrayan ve kendimizle birlikte sendikalarımızı da geleceği örecek yeniden yapılanmalar içine soktuğumuzda bulabileceğiz. Sendika bürolarına sıkışan ve örgütlenme alanını okul dışına taşıramayan bir çalışma tarzı eğitim emekçilerinin biricik örgütünün giderek küçülmesine ve etkisizleşmesine yol açacaktır.
Militan, etkili bir sendikal hareket için eğitim emekçilerinin tüm yaşam alanlarını kapsayan yeni örgütlenmeleri ve bu örgütlenmeler için gerekli tüm fiziki değişiklikleri yapmak artık bir zorunluluktur.
Varolan durumda inat geliştirilecek örgütlenme pratikleri, üye formu sayan yöneticilerin ezberlerini de bozacaktır.
Emek hareketi, yenilenen ve güçlenen zeminlerde yeniden örülmeye çalışılırken siyaset merkezleri olayları dışarıdan seyreden ve garip bir muhafazakarlık sayesinde işi gücü sadece birbirini yemeye dönüştüren mekanizmalarla zaman geçirmektedir. Bu süreçte elbette sorunların tümünün çözümü için kimsenin elinde “peygamber asası” bulunmuyor. Ancak değişen ve giderek vahşileşen emek piyasasının açık bir tarafı olarak mevcut durumu kavramada gösterilen gecikme, şimdiye dek elde edilen bütün hakların da bir bir elden gitmesine neden oluyor. Nitekim, yasalarla sınırlandırılan ilişki ve eylem pratikleri sendikal sürecin “rutin”leri olmuştur. Yeni bir düzenleme yapılıyorsa;
1-Önce bir basın açıklamasıyla durumu kınama,
2- İlgili resmi kurumun önünde katılım sayısı giderek düşen bir gösteri düzenleme
3-Olmadı miting yapma,
4-Yine olmadı sevk eylemi yapma
5-Bir sonuç alma…dan sendika binalarına geri dönme rutini artık herkese bıkkınlık vermiştir.
Bu eylem biçimleri canlı militan bir mücadele içinde elbette kendi gerçek değerlerine kavuşurlar, ancak bugün bir görev ifa eder gibi yerine getirilen bu rutin, ne taban için ne de eylemi organize edip katılanlar için herhangi bir başka eyleme katılma isteği ve bilinci yaratabilmektedir.
“Sendikacı” olmak kentlerde ve kasabalarda bir sosyal statü sağlamanın (“soldan”) yolu haline geldi ise, tren raydan çoktan çıkmış demektir. Kamu çalışanları hareketinin bir “Pamukova” faciasına dönüşmemesi için hala bir şeyler yapılabilir mi?
Sendikal politik grupların kendi içlerinde dahi “adamcılığa” başladıkları bir dönemde kendi gruplarımızı da aşabileceğimize inanıyorsak; geleceği dar politik hesaplarla değil, işçi sınıfı bilinciyle örmek istiyorsak; devletin sağladığı olanaklara değil, kendi yarattıklarımıza inanıyor ve güveniyorsak; fiili-meşru mücadeleyi ba
şkalarının yapacağı bir olgu değil, önce kendimize ait bir davranış ve mücadele biçimine dönüştürmemiz gerektiğine inanarak sendikal mücadeleye katkı sunmak istiyorsak; sendikal mücadeleyi demokrasi ve özgürlükler mücadelesinin bir parçası olarak örgütlemek için sınıf bilinciyle herkese kolay gelsin…