Ancak, ABD’nin sadece finanse edip “yönlendirmediği” toplantıda bakın neler oldu: Sempozyumun açılış konuşmasını ABD büyükelçisi Edelman yaptı. Toplantılar boyunca Irak’taki ihlaller hiçbir şekilde gündeme gelmedi. İsrail’in ihlallerini anlatan Filistin temsilcisinin “ihlallerin aktarımı bu toplantının konusu değil” denilerek susturuldu ve kürsüyü gözyaşları içinde terk etti. Ancak projenin bağımsız kaldığını iddia eden Ali Bayramoğlu toplantı sonrası Irak’ın […]
Ancak, ABD’nin sadece finanse edip “yönlendirmediği” toplantıda bakın neler oldu: Sempozyumun açılış konuşmasını ABD büyükelçisi Edelman yaptı. Toplantılar boyunca Irak’taki ihlaller hiçbir şekilde gündeme gelmedi. İsrail’in ihlallerini anlatan Filistin temsilcisinin “ihlallerin aktarımı bu toplantının konusu değil” denilerek susturuldu ve kürsüyü gözyaşları içinde terk etti. Ancak projenin bağımsız kaldığını iddia eden Ali Bayramoğlu toplantı sonrası Irak’ın neden gündeme gelmediği sorulduğunda ise utanmadan, “yavuz hırsız” tavrıyla insan hakları mücadelesi dersi vermeye kalktı: “Ama buranın amacı bu değil ki. İnsanların politika hiyerarşilerinde farklı eğilimleri olabilir. Kimileri sadece Kürt sorununu önemseyebilir. Kimileri sadece Irak’taki savaşa politik tepki vermeyi önemseyebilir. Bir insan belli bir hedefe kilitlenip mücadelesinin alt yapısını ihmal etmemeli. İnsan hakları mücadelesinde bir çoğulculuk olmalı. Bence bu biraz şarklı bir yaklaşım.”
Sempozyumu düzenleyen Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin Başkanı Murat Belge ise, konuya dair “bianet.org”da yer alan röportajında, Kurna ve Bayramoğlu gibi “utangaç” beyanlarda bulunmuyor, bağımsızlık tezlerine sarılmıyor, “rahat” ve “açık” bir biçimde insan hakları mücadelesinin devletlerle işbirliği içinde gelişmesi gerektiğini söylüyordu. İnsan haklarının tüm dünyada vazgeçilmez bir değer haline geldiğini, hükümetlerin de bu alana yabancı kalamayacağını söyleyen Belge, hükümetin sempozyuma verdiği desteğin de samimi olduğuna inandığını belirtiyordu.
AKP hükümetinin insan hakları için mücadeledeki samimiyetinin ölçüsü projeye sağladığı 300 bin dolar ise Belge oldukça haklı. Ancak bizim bildiğimiz insan haklarında “samimiyet” ölçüleri cezaevlerinde tecritin son bulması, gazetelerimizin yayınladığı bir karikatür nedeniyle Tayyip Erdoğan’a tazminat ödemeye mahkum edilmemesi, Anayasa’da yer alan toplantı ve gösteri yürüyüşleri yapma hakkının polis terörüyle gasp edilmemesi, işkencenin önlenmesi ve işkencecilerin göstermelik cezalarla kurtulamaması, üniversite öğrencilerinin ifade ve örgütlenme özgürlüklerini kullandıkları için okuldan atılmamaları vs..dir. Ancak ölçünüz Başkanı olduğunuz STK’nın hesabına havale edilen para miktarı olursa, tabii ki hükümeti insan hakları mücadelesinin bir neferi ilan edersiniz. (Fakat haksızlık etmeyelim. Avrupa’da muhafazakarların Türkiye karşıtı ırkçı baskısını omuzlarında hisseden “sosyal demokrat” Verhaugen’in Türkiye’deki sistematik işkenceyi bir günde nasıl yok saydığını hep beraber gördük; eminiz ki Belge’nin bir ölçütü de AB komiserinin sözleridir.) Belge’nin kriterlerine göre “insan haklarının dünyada tartışılmaz bir değer haline gelmesiyle iyileştirmeleri destekleyen” diğer hükümetlerin arasında İngiltere ve ABD hükümetleri de var. Irak’ta her gün öldürülen terörist(!) kadınlar ve çocuklar, Ebu Garip’te ve Guantanamo’da yaşanan barbarlıklar “Murat Belge kriterleri”nde yer almadığından bu hükümetler de insan hakları mücadelesinin neferi oluveriyor. Zaten Belge toplantının açılış konuşmasında ABD Büyükelçisi Marc Grossman’ın da projeye büyük destek verdiğini belirterek şükranlarını iletiyor.
Aslında Belge sadece Grossman’ın adını zikrederek biraz haksızlık yapıyor, zira projeye “destek veren” tek ABD’li devlet adamı Grossman değil. Projenin Uluslararası Danışma Kurulunda yer alan Morton I. Abromowitz ABD’nin Türkiye ve Tayland eski büyükelçisi. Kendisi Amerikan askerlerinin Türkiye üzerinden Kuzey Irak’a geçmesine olanak veren tezkereyi reddetmesinden sonra yaptığı şantajla bir kez daha gündeme gelmişti. Abromowitz, ‘Eğer Amerikan kayıpları veya Irak sivil kayıpları büyük olursa, ABD Kongresi Kuzey cephesine izin vermeyen Türkiye’ye karşı tutum alır’ diyerek “insan hayatı”na gösterdiği önemi sergilemişti. Yine bu danışma kurulunda yer alan Walter F. Mondale de ABD eski Başkan Yardımcısı. Sempozyumun Danışma kurulunda sadece ABD’liler yok. Kanada eski başbakanı Kim Campbell, Fransa eski başbakanı Michel Rocard bu büyük “insan hakları girişimi”ne danışmanlık yapıyorlar. Kurulda sermayenin doğrudan temsilcileri de var. Ford Vakfı eski Yönetim Kurulu Başkanı Edson W. Spencer bunlardan biri. Ford Vakfı soğuk savaş döneminde CIA tarafından kurduruldu. James Petras’ın sözleri ile CIA-Ford bağlantısı “ABD emperyal kültürel hegemonyasını güçlendirmek, sol siyasi ve kültürel etkiyi kırmak için bilinçli ve inceden inceye planlanmış ortak bir çaba” idi. Vakfın eski başkanlarından Richard Bissel, marksist Petras’ı doğrularcasına amaçlarını şöyle özetliyordu: “Ford Vakfı’nın amacı, solcu entelektüelleri diyalektik bir savaşta yenilgiye uğratmak değil, onları cezbederek konumlarından uzaklaştırmaktır.”
Sempozyumun danışma kurulunda Türkiye sermayesini temsilen TESEV Başkanı ve TÜSİAD yöneticilerinden Can Paker yer alıyor. Yine bir haksızlıktan kaçınmak için belirtelim ki kurulda işçiler de temsil(?) edilmiş. Savaş karşıtı mücadelede islamcılarla ittifakın yılmaz savunucularının gözbebeği isimlerden biri Hak-İş başkanı Salim Uslu bu bileşime çok yakışmış. Ancak Ford Vakfı’nın desteğinin cezbedemediği Türkiye İnsan Hakları Vakfı gibi gerçek insan hakları savunucuları ise çağrılmasına rağmen toplantıda resmi temsilcileriyle yer almadı.
Barbarların İnsan Hakları Taktikleri
Peki bu “yaramaz çocuklar” neyi amaçlıyorlar? Sempozyumun amacı, “İnsan Haklarında Yeni Taktikler Projesi, insan hakları mücadelesini yalnızca sivil toplum kuruluşları temelinde bir mücadele olmaktan çıkarıp, hükümet ve devletlerin de katkıda bulunacağı bir mücadele haline sokma çabasıdır” sözleriyle ifade ediliyor. Bu kadar devletlinin bulunduğu yerde bu tanım oldukça makul. Zaten projedeki yeni taktiklerin büyük bir bölümü devletin işin merkezinde olduğu “mücadele biçimleri”ni içeriyor. Yani devletin işlediği suça karşı devletle ittifak öneriliyor. Projenin düzenleyicilerinden İşkence Mağdurları Merkezi Başkanı Douglas Johnson Akşam gazetesindeki röportajında insan hakları mücadelesine nereden başlanmalı sorusuna bakın nasıl yanıt veriyor: “Polisten. Onu doğru eğitirseniz sorunun kaynağına inmiş olursunuz.” Proje broşüründe de “Hükümetlerle işbirliğine dayanan ilişkiler kurmak” olarak adlandırılan taktiğin temel tezi insan hakları ihlallerinin kolluk kuvvetlerinin eğitimsizliğinden kaynaklandığı söylüyor; bir de “münferit vaka” dese alın size Demirel! Türkiye’deki kolluk kuvvetlerinin işkence teknikleri konusunda eğitim aldıklarını ve bu konudaki “araştırma-geliştirme” faaliyetlerinin merkezinin ABD olduğunu ve bir çok sömürge ülkeden her yıl ABD’ye giden polis ve asker şeflerinin “daha etkili ve temiz” yöntemleri ile donatıldıkları bu ülkede azıcık sağına soluna bakınan herkesin malumudur. Bu söylemi yaygınlaştırmanın amacı, işkenceyi halk muhalefetine karşı egemen sınıfların bir saldırı aracı olarak değil eğitim sorunu olarak göstermek ve emperyalizmi ve işbirlikçilerini aklamaktır.
Ancak maalesef bu “aklama faaliyeti” sempozyumda ele alınan yeni taktiklerin “en masumu”. Yine projenin broşüründe en üstte yer alan taktik önerisi ilginç:”Paranın gücünü kullanmak” Bu taktiğin açıklamasında paranın gücünü değişim lehine kullanan sivil toplum kuruluşlarından bahsediliyor. Peki paranın gücü ile değiştirecek ve değiştirilecek olan kim?
Paranın gücünü kullanarak değiştirecek olan tabii ki işçiler, yoksullar, emekçiler değil, paranın sahiple
ri. Değiştiren sermaye olunca değiştirilecek olan sermaye düzeniyle uyumlu “işkenceci” iktidarlar değil, emperyalizmin güncel çıkarlarıyla uyumsuz rejimlerdir. Zaten emperyalizm “İnsan hakları ve demokrasi” söylemiyle, askeri müdahalelerle “rejim değişikliklerini” önemli bir taktik olarak yaklaşık on beş yıldır kullanmaktadır. 1989 yılında Panama ile başlayan “demokrasi ve insan hakları” müdahaleleri, 1990’da Irak, 1991’de Somali, 1994’de Bosna, 1999’da Kosova, 2002’de Afganistan, 2003’de yine Irak’a yönelik saldırı ve işgallerle sürmüştür. Emperyalist “insan hakları” tacirleri Vietnam, Şili, Küba, Nikaragua emekçi halk devrimlerine karşı örgütlediği kanlı darbelerin ve askeri saldırıların adına soğuk savaş döneminde “komünizmle mücadele”derken, şimdi “insan hakları ve demokrasi” adına aynı kanlı saldırıları organize etmektedir. Ancak o zamanlarda da şimdi de kullandığı araçlardan en önemlilerinden biri de “paranın gücü”dür.
Küba’da ve İran’da muhalefetin ABD tarafından beslendiği herkesin malumudur. Murat Belge’nin daha çok malumudur ki bu işlerin “ağababası” ünlü spekülatör Soros’tur. Soros’un dünyanın bir çok yerinde kurduğu Soros Vakıfları ve Açık Toplum Enstitüleri, “paranın gücüyle değişimin” önemli deneyimlerini yaratmışlardır. Soros, Yugoslavya seçimlerinde Miloseviç’e karşı kurulan muhalefet örgütünü STK’ları aracılığı ile beslemiştir. Gürcistan eski Devlet Başkanı Şevardnadze, 2003’te gerçekleşen seçimlerde usulsüzlük yapıldığı gerekçesiyle düzenlenen protesto gösterilerini ve parlamento baskınını Soros’un finanse ettiğini açıklamıştır. Soros bu işi, kurduğu vakfın adı kadar açık yapmaktadır. Nitekim daha önce Yugoslavya seçimlerinde de Miloseviç’e karşı kurulan muhalefet örgütünün sembolü ve sloganlarının aynısı, Gürcistan seçimlerinde de boy göstermiş, parlamentoyu basanlar ellerinde bu örgütün sembolünü taşımışlardır. Yine 2003 yılında IMF’nin sınır dışı edildiği Malezya’da devlet yönetiminin en uç noktalara dek yolsuzluğa battığını ilan edilmiş, yeni çıkmaya başlayan liberal bir gazete “temiz toplum-açık toplum” kampanyası başlatmıştır.. “Sivil örgütler” Mahathir’i diktatör olarak ilan etmişler ve şiddetin düzeyi oldukça yükselmiştir. Olaylardan sonra Malezya yönetimi muhalefet yayınlarını ve gazeteyi Soros’un fonladığını açıklamıştır. Soros en son Venezuella’da, Chavez karşıtı muhalefete 1 milyon dolar aktarmasıyla adından söz ettirmiştir. Venezuela’da her şeye rağmen halk yönetime sahip çıkınca, ABD’nin maşası örgütlerle, satın alınmış subaylar, birlikte askeri darbe girişiminde bulunmuşlardır.
Soros’un Açık Toplum Enstitüsü’nün Türkiye İrtibat Bürosu’nun yönetiminde ise bu sempozyumu düzenleyen Murat Belge ve Can Peker de bulunmaktadır. “Bianet.org”taki röportajında “insan hakları mücadelesine” destek veren hükümetlere teşekkür ederken, ” Tabii bu durum daha çok dünyanın daha demokratik olarak bildiğimiz bölgelerinde geçerli. Ama direnen devletler de var” diyen Belge’nin bu ülkeleri “Soros”a ve Abramowitz’e havale ettiğini söylemek herhalde çok da abartılı olmaz.
Sol, liberalizmle ve STK’cılıkla hesaplaşmalı
Bütün bu bilgilerden hareketle, bu sempozyumu düzenleyenlerin emperyalizmin “insan hakları ve demokrasi” mücadelesi adını verdiği yeni saldırganlık siyasetinin taşeronluğunu yaptıklarını söylediğimizde bizlere “bu da nereden çıktı canım” deneceğini biliyoruz. Ancak bildiğimiz bu taşeronların sol adına, insan hakları adına ortalarda fink atmasının, solun ulemalığına soyunma cüretini göstermesinin bir sorumlusu da, emperyalizmin önümüze tek seçenek olarak attığı STK’cılık ile, liberalizm ile hesaplaşmaktan ısrarla kaçınan Türkiye solunun bir kesiminin bunlarla girdiği dirsek temasıdır. Biz sola sadece bu kadarını söyleyip Murat Belge’ye dönelim. “Solculuk yaparken biz hepimiz, solculuğu da bir hayli dar kalıplar içinde yapıyorduk. Bize de böyle ufuk açıcı bir egzersiz her bakımdan gerekli.” diyen Murat Belge “İnsan Hakları mücadelesi için daha fazla hayal gücü gerektiğini” söylerken haddini bilmelidir. Türkiye’de nice bedeller ödeyerek İnsan Hakları’nı toplumsal bir mesele haline getiren Didar Abla’ların, Ayşenur Zarakolu’ların, Cumartesi annelerinin, tutsak analarının paraya, güce, iktidarın sırt sıvazlamasına metelik vermeyen bir cesaretle birleşen “insan hakları hayali”yle Belge’nin cebinde hissettiği paranın ve omuzlarında hissettiği iktidarın elinin sıcaklığıyla gördüğü hayaller birbirleriyle karşılaştırılamaz. Sezen Aksu’nun dediği gibi “Zalimin meclisinde oturan da zalimdir!”…