Egemenlerden yalancı düğün bayram 6 Ekim’de açıklanan ilerleme raporu, Türkiye’yi bu misyonlarla uyumlulaştırma sürecinde önemli bir adım oldu. Ve egemenler cephesinde geçen hafta davullar çalınıyor, düğün bayram ediliyor, “milli dava”nın kazanılmış olmasından kaynaklı hükümete övgüde sınır tanınmıyordu.“Gözümüz aydın ki, aydın ve de bütün ulusumuza kutlu olsun, işte bu iş bitti! 6 Ekim 2004’ten itibaren ülkemizin […]
Egemenlerden yalancı düğün bayram
6 Ekim’de açıklanan ilerleme raporu, Türkiye’yi bu misyonlarla uyumlulaştırma sürecinde önemli bir adım oldu. Ve egemenler cephesinde geçen hafta davullar çalınıyor, düğün bayram ediliyor, “milli dava”nın kazanılmış olmasından kaynaklı hükümete övgüde sınır tanınmıyordu.“Gözümüz aydın ki, aydın ve de bütün ulusumuza kutlu olsun, işte bu iş bitti! 6 Ekim 2004’ten itibaren ülkemizin önü sonsuz geniş bir engine açıldı. ‘Makus talih’ sözü yüzde doksan dokuz virgül doksan ihtimalle geride kaldı. Şimdi atacağımız kulaçlar yakamozla kıpırdayacak ve pırıltılı ufka götürecek.” Hadi Uluengin’in ilerleme raporu yayınlandığı gün yazdığı bu satırlar, çizilmeye çalışılan portrenin en göz yaşartıcı, en lirik ve en sofistike ifadesiydi. Tabii “Bu iş bitti” kısmını genel değerlendirmenin dışında tutmak lazım. Çünkü hem sermaye sözcüleri, hem AB hem de hükümet işin yeni başladığını ve Türkiye’nin önünde uzun ve zorlu bir yol olduğunu önemle vurguladılar. Ancak bu yolda atılacak kulaçların bizi pırıltılı bir ufka götüreceği konusunda egemenlerin genel bir fikir birliği varmış gibi görünüyordu.
Peki medyaya yansıyan bu fikir birliği, egemenler arasında gerçek bir iyimserliği yansıtıyor mu? Sezer’in ve Baykal’ın rapora dair aceleci eleştirilerini sadece “müzmin muhalif münasebetsizliği” olarak değil, AB sürecinin egemenler cephesinde yaratabileceği önemli saflaşmaların işareti olarak görmek gerekiyor. Bu hafta başında eleştiri kervanına Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve hatta en radikal AB’ci Mesut Yılmaz’ın da katılmasıyla egemenlerin hiç de “yakamozları kıpırdatan kulaçlar” atmadıkları anlaşıldı. Bu sürecin emekçiler açısından yaratacağı sonuçlar konusunda iyimserlik taşımak ise ancak, bu sürecin öne çıkan vurgularını ihmal etmekle mümkün olabilir.
AB’nin birinci görev tanımı: Ucuz işçilik
Böylesi bir ihmalle oluşacak iyimserliğe prim vermeden Verhaugen’in sözlerine ve ilerleme raporuna geri dönmemiz gerekiyor. İlerleme raporunun tavsiyeler bölümünde işgücünün serbest dolaşımı için kalıcı tedbirler düşünülebileceği söyleniyor ve Türkiye’nin nüfus dinamiklerinin değerlendirilmesi için gelecek 10 yıl içinde Türkiye’deki eğitim ve öğrenime yönelik reformlar ve yatırımlar yapmakta AB’nin büyük çıkarı olduğu vurgulanıyor. Görünen o ki Türkiye için belirlenen birinci misyon Avrupa’nın ucuz işçi deposu olmak. İşgücünün serbest dolaşımına dair alınacak tedbirler Türkiye’deki ücretlerin düşüklüğünü güvence altına alıyor. AB komiserinin Türkiye ziyaretlerinde iki lafından birinin sosyal haklar olup da, örgütlenme hakkı ve iş güvencesi dahil olmak üzere çalışanlara yönelik hiç bir sosyal hakkı kriterlerin konusu yapmamasının nedeni böylece daha iyi anlaşılıyor. Üstelik AB yetkilileri ve TUSİAD, Türkiye’nin yabancı sermaye çekebilmesi için daha çok yapısal düzenlemeler yapması gerektiğine işaret ediyorlar. Bu yapısal düzenlemelere ise bilindiği gibi IMF ile yapılan stand-by anlaşması çerçevesinde şekil veriliyor. Bu aşamada hükümetin önünde bulunan sağlık hakkını, sosyal güvenliği ve iş güvencesini hedef alan saldırı programının yaşama geçirilmesi sadece IMF ile yapılacak stand-by anlaşması görüşmelerinin değil AB ile üyelik müzakerelerin de konusu. AB sözcüleri bu programdan şu ana kadar taviz vermeyen hükümetten övgüyle bahsediyor, sosyal güvenlikte, özelleştirmelerde ve tarımda daha hızlı ve etkili adımlar atılmasını istiyorlar.
Hükümet de boş durmuyor. Bir taraftan yukarıda bahsettiğimiz yasal düzenlemeler için hazırlanırken, bir taraftan da özelleştirilmeleri hızlandırmanın yollarını arıyor.
Bunun için yeni bir ihale kanunu gündeme gelirken, satılacak kamu kuruluşları “gelin gibi süsleniyor”. Özelleştirme kapsamında bulunan kuruluşlardan Petkim için bu yılın 6 aylık döneminde 80 trilyon 863 milyar liralık, Tüpraş için ise 90 trilyon 456 milyar liralık yatırım yapıldı.
Büyük göç: AB’nin zenginliğine değil, kentlerin yoksulluğuna
Ancak Türkiye’nin AB’li yatırımcıların istediği emek maliyetine düşmesi için atılacak en etkili adım tabii ki tarımın tasfiyesi olacak. AB, Türkiye’de %35 olan tarımsal nüfusun AB standardı olan %6 düzeyine çekilmesini istiyor. Bu, Türkiye nüfusunun %29’unun ucuz-güvencesiz emek pazarına atılması demek. Nüfusun üçte birini işinden gücünden edecek böylesi bir süreç tabii ki sadece bu kesimleri değil tüm emekçi sınıfları olumsuz etkileyecek. Kamunun ekonomideki rolünün azalmasıyla piyasaların rekabete açıldığından övgüyle bahseden, özelleştirilmelerin hızlanmasını buyuran AB, bir taraftan da tarımdan çekilecek nüfusa yeni istihdam olanakları yaratılmasını istiyor. AB kamu yatırımlarının arttırılmasını istemediğine göre, özel yatırımları cazip hale getirecek düzenlemelerin yapılmasını istemiş oluyor. Türkiye’yi bir ucuz iş gücü cenneti haline getirecek düzenlemeler AB’nin Türkiye emekçilerine yönelik tek projesi değil. Verhaugen “Günün birinde Türklerin göçüne sevineceğiz. Önemli olan doğru kişilerin gelmesi” derken bu “insan çiftliği”nden AB’ye göç etmenin belli standartları olması gerektiğini söylüyor. İlerleme raporundaki “AB’nin, gelecek 10 yıl içinde Türkiye’de eğitim ve öğrenime yönelik reformlar ve yatırımlar yapmakta büyük çıkarı var.” cümlesi bu standartlar hakkında bir fikir veriyor. Avrupa ülkeleri, Türkiye’nin sadece kalifiye iş gücünü kendi mekanında ucuz işçi olarak görmek istiyor. Avrupa sermayesinin bu tercihi yapması için, Türkiyeli kalifiye işgücünün, sosyal güvenlikte ve çalışma yasalarında yapılan değişikliklerle Avrupa’da iyice düşürülmeye başlanan çalışma standartlarının da altında çalışmayı göze alması gerekiyor. İşte Hadi Uluengin’in “parıltılı ufukları”, bu ülkenin “parlak çocuklarına” da daha düşük ücret, daha çok çalışma, daha çok sömürü sunuyor.
Avrupa’nın ikinci vatandaşlık görevi: Askerlik
AB’nin Türkiye’ye biçtiği ikinci misyonun tanımı Verhaugen’in “AB’nin dünya siyasetinde oynayacağı önemli rol için Türkiye’nin üyeliği gerekli” saptamasında yatıyor: Büyük Ortadoğu adını verilen bölgede emperyalistlerin taşeronluğu.
AB, Türkiye’nin müslüman ülkeler için bir model olabileceğini de söyleyerek, ABD’nin Türkiye’ye yönelik projesine çok yakın bir projeyi dile getiriyor. Almanya Başbakanı Gerhard Schröder’in Türkiye ile özellikle güvenlik nedenlerinden dolayı üyelik müzakerelerine başlanmasından yana olduğunu belirtmesinden hemen sonra, aynı ülkenin İçişleri Bakanı Schily de “Türkiye’nin AB üyeliğinin Batı için çok büyük bir güvenlik kazancı olacağını” söyleyerek ABD’nin Türkiye’ye biçtiği rolü benimsediklerinin işaretini veriyor. New York Times’ın 8 Ekim tarihli başyazısı, zenginleşmek için Avrupalılaştığını iddia eden Türkiye’yi, AB ile üyelik süreciyle bekleyen geleceği açıklıkla ifade ediyordu: Güvenlik için Avrupalılaşmak. Gazete, “Soğuk savaştan sonra Avrupa, bir süreliğine, gelecekte çekirdeğini birkaç büyük devletin oluşturacağı bir federasyona doğru yöneleceğinin hayalini kurma lüksünü yaşadı. Ancak daha sonra Avrupa’nın sadece güvenliğini değil, temelini oluşturan değerlerini de tehdit eden İslamcı aşırıcıların uluslararası terörizmin hakim olduğu yeni bir dönem başladı” diyor ve bu tehdide karşı sava
şacak askeri de açıklıkla ifade ediyor: ”Müslüman nüfusu ve laik demokrasisiyle Türkiye, bu meydan okumaya karşı koyacak tek ülke.” New York Times’a göre bu savaşta Türkiye’nin muhtaç olduğu kudret bakın nelerde saklı: “Avrupa ve Asya’yı birbirine bağlayan bir bölgede bulunan Türkiye’nin Doğu’dan gelecek tehditlere karşı askeri tecrübesi, Doğu ile Batı arasında bir köprü rolüyle diplomatik tecrübesi ve Avrupa, Ortadoğu ve Orta Asya ile dini ve etnik bağlarının bulunması”
Anlaşılan o ki emperyalizmin her iki yakası da Türkiye’yi emperyalizmin askeri olarak görmek istiyor.Burada iki emperyalist kampın anlaşamadıkları tek nokta Türkiye’nin trans-atlantik gerilim alanlarındaki pozisyonu olabilir. Ama ortak operasyon alanı olan Afganistan’daki Türk askeri varlığının arttırılması konusunda her iki cephe de hemfikir olabiliyor. Almanya Savunma Bakanı Peter Struck ise, Türkiye’nin AB’yle müzakerelere başlama konusunda sağladığı ilerlemenin, ülkesinin Türkiye’ye yeniden silah satışı başlatmasının yolunu açması gerektiğini söyleyerek Türkiye’yi bu misyona hazırlamak için aceleleri olduğunu gösteriyor.
Bu kadar karpuz bu koltuğa sığmaz!
İşte AB’nin tanımlamasıyla çok kalabalık, müslüman ve yoksul ülkenin nimetleri: Daha çok kar için çok ucuz emek ve emperyalist savaşlar için çok ucuz asker. Bir de bu nimetlere gözünü diken emperyalistlerin Türkiye’yi “model ülke” yapma iddiaları da var ancak, bu kadar karpuz bu koltuğa nasıl sığacak bilinmez.
Hem yüksek karlı yatırım olanakları için bir liberalleşme süreci talep edeceksin, hem de ordunun etkinliğini arttıracak askeri bir misyon tanımlayacaksın. Hem AKP ile, ılımlı islam söylemiyle Türkiye’yi müslüman ülkeler için model yapmaya çalışacaksın, hem de AB’ye almak için laikliği ön şart yaparak model olma özelliklerini yok edeceksin. Açıkçası AB ve ABD gerilimleri bir yana, bu misyonlar arası gerilimler dahi Türkiye siyasetinin kaldıramayacağı kriz dinamikleri barındırıyor. Ayrıca AB’ye üyelik sürecinde daha kesin adımlar beklenerek gündeme gelecek olan Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu ve Ermeni soykırımı gibi konular, şimdi parlak gelecek tabloları çizenlerin kendi siyasi geleceklerini tehdit edebilir. Örneğin şu anda AB, Romanya’nın resmi dairelerde azınlık dillerini kullanmadığı için üyeliğinin ertelenmesini tartışıyor. Üyelik müzakerelerinde Türk askerinin Kıbrıs’taki varlığı kesin olarak gündeme gelecek. Ermeni soykırımının tanınması konusu şimdiden Alman ve Fransız yetkililer tarafından ifade edilmeye başlandı. Kısacası Türkiye egemen sınıflarının bu kadar görevi, bu kadar kamburla taşımaları çok zor. Egemenlerin kendi cephelerindeki krizlere, özelleştirmelerle işsizleştirilen, yapısal uyum programlarıyla yoksullaştırılan ve güvencesizleştirilen, AB’nin tarım politikalarıyla kırdan sökülüp atılan, emperyalist saldırılarda cepheye sürülmek istenen kitlelerin öfkesi eklendiğinde Sezer’in, Baykal’ın ve birçok sermaye temsilcisinin endişelerinin haklılığı daha net anlaşılıyor. Özetle egemenlerin yalancı düğün-bayram görüntüsü çok da uzun ömürlü değil.