Onun gerçekleştiremediğini 12 Eylül gerçekleştirdi. Egemenler için önemli olan örgütlü bir toplumsal muhalefetin ortadan kaldırılması, halkın sistem karşısında bir birey olarak yapayalnız kalmasını sağlamaktı. Doğal ki bu bir günde olacak bir iş değildi ve zamana yaymak gerekiyordu. Bunun için de öncelikle halkın örgütlü kesimini dağıtmak gerekiyordu. Bu nedenle işçi sınıfının önderleri cezaevlerine dolduruldu, idamla yargılandı, […]
Onun gerçekleştiremediğini 12 Eylül gerçekleştirdi. Egemenler için önemli
olan örgütlü bir toplumsal muhalefetin ortadan kaldırılması, halkın sistem
karşısında bir birey olarak yapayalnız kalmasını sağlamaktı. Doğal ki bu bir
günde olacak bir iş değildi ve zamana yaymak gerekiyordu. Bunun için de
öncelikle halkın örgütlü kesimini dağıtmak gerekiyordu. Bu nedenle işçi
sınıfının önderleri cezaevlerine dolduruldu, idamla yargılandı, örgütleri
darmadağın edildi; sendikalar kapatıldı, toplu sözleşme yetkileri ellerinden
alındı, ekonomi dışı zor yöntemlerle ücretler bastırıldı; aydınlar
tutuklandı, üniversitelerden öğretim üyeleri uzaklaştırıldı, halkın örgütlü
mücadeleden uzaklaşması sağlandı. Uygulanan eğitim sistemi ile soru
sormayan, çevresinde olup bitenlere ilgi göstermeyen, “bana dokunmayan yılan
bin yaşasın” anlayışının benimsendiği bir toplum yaratıldı.
İşte Halit Narin’in söylediği “bundan böyle biz güleceğiz” sözleri bugünleri
anlatmaktaydı. Çünkü 12 Eylül’ün en karanlık günlerinde bile değiştirmeye
cesaret edemedikleri yasaları bugün teker teker çıkarıyorlar. Bunun için
uygun koşulları beklediler. 12 Eylül asıl şimdi meyvelerini topluyor:
Yapılan hiç bir şeye itiraz etmeyen, yaşadığı gibi düşünemeyen, siyasal
partilerin arasında gidip gelen ancak siyaseti sadece seçimlerde oy vermek
zanneden bir toplumsal yapı yaratmayı becerdiler. IMF politikaları
doğrultusunda uygulanan ekonomik politikaları kendilerinin iyiliği (!) ve
ülkemizin geleceği için uygulandığı yalanına öylesine inandırdılar ki;
işçiler özelleştirmeyi savunmaya, bu ekonomik krizde zam almadan da
çalışırız demeye başladılar. Sendikalar -özellikle kamuda- işçi sınıfının
törpülenmesi, siyasal iktidara eklemlenmesi işlevini ayyuka çıkardı.
Yıllardır demokratik bir iş yasası talebine karşı verilen yanıt, 1475 sayılı
yasanın değiştirilerek, çalışma koşullarının işverenin insafına terk
edildiği, çalışma sürelerinin uzatıldığı, işçinin bir başka işverene
devredilmesi gibi modern köleliğin yasalaştığı ve bütün bunların
çağdaşlaşma, küreselleşmeye uyum adı altında pazarlandığı 4857 sayılı yasa
olmuştur. Yasa tasarılarının işçilerden saklandığı, sendikalarda hiç
tartışılmadığı, işçilerin geleceğinin işverenlerin iki dudağı arasında
bırakıldığı bir endüstriyel ilişkiler sistemi ete kemiğe bürünüyor. O zaman
sesini çıkarmayan, gizli protokoller ile peşinen siyasal iktidarlara teslim
olan sendika bürokratları şimdi de işçilerin kıdem tazminatı hakkını peşkeş
çekecekler. Çünkü iş yasası tasarısıyla aynı anda gündeme gelen kıdem
tazminatı sorunu o günden bugüne ertelenmiş ve yine tartışılmamıştır.
İşçilerin büyük bir çoğunluğu tasarıyı görmemiş sadece basından duyduğu
kadarıyla bilgi sahibi olabilmiştir. Özellikle emekliliği dolan ya da yakın
gelecekte dolacak olan işçiler sadece kayıpları olup olmayacağını
tartışmaktadır. Çünkü basından öğrendikleri “yasa çıkıncaya kadar olan
kazanılmış hakların korunacağı” ifadesi onları ilgilendirmektedir. Oysa bu
bir tuzaktır. Emeklilik yaşının yükseltilmesinde de öyle olmadı mı?
Çıkarılan yasadan “etkilenenler” ile “etkilenmeyenler” şeklinde yaratılan
bir ayrım mücadelenin başından itibaren kaybedilmesi anlamını taşımaktadır.
Şimdi de aynı söylem kıdem tazminatları için kullanılıyor. Gazetemizden
okuduk: Hak-İş Konfederasyonu “fon, geçmiş tazminat hakkına ilişkin bir
sıkıntı doğurmamalı” demiş. ya gelecekteki haklarımız, ya çocuklarımızın,
kardeşlerimizin ya da hiç tanımadığımız gelecekteki milyonlarca emekçinin
hakları?
Tartışılan tasarıda iki konu öne çıkıyor. Birincisi kıdem tazminatına
yönelik sorumluluk fona devredilmeli, ikinci her çalışılan yıl için hak
edilen 30 günlük süre 15 güne düşürülmeli. Eleştirmeye hangisinden
başlamalı? İki yanlıştan birine sarılmak ya da doğruyu bulmak.
Bugüne dek ülkemizde fon adına ne yapıldıysa batmıştır. Hele hele yönetimini
işverenlere bırakmak başlı başına bir hata..(md.4) “Kıdem Tazminatı Fonu,
Yönetim Kurulu tarafından işletilir ve yönetilir. Fon Yönetim Kurulu Çalışma
ve Sosyal Güvenlik Bakanının önerisi üzerine müşterek kararname ile atanacak
bir temsilci ile en fazla işvereni temsil eden işveren konfederasyonu
tarafından seçilen iki ve en fazla işçiyi temsil eden işçi konfederasyonunca
seçilen bir üyeden oluşur.” İki işveren temsilcisi ve bir bakanlık
temsilcisi yanında bir işçi temsilcisi. Ne kadar gerçekçi.
Böyle bir fonun oluşturulması işverenlerin sorumluluklarının devredilmesi
anlamını taşır. İşçilerin iş akitlerinin feshedilmesinde oldukça caydırıcı
bir etkisi olan kıdem tazminatı hakkı fona devredildiğinde işçi sirkülasyonu
artacaktır. (Sermaye bu itirazımıza 4857 sayılı İş Kanunu’nun 18. maddesi
yer alan iş güvencesinin varlığını ileri sürecektir. Ancak bu yasa daha
çıkarken güdük doğmuştur. Örneğin 30 kişiden az işçi çalıştırılan
işletmelerde çalışan işçiler zaten kapsam dışıdır. Oysa kıdem tazminatı
hakkı bir kişinin çalıştığı iş yerlerinde bile bulunmaktadır. Tabii kayıt
dışı değilse, kaçak olarak çalıştırılmıyorsa.)
Şu anki uygulamaya göre bir yılını dolduran her işçi kendi isteği dışında
işinden uzaklaştırılıyorsa kıdem tazminatı hakkı elde ediyor. Ancak tasarıya
göre bundan böyle iş akti feshinde işçinin böyle bir hakkı olmayacak. Sadece
emeklilik, yaşlılık, malüllük aylığını hak ettiğinde bu haktan
yararlanabilecek. Yararlanabilmesi içinde adına en az 10 yıllık prim
yatırılması gerekiyor. (madde 7)
Burada bir başka soru aklımıza geliyor. SSK primlerini bile yatırmayan ve
bunları ucuz kredi gibi kullanan işverenler acaba fon primlerini yatırırlar
mı?
Sermaye kesimi için önemli olan aslında fonun kurulması olmayabilir. Onlar
kıdem tazminatı hakkının hak ediliş süresinin bir yıldan fazla olmasını ve
her yıl için 15 günlük tazminat ödenmesini istiyorlar. (ASO’nun açıklaması)
Çünkü bir yıllık süre çok çabuk doluyor ve sirkülasyonu kısıtlıyor. Şöyle 3
ya da 5 yıl olsa çok mutlu olacaklar. Fon ya da 15 günlük tazminat hakkı
aslında birer kontr-politika.
Her iki seçenekten birinin kabulü halinde emeğiyle geçinenlerin gelecekleri
biraz daha kararacak. Emekçilere “kırk katır mı kırk satır mı?” diye
soruyorlar. Her ikisi de kayıplarla sonuçlanacak. 15 günlük sürenin kabulü
halinde varolan kazanılmış hakkın yarısı daha elden gidecek. Yarısı daha
diyoruz çünkü; 12 Eylül ile birlikte büyük bir kısmı tırpanlanmıştı. (kıdem
tazminatının yıllık tavanına getirilen kısıtlama gereği). Ya fon kurulursa?
Taslakta her tam yıl için otuz günlük ücret tutarında bir tazminat
öngörülüyor. “Kıdem tazminatına esas alınacak ücret, işçinin çalıştığı ve
adına prim yatırılan son takvim yılının ortalamasıdır” (madde 8). Burada
büyük bir tuzak yatmaktadır.
Fonun kurulmasıyl
a işverenlerin sorumluğun devredileceğini, bu nedenle de
işçi sirkülasyonunun artacağını, daha önce söylemiştik. Özellikle kıdemli
işçilerin, saat ücretlerinin yüksekliği nedeniyle, iş akitlerinin
feshedildiği durumlarda, işçiler emekli olabilmek için, çok kötü koşullarda
ve çok düşük ücretlere çalışmak zorunda kalmaktadır. Son birkaç yıllarını ya
da son bir yılını bu koşullarda çalışan bir işçinin kıdem tazminatı çok
düşük olacaktır. Kaldı ki bir çok işyerinde alınan ücretle gösterilen ücret
arasında farklılıklar olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Burada doğru
olan iki seçenekten birini yeğlemek değil, tasarının tümüne karşı
çıkabilmektir.
Bir başka önemli nokta prim ödemelerinde ortaya çıkıyor. Asgari ücretten
işçi çalıştıran bir işveren, her bir işçi için, bir yıllık kıdemi
dolduğunda, bugünkü değeriyle, 444 milyon 150 bin lira kaynak ayırmak
durumundadır. Ancak fon uygulamasına geçildiğinde “Kıdem Tazminatı Fonuna
ödenecek aylık prim miktarı bu maddenin 2’nci fıkrası hükümlerine göre
hesaplanacak aylık kazancın % 3’ünü geçmemek koşulu ile Fon yönetim
kurulunun önerisi üzerine Bakanlar Kurulunca belirlenir.” (madde 13) gereği
sadece 159 milyon 894 bin lira ayıracaktır. Fon yönetiminde işverenlerin
ağırlığı dikkate alındığında primlerin yüzde 3 oranında olup olmayacağı da
belli değil.
Yoksulların ve ezilenlerin oylarını çalarak iktidara gelen Aldatma ve
Kandırma Partisi, iktidara geldikten sonra ekonomik büyüme söylemlerine
karşın işsizliğe çözüm bulamayan, milyonlarca insanımızın günde iki doları
bile bulmayan tüketim harcamalarını çoğaltamayan, sadece IMF politikalarını
yürürlüğe sokan, sermayenin bütün taleplerine olumlu yanıt veren
politikalarıyla tarihteki yerini belirlemiştir.
Bundan sonrası emeğiyle geçinenlerin ve örgütlerinin tavırlarıyla
şekillenecektir.: ya kendi geleceğimiz için kollarımızı sıvayacağız ya da 12
Eylül hasadına devam edecek ve Halit Narin’ler gülmeye devam edecek.