AB Komisyonu İlerleme Raporu, Türkiye’nin bölgesel konum ve kimliğini pazarlayarak emperyalist bütünleşme merdiveninin daha üst basamaklarına sıçramayı hedefleyen egemen sınıflar tarafından hoşnutlukla karşılandı. Geleneksel ve yeni sermaye sınıflarının “AB lobisi” denilen politik uzlaşma platformu, Türkiye’nin “büyük oyundaki” konumunun onaylanmasından duyduğu hoşnutlukla, ülkenin önünde duran yolun çelişki ve gerilimlerini önemsizleştiren bir hava yaymaya çalışıyor. Bu havaya […]
AB Komisyonu İlerleme Raporu, Türkiye’nin bölgesel konum ve kimliğini pazarlayarak emperyalist bütünleşme merdiveninin daha üst basamaklarına sıçramayı hedefleyen egemen sınıflar tarafından hoşnutlukla karşılandı. Geleneksel ve yeni sermaye sınıflarının “AB lobisi” denilen politik uzlaşma platformu, Türkiye’nin “büyük oyundaki” konumunun onaylanmasından duyduğu hoşnutlukla, ülkenin önünde duran yolun çelişki ve gerilimlerini önemsizleştiren bir hava yaymaya çalışıyor.
Bu havaya karşın egemenler de dahil herkes ne denli gelgitli bir süreç yaşandığının farkında. Türkiye’nin, 1997 Lüksemburg zirvesinde AB tarafından dayatılan şartların ağırlığı nedeniyle kendi tercihiyle dondurduğu aday üyelik süreci, 1999 Helsinki zirvesinde ABD’nin iteklemesiyle yeniden başladı. Irak savaşı öncesindeki hassas 2002 Kopenhag zirvesinde AB’nin çekirdek ülkeleri tarafından mesafeli bir tutumla karşılaşan Türkiye, ABD tarafından Irak savaşı sonrasında önce stratejik ortaklıktan çıkartılıp, sonra Müslüman dünyaya model ilan edildi. Egemenler bu kadar gelgitten sonra emperyalist dünya sistemi içinde nihayet yakaladıklarına inandıkları momentte bu kez kalıcı kazanımlara ulaşmak istiyorlar.
Kendilerine bakılırsa Türkiye, aslında geleneksel devlet aygıtının ekonomik ve politik alanlarda sahip olduğu tarihsel ağırlığı hafifleten bir dizi (yeni) liberalleştirme adımından ibaret olan “demokratikleşme” sınavından başarıyla geçmiştir ve AB’ye kendisini neredeyse zorla dayatarak ulusal davasında “tarihsel bir aşama”yı geride bırakmıştır. Şimdi AB Aralık ayında müzakereleri başlatarak kendi “siyasal olgunluk ve demokratik etik sınavını” geçmeye çağırılmaktadır. Müzakere tarihinin acilen açıklanmasını isteyen Türkiye egemenleri politik ve ekonomik reformları devam ettirme sözü vermekte; karşılığında da istikrarın “sürdürülebilirliği” için gereken miktarda doğrudan yabancı yatırımın gelmeye başlamasını talep etmektedirler. (1)
Ama sermayenin geniş kesimleri tarafından 1995 Gümrük Birliği Anlaşması’ndan sonra bir ulusal dava halinde getirilen “Avrupa davası” uğruna göze alınacak olan yeni reformların esas niteliğinin ne olacağı konusunda fazla hayalperest olmak gerekmiyor. Adına yapısal dönüşüm, reform her ne denirse denilsin söz konusu girişimler, sömürge kapitalizminin temel doğasını değiştirecek bir niteliğe sahip olmayacaktır. Dönüşümün gerçek dinamiğini, emperyalist küreselleşmenin daha etkin bir çekim merkezi haline gelmekten başka bir projesi olmayan Türkiye sermayesinin, G20’ler olarak tarif edilen “yükselen piyasalar grubuna” yerleşme hevesi oluşturmaktadır. Bu ise sömürge kapitalizminin bugüne kadarki çarpıklıkları aşılarak değil, tersine derinleştirilerek ulaşılabilecek olan bir hedeftir. GSMH’nın yüzde 60’ına ulaşan hizmet sektörünün, özellikle de geçen yıl yapılan yabancı sermaye düzenlemelerinden sonra dünya ortalamasının üzerinde kar oranları vadeden enerji, telekomünikasyon ve doğal kaynaklar gibi yatırım alanlarının emperyalist sermaye ile organik bütünleşmenin derinleşebileceği alanlar olarak tarif edilmiş olması, halihazırdaki sanayisizleşme ve kaynak transferi sorunlarını ağırlaştıracağı gibi, bugünkü işçileştirme tarzının sermayenin stratejik tercihi olduğunun da yeni bir kanıtıdır. Dolayısıyla Türkiye egemenleri açısından AB ile başlayacak müzakere süreci ne kadar uzun sürecek olursa olsun, mevcut dünya sistemi içinde bu genel amaca ulaşmanın görünürdeki en güvenli yolunu oluşturmaktadır. Egemenlerin “AB’den başka seçeneğimiz yok” derken kastettikleri, diğer bölgesel güçlerle siyasal-ekonomik birlikler oluşturma vs. gibi seçeneklerin, bu genel stratejik amaç açısından gerçek bir seçenek niteliğine sahip olmayışıdır.
Öte yandan AB ile müzakere sürecinin başlaması egemenler açısından geleneksel iki ata birden oynama siyasetinin terk edilmesi anlamına da gelmeyecektir. (2) Tersine bu durum ana hatları biraz olsun belirginleşmeye başlamış olan yeni uluslararası koşullarda oynanması giderek zorlaşan bu oyunun devam edebilmesinin de yegane koşuludur. TÜSİAD sözcüleri bu durumu, “Atlantik’in iki tarafı arasındaki bağlantının [gerilim kastediliyor d.n.] konjonktürel olduğunu düşünmemeliyiz. Burada yapısal bir bağlantı var. Bence bu ayrım başladı ve önümüzdeki yıllarda da devam edecek. Türkiye işte bu sorunla nasıl başa çıkacak, asıl önemli olan konu bu. Ayrımın olmasına rağmen her iki tarafın da çaba göstereceğine inanıyorum ve bazı alanlarda da hem Amerikalılar hem Avrupalılar birbirlerini tamamlamaya çalışacaklar. Türkiye kendi çapında mütevazı bir katalist rolü oynayacak ama Avrupa ile Amerika arasındaki ayrılığı elbette ki Türkiye çözümleyemez… Amerikalılar Türkiye’nin AB’ye katılımını destekliyorlar ve biz de bunu unutmamalıyız” sözleriyle dile getirmektedirler. (TÜSİAD, “AB Güvenliği ve Türkiye” Sempozyumu) Bu dengeci tutum MÜSİAD tarafından da paylaşılmaktadır.
Türkiye, giderek kalıcı bloklaşma yoluna giren AB ile ABD arasında Türkiye konusundaki çakışmanın gerçek bir müzakere sürecine dönüştürülmesiyle tanımlanabilecek bir optimum noktası yakalamaya çalışmaktadırlar. Bu arayışı yaratansa, Türkiye’nin bölgesel konumu ile kapitalist toplumsal-ekonomik yapısının zayıflıkları arasındaki eşitsizlikten türeyen riskleri azaltma ihtiyacıdır.
Türkiye sermayesi küreselleşme sürecine bugünkü katılım kanallarıyla, aşırı değerlenmiş TL ve kentlerde yüzde 17’lere varan işsizlikle [ve 2003’de % 10’u bulan emek verimliliği artışıyla] sağlanan ihracata dayalı büyüme modelinin bir derece daha ötesini başarabilme yeteneğine sahip değildir. Ekonomik anlamda pazarlayabileceği en önemli öğe olan ucuz emek maliyetleri de, sermayenin kendi saptamalarına göre “makroekonomik dengesizlikler ve bölgesel istikrarsızlık” [aslında ucuz emek havzaları arasındaki rekabet] nedeniyle yeterince yabancı doğrudan yatırım çekmeye yetmemektedir. Dolayısıyla en önemli avantajlardan birisi olarak görülen ucuz emek stokları bile orta vadeli amaçlar açısından elverişli biçimde kullanılamamaktadır. Üstelik bu yapının kaçınılmaz olarak sürekli yeniden ürettiği ağır dış borç yükü, ekonominin dış şoklar karşısındaki kırılganlığını artırmaktadır.
Türkiye egemenleri ise ekonomik ve siyasal açıdan son derece riskli bir uluslararası konjonktür yaşandığının farkındalar. Ancak sömürge kapitalizminin bu kırılganlığa yol açan yapısal koşullarının radikal biçimde dönüştürülmesi kendi varlıklarıyla çeliştiği için de, daha derin ve çok-taraflı bir sömürgeleşme sürecinden başka çıkar yol tanımlayabilmeleri olası değil.
Öte yandan göreceli üstünlüğü kısmen erimeye başlamış olan ABD ekonomisi, bu ülkeye ayda en az 45 milyar dolarlık sermaye girişi gerektiren muazzam açıklar yaratarak büyüme döneminin sonuna varıyor. Dünya, ne kadar ertelenirse ertelensin yeni bir faiz şoku dalgasıyla karşılaşmaya hazırlanıyor. ABD’nin Irak savaşındaki başarısızlığının devam etmesi, petrol fiyatlarındaki düzenli yükselme, Çin’deki aşırı büyüme gibi gelişmeler bu eğilimi sürekli olarak besliyor. Dünyadaki bol para-düşük faiz dönemi sona ererken Türkiye sermayesi birbiriyle bağlantılı birçok riskin gölgesi altında sıcak paraya dayalı büyüme oyununu sürdürüyor: Borsasının yüzde 80’den fazlası yabancı yatırımcıların elinde olan Türkiye, bir faiz şoku ortamında şimdi prim yapmakta olan tahvillerinden elde ettiği sıcak para girişinde ciddi bir kesinti yaşayacağ