AB tartışmaları gündemdeki yerini koruyor; bu gidişle daha epey sürecek gibi görünüyor. 6 Ekim’de yayınlanan İlerleme Raporu ile Türkiye’ye “yeşil ışık yakıldı” derken özellikle Fransa’daki tartışmalar “AB iyimserlerinin” uykularını kaçırıyor. Hükümet ve sermaye çevreleri varlarını yoklarını 17 Aralık’ta AB Konseyi’nden olumlu bir karar çıkarmaya seferber etmiş durumdalar. 17 Aralık’ta müzakerelere başlama kararı alınırsa nerdeyse bayram […]
AB tartışmaları gündemdeki yerini koruyor; bu gidişle daha epey sürecek gibi görünüyor. 6 Ekim’de yayınlanan İlerleme Raporu ile Türkiye’ye “yeşil ışık yakıldı” derken özellikle Fransa’daki tartışmalar “AB iyimserlerinin” uykularını kaçırıyor.
Hükümet ve sermaye çevreleri varlarını yoklarını 17 Aralık’ta AB Konseyi’nden olumlu bir karar çıkarmaya seferber etmiş durumdalar. 17 Aralık’ta müzakerelere başlama kararı alınırsa nerdeyse bayram ilan edilecek! Oysa müzakereler sadece başlangıç olacak ve AB müzakere sürecinde bugünkünden de şiddetli biçimde tartışılmaya devam edilecek.
Ama hakkını yemeyelim, AB baskısı en azından yıllardır kangrene dönüşmüş “bireysel haklar” sorununun bir bölümünü, en azından mevzuat düzeyinde hafifletti. Uygulamadaki problemler Türkiye gibi bir ülkede olağan görülmeli ve bu konudaki mücadeleden hiçbir taviz verilmeden “haklar ve özgürlükler” için uğraş sürdürülmeli.
Müzakerelerde asıl gündem ise ekonomik ve sosyal konular olacak. Burada AB’nin kendi içinde yaşadığı çelişkilerin yansımasını göreceğiz. AB, bir yandan ABD ve diğer küresel bloklarla rekabet adına Avrupa ülkelerinde geleneksel refah rejimlerini zayıflatan, çalışanların haklarını gerileten, sosyal güvenlik sistemlerini piyasanın egemenliği altına sokmaya çalışan uygulamaları gündeme getirirken, diğer yandan “küresel” dünyada farklı bir model özelliğini koruyabilmek için sosyal haklarda AB normları oluşturmaya çalışıyor.
Bu aslında Avrupa sınıflar mücadelesinin bugünkü ifadesinden başka bir şey değil. Bu gerilim Avrupa’daki farklı sınıfları ve toplumsal kesimleri “Nasıl bir Avrupa?” sorusu etrafında mücadeleye sevkediyor.
Avrupa Anayasası bu mücadelenin en güncel zeminlerinden birini oluşturuyor. Avrupa emekçileri ve solu, Avrupa Anayasası’nın bireysel hak ve özgürlüklerin ötesinde temel sosyal hak ve özgürlükleri de güvence altına almasını savunuyor; öte yandan başta Britanya olmak üzere pek çok ülkenin buna karşı çıktığı biliniyor.
Geçenlerde Londra’da toplanan Avrupa Sosyal Forumu’nda bu konu yoğun şekilde tartışıldı. Başta Avrupa Sendikalar Konfederasyonu olmak üzere Avrupa emekçilerinin örgütleri, sol partiler ve hareketler Anayasa’nın tartışıldığı ve sırayla AB üyesi ülkelerde referanduma sunulacağı bu dönemde enerjilerinin önemli bölümünü bu konuya harcıyorlar.
Bu sürecin, müzakerelerin başlamasıyla birlikte Türkiye’yi de sarıp sarmalaması kaçınılmaz olacak. Çünkü müzakere kararının alınmasıyla, göreli olarak geride kalacak Kopenhag siyasi kriterlerinin (bireysel haklar) yerini sosyal haklar tartışması alacak. İşte bu noktada sınıf mücadelesinin yalın biçimi, yani emek ve sermaye çelişkisi tüm çıplaklığıyla tartışmanın ana gündem maddesi olacak.
Bu süreçte AB’ye yönelik genel siyasi tartışmaların ötesinde, müzakerelerin teknik ayrıntılarına hakim bir tavrın da üretilmesi zorunlu. Özellikle AB Müktesebatında 13 no’lu başlıkta toplanan “İstihdam ve Sosyal İşler” ile ilgili teknik hazırlık başta sendikaların olmak üzere, kendini sosyal mücadeleye hasretmiş tüm örgütlerin görevidir. En azından bazılarımızın bu işi sorumluk olarak görmesi zorunlu. Bunun aynı zamanda Avrupa’daki sosyal mücadeleye de katkı olacağı unutulmamalı.
*
Ekonomik ve sosyal konuların giderek gündeme daha çok oturacağını ve siyasetin ana ekseni hale geleceğini söyledik. Bu yaşanmaya başladı bile!
Hükümet IMF ile yeni bir stand-by anlaşmasına hazırlanırken, kamu yönetiminden devlet personel rejimine, kıdem tazminatından çalışma yasalarına ve sosyal güvenliğe pek çok alanda radikal değişiklikleri gündeme getiriyor.
Kıdem tazminatının bugünkü biçiminin kaldırılarak bir fona devredilmesi önerisi şimdilik rafa kaldırılmış olsa da yakın zamanda bunun yeniden gündeme getirileceği biliniyor. Çalışma yasaları ise bir taslak halinde taraflara sunuldu. Yakında bu konu da alevlenecek.
Bu arada sosyal güvenlikte yapılmak istenen değişiklikler içinde yer alan “genel sağlık sigortası” hızla yasalaştırılmaya çalışılıyor. Başlangıç noktası ise SSK hastanelerinin Sağlık Bakanlığı’na devredilmesi. Hükümet bu adımı atarken SSK hastanelerindeki yetersizlikten bıkan halkın desteğini alacağını umuyor! Oysa başta DİSK, SES, TTB olmak üzere emek örgütlerinden gelen tepkilerin, hastane önlerinde yapılan eylemlerin halktan sıcak ilgi görmesi Hükümetin işinin kolay olmayacağını gösteriyor.
Tabii ki Hükümet pervasızca bu işi apar topar bitirmeye çalışacak. Ama tepkilerin büyümesi ve kitleselleşmesiyle, bu değişikliği yapsa bile, bu Hükümetin aleyhine olacak. Çünkü sağlıkta yapılmaya çalışılan işin, sağlığın tıpkı pazardaki domates gibi alınıp satılabilir bir meta konumuna indirgenmesi anlamına geleceği görülecek ve zaten milyonları bunundan solutan işsizlik ve yoksulluğun üzerine tuz biber ekmekten başka bir sonuç doğurmayacak.
Bu açıdan son eylemlerde atılan “AKP sağlığa zararlıdır” sloganı sadece sendikacıların sesi olarak görülmemelidir. Bu slogan, halkın özlemleri ve talepleri ile AKP Hükümetinin yeni liberal uygulamaları arasındaki çelişkinin ifadesi olarak değerlendirilmelidir.
AKP aşil topuğundan yakalanmıştır. Tıpkı bir önceki Hükümete fırlatılan yazar kasa gibi, bu Hükümetin de zayıf noktası sağlık ve diğer kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesi, çalışanların haklarına yapılan saldırı ve işsizlik-yoksulluğun önlenemeyen büyümesi olacaktır.
*
Peki bu tepkilerin ve halkın “insanca yaşam” özleminin siyasi ifadesi nerede oluşacaktır? Ortadaki asıl soru da budur…