137/5’e göre, bu maddenin düzenlemeleri ücretler, örgütlenme, grev hakkı için geçerli olmayacaktır. Buradan hareketle AB üyeliğinin kollektif sosyal/sendikal haklar konusunda bir kazanım sağlamayacağı iddiası ileri sürülmektedir. Oysa bu kural sadece Topluluk organlarına bağlayıcı karar alma konusunda sınırlama getirmekte olup genel olarak örgütlenme ve grev hakkının Topluluk hukuku dışında olduğu anlamına gelmemektedir. Bu kural bir istisna […]
137/5’e göre, bu maddenin düzenlemeleri ücretler, örgütlenme, grev hakkı için geçerli olmayacaktır. Buradan hareketle AB üyeliğinin kollektif sosyal/sendikal haklar konusunda bir kazanım sağlamayacağı iddiası ileri sürülmektedir. Oysa bu kural sadece Topluluk organlarına bağlayıcı karar alma konusunda sınırlama getirmekte olup genel olarak örgütlenme ve grev hakkının Topluluk hukuku dışında olduğu anlamına gelmemektedir. Bu kural bir istisna niteliği taşımaktadır ve dar yorumlanması gerekir . AB’nin örgütlenme özgürlüğü ve grev hakkı konusunda düzenleme yetkisinin olmaması, AB’nin grev hakkını ihlal ve ihmal ettiği anlamını taşımamaktadır. Çünkü örgütlenme ve grev hakkı ön koşul niteliğindeki siyasi kriterlerinin bir parçasıdır. Bunu, çeşitli AB belgelerinde açıkça görmek mümkündür.
AB’nin kendini bağlı saydığı uluslararası antlaşmalar ve insan hakları sözleşmeleri nedeniyle; temel sendikal/sosyal haklar, AB hukukun olmazsa olmaz bir parçasıdır. AB Anayasası; AB’nin “insan onuru, özgürlük, demokrasi, eşitlik, hukuk devleti ve insan haklarına saygı temelinde kurulduğunu” belirtilmekte ve “çoğulcu toplum, hoşgörü, adalet dayanışma ve ayırımcılığın reddinin üye ülkelerin ortak değerleri olduğunu” vurgulamaktadır.
Topluluk antlaşmasının 6. maddesi ile, Birlik kendini İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (İHAS) ile bağlı saymaktadır. Antlaşmanın 136. maddesinde Topluluk Temel Sosyal Haklar Şartı’na ve Avrupa Sosyal Şartı’na (ASŞ) açıkça atıfta bulunulmuştur. Anayasanın bir parçası olan Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı’nda, İHAS, ASŞ, Adalet Divanı (ATAD) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) içtihat hukukundan kaynaklanan haklar teyit edilmiştir.
Haziran 1993’te Kopenhag Zirvesinde kabul edilen ve “Kopenhag siyasi ölçütleri” olarak bilinen kararlar; AB üyeliği için gerekli ölçütleri sıralarken, demokrasi, hukuk devleti ve insan haklarını garanti altına alan kurumların istikrarlı bir biçimde varlığını ön koşul olarak belirtmiştir. Bu hakların sadece kağıt üzerinde varlığını değil günlük yaşamda fiilen uygulanması gerektiğini vurgulamıştır. Bu nedenle örgütlenme ve grev hakkı siyasi kriterler bağlamında AB hukuku kapsamındadır.
Kopenhag kriterleri çerçevesinde, sosyal/sendikal hak ve özgürlüklerin eksiksiz varlığı bir siyasi kriter olarak değerlendirilmekte ve bu nedenle, Konsey tarafından hazırlanan Katılım Ortaklığı Belgeleri (KOB), Komisyon tarafından hazırlanan Düzenli İlerleme Raporlarında sendikal/sosyal haklar, siyasi kriterler bölümünde yer almaktadır.
Tüm yukarıda sayılanlar göstermektedir ki, sosyal politika alanında AB normlarına uyumun sağlanması, AB’nin sosyal politikaya ilişkin çoğu teknik nitelikli yönergelerinin iç hukuka aktarılması ile mümkün değildir. Temel sendikal ve sosyal hakları güvence altına alacak bir mevzuat ve zihniyet değişikliği olmadan sosyal politika uyumundan söz edilemez.
Ancak Türk sermaye çevreleri aynı kanaatte değil. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK), uyum sürecinde geniş yoruma karşı çıkmakla kalmayıp, var olan koruyucu düzenlemelerin daha da daraltılmasını istemekte, AB’nin sosyal politikasını, emredici düzenlemeler (Topluluk Antlaşmaları ve yönergeler-Acquis) ve onların lafzı ile sınırlı yorumlamaktadır. Türkiye’nin uyumunun büyük ölçüde gerçekleşmiş olduğunu ve zaten AB’de sosyal politika alanında çok fazla ortak standart bulunmadığını ileri süren TİSK, şu görüşleri dile getirmektedir .
“Avrupa Birliği’ne tevdi edilen Ulusal Program’ın çalışma hayatına ilişkin taahhütleri konusunda çok ciddi endişeler yaşıyoruz. Programın bazı bölümlerinde, Avrupa Birliği’nin ülkemizden talep etmediği, ayrıca Birliğin Tüzük ve Yönergelerle ortak düzenlemeye gitmediği, dolayısıyla Türkiye’den yerine getirilmesi istenmeyen pek çok düzenlemenin taahhüt edildiği dikkati çekmektedir” .
AB sosyal politikasının dar yorumu hükümet ve işveren çevreleri ile sınırlı değildir. Bu yaklaşıma sendikal çevrelerde de rastlanmaktadır. Türk-İş, AB sosyal politikası konusunda uzunca bir süre dar yoruma yakın durmuş ve “AB üyeliğinin sendikal hak ve özgürlükler ve temel işçi hakları açısından doğrudan hiçbir katkısı yoktur” görüşünü savunmuştur . AB sürecinin, sendikalar ve çalışanlar açısından yaratacağı olanaklar yeterince irdelenmemekte, AB’nin müktesebatında sendikal/sosyal haklar açısından önemli bir yenilik olmadığı, AB üyeliğinin çalışanlara bir yararı olmayacağı hatta zararı olacağı gibi eksik/hatalı değerlendirmeler yapılmaktadır . Bu değerlendirmeler sosyal politika uyumu konusunda aktif ve pozitif bir rol oynaması gereken sendikaları sürecin dışına düşürmektedir.
AB üyeliğinin; işçi hakları açısından hiçbir katkısının olmayacağı; hatta işçi haklarının daha kötüleşeceğine ilişkin düşünceler bilim çevrelerinde ve solda da dile getirilmekte, AB’nin “ezilenlerin afyonu” olduğu tezlerine rastlanmaktadır . AB üyeliğinin işçi sınıfı lehine olacağını söylemek “aymazlık, yeni mandacılık ve protektoracılık” olarak nitelenmekte, dahası AB üyeliğinin lehte düzenlemeler bir yana var olan hakların da geriye çekilmesine yol açacağı ve işçi sınıfı adına AB’ye girişi savunacak bir şeyin olmadığı iddia edilmektedir . Bir diğer değerlendirme ise; AB’nin Türkiye’den bir çok alanda değişiklik isterken, sendikacılıkla ilgili yasalar konusunda hiçbir istemde bulunmadığı şeklindedir . Oysa 2001 ve 2003 Katılım Ortaklığı Belgeleri ve 1998-2003 arası yayınlanan altı ilerleme raporu sosyal ve sendikal haklar alanında son derece detaylı eleştiri ve önerilere yer vermektedir.
AB organları ise sosyal politika alanında geniş yorumu tercih etmektedir. Bunu KOB ve İlerleme Raporlarının içeriğinden ve sistematiğinden anlamak mümkündür. İlerleme Raporlarında sendikal ve sosyal haklar iki ayrı bölümde ele alınmaktadır. Bunlardan biri Siyasi Kriterler bölümünde yer alan Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar başlığı, diğeri ise müktesebata uyum başlığı altında istihdam ve sosyal politika bölümüdür. AB, sendikal/sosyal hakları açıkça siyasi kriterler bağlamında değerlendirmektedir.
Grev hakkı, AB sosyal politikasının geniş yorumu konusunda çarpıcı bir örnek oluşturmaktadır. Şişecam grevinin ertelenmesiyle ilgili Kristal-İş Sendikasının mektubunu yanıtlayan Avrupa Komisyonu’nun Genişlemeden sorumlu üyesi Günter Verheugen, şu görüşlere yer vermiştir .
“Grev hakkının düzenlenmesi ile ilgili bir Topluluk mevzuatı olmasa da Grev hakkı, AB üyesi ülkelerin ulusal anayasalarında saygın bir yer almasının yanında çeşitli uluslararası sözleşmeler tarafından (Uluslararası Çalışma Örgütü sözleşmeleri ve Avrupa Temel Haklar Şartı gibi) temel bir hak olarak tanınmıştır. Dahası, Kopenhag Kriterlerine uygun olarak aday ülkelerin temel insan haklarına, kültürel haklara ve sosyal haklara saygı göstermeleri gerekmektedir. Grev hakkını içeren sendikalaşma ve toplu pazarlık hakkı bu sosyal haklardan biridir”
Sonuç olarak AB sosyal politikasına uyum, sadece AB müktesebatının teknik hükümlerine uyum sorunu değil, temel sendikal hak ve özgürlükler açısından, AB’nin benimsediği hak ve özgürlüklerin ve değerlerin kabul edilmesi sorunudur.
Sendikaların Yaklaşımı
Sendikaların AB sürecinde takındıkları tutum, sosyal politika uyum sürecini doğrudan etkilemektedir. Sendikaların yaşadığı tereddüt ve gel-gitler hükümetlerin sos
yal politika alanında ağırdan almasını kolaylaştırmaktadır.
Türk-İş, 1960’ların başlarından 2000 yılına kadar Türkiye’nin AET/AB üyeliğine olumlu bakmış, ancak 2000 yılından itibaren, tutumunda köklü bir değişiklik yaşanmıştır. 1995 Genel Kurulunda alınan ve Türk mevzuatının AB standartlarına uygun hale getirilmesi kararına rağmen, 2000 yılında Türk-İş Genel Başkanı Bayram Meral tarafından yapılan bir değerlendirmede şu görüşlere yer verilmiştir :
“Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde sendikal hak ve özgürlükler alanında önemli adımlar beklemek de gerçekçi değildir…. Türkiye’nin daha da demokratikleştirilmesi, 12 eylül sonrasında askeri yönetimi destekleyen bazı AB ülkelerinin çabalarıyla olmaz. Daha da demokratikleşme, Türk işçilerinin kendi demokratik mücadelesi ile gerçekleşecektir”
Türk-İş, Cumhurbaşkanı Sezer’e sunduğu 11 Aralık 2001 tarihli ‘AB Türkiye’den Ne İstiyor’ başlıklı raporla, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı açıkça karşı tutum almaya başlamıştır . Rapor, AB’nin sosyal boyutunu irdelemeyi göz ardı eden, tamamen siyasal sorunlar etrafında hazırlanmış bir bildirge olarak değerlendirilebilir.
Bu raporunun ardından, Türk-İş ve üye sendika yöneticilerinin önemli bir bölümünün de imzalarının yer aldığı ve Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan tam sayfa bir gazete ilanı yayınlanmıştır . İlanda şu görüşlere yer verilmiştir:
“Türk ulusunun tarihine, yeteneklerine ve hedeflerine büyük bir saygısızlık göstererek, Avrupa Birliği’ne girmeyen bir Türkiye’nin, bir Ortadoğu diktatörlüğüne dönüşeceğini ileri sürerek, büyük bir acele ile Avrupa Birliği’nin Türkiye’den istediği bütün taleplerin yerine getirilmesi konusunda teslimiyetçi bir tavır izlenmektedirler”.
Türk-İş’in son yıllarda AB konusunda izlediği ikircikli tutumun özellikle sosyal politika alanında yapılabilecek reformların yetersiz kalmasında dolaylı bir rol oynadığını, gerek hükümet, gerekse Komisyon düzeyinde sosyal politikanın geliştirilmesi yönünde yapılabilecek girişimleri aksattığını söylemek mümkündür.
1980 ve 90’lı yıllarda AB üyeliğine karşı çıkan Hak-İş ise, daha sonra bu tavrını terketti ve giderek AB üyeliğinin ısrarlı savunucusu haline geldi. Hak-İş’in eski yaklaşımı şu yöndeydi:
“Türkiye’nin Müslüman bir ülke olması, Avrupa ile entegrasyonda ciddi bir sorun teşkil etmektedir…Türkiye, tarihi, ahlaki, felsefi, dini ve milli karakterleri itibari ile batılı değildir. Batılılaşma Türk toplumunun gündemine her zaman bir ihanet ve yabancılaşma olayı olarak girmiştir (…) Eğer mutlaka AT üyeliği için ısrar edilecek olursa, bu mutlak bir teslimiyet anlamına gelecektir…. Öte yandan Türkiye’nin AT’a başvurusu yürürlükteki anayasa ve yasalar açısından hukuki açıdan ağır bir cürüm oluşturmakta, devletin bağımsızlığını, ülkenin bütünlüğünü tehdit eden bir nitelik arz etmektedir. Müesses nizamı tebdil ve tağyire yönelik bir cürüm oluşmuştur. Bu konuda iktidar ve muhalefet partilerinin sessiz kalmaları düşündürücüdür. “
Hak-İş, aynı raporda AT üyeliğinin egemenliğin devri anlamına geleceğini ve mutlaka referanduma başvurulması gerektiğini savunmaktadır . 2003 yılına gelindiğinde ise Hak-İş’in köklü bir görüş değişikliğini benimsediği görülecektir. Hak-İş, AB uyum sürecinde yapılan reformları “Atatürk’ün başlattığı çağdaşlaşma ve Batılılaşma projesi yönündeki ileri bir aşama” olarak tanımlamaktadır “:
DİSK’in kuruluş bildirgesinde doğrudan AET’ye bir atıf olmamasına karşın “kapitalist kalkınma yoluna” karşı köklü eleştirilere yer verilmişti . DİSK’in kurucularının büyük ölçüde Türkiye İşçi Partisi’ne ve sosyalist düşünceye yakın olması, DİSK’in 1980’lere kadar Ortak Pazar karşı çıkan tutumunu açıklayıcı niteliktedir. DİSK 1979 tarihinde “NATO, CENTO, OECD ve Enerji Ajansı gibi askeri ve ekonomik örgütlerden çıkılması, AET ve IMF ile ilişkilerin kesilmesi” gerektiğini karara bağlamıştı.
1994 yılında toplanan DİSK Genel Kuruluna sunulan çalışma raporunda sendikaların sosyal boyutlu bir Avrupa için mücadele ettikleri belirtilmekte ve AB üyeliğine ilişkin herhangi bir karşı çıkışa rastlanmamaktadır .
KESK, “AB’nin; Avrupa sermayesinin çıkarları ve ihtiyaçları çerçevesinde şekillenen bir kurum” olduğunu savunarak, sermayenin Avrupasına karşı emeğin Avrupası yaklaşımını öne çıkarmaktadır. 16-17-18 Ağustos 1996 tarihinde toplanan KESK 1. Genel Kurulunda AB ile ilgili alınan bir kararda şu değerlendirme yapılmıştır: “KESK, AB’nin sermaye denetimindeki emekçilerin kazanımları aleyhine üretilen politikalarını tespit ederek, sermayenin Avrupası’na karşı Avrupa ülkelerindeki emekçilerin yürüttüğü mücadeleyi destekler” Kararda devamla, “Avrupa’daki emekçilerin iktidarının ve emeğin Avrupa’sının kurulması mücadelesine katkı yapmayı önüne hedef olarak koyar, Avrupalı emekçilerin mücadele deneyimlerinden dersler çıkarır, kazanımlarının korunması ve geliştirilmesi için caba harcar” görüşlerine yer verilmiştir. AB konusunda eleştirel bir tutum takınan KESK Türkiye’nin AB üyeliği konusunda açık bir tutum ifade etmemekle birlikte Avrupalı emekçilerin kazanımlarına ve sosyal Avrupa yaklaşımına vurgu yapmaktadır.
Sosyal Politika’da Uyuma Direnç
Türkiye’de sermayenin ve devletin sosyal politika konusundaki dirençleri ve uluslararası normlara uyum konusundaki gönülsüzlükleri köklü bir geçmişe sahiptir. Türkiye 1952 yılında onayladığı örgütlenme özgürlüğü ile ilgili 98 sayılı ILO sözleşmesinin gereklerini yerine getirmediği için yarım yüzyıl sonra, bugün bile ILO tarafından eleştirilmektedir. ILO’nun 1948 yılında kabul ettiği sendika özgürlüğü ve örgütlenme hakkına ilişkin 87 sayılı sözleşme (özellikle sendikalaşma hakkının devlete karşı güvence altına alınması hakkında) Türkiye tarafından tam 44 yıl sonra, 1992’de kabul edilmiştir. Ancak gerekleri hala yerine getirilmemiştir. 1961 tarihli Avrupa Sosyal Şartı’nı, 1989 yılında onaylayan Türkiye, Şart’ın en önemli hükümlerine; adil çalışma şartları hakkı (m.2), işçi sağlığı ve iş güvenliği hakkı (m.3), sendika hakkı (m.5), toplu pazarlık hakkı (m.6), çalışan kadınların korunması (m.8), bedensel ya da zihinsel özürlülerin mesleksel eğitimi hakkı ve mesleksel ve yeniden uyum hakkı (m.15), çekince koymuştur. Avrupa Sosyal Şartı’nın 1996’da revize edilen son şeklinin onaylanması ise henüz gündeme bile gelmemiştir.
Bu geleneksel direnç politikası, AB uyum sürecinde de devam etmektedir. Bu süreçte gerçekleştirilen 2001 ve 2004 Anayasa değişiklikleri ve toplam yedi “uyum paketi” içinde, en az yer verilen alan sosyal hukuk ve sosyal politika olmuştur. İlerleme Raporları ve KOB’da dile getirilen AB ilkelerine ve müktesebatına aykırılıkların ortadan kaldırılması için sosyal hukuka ilişkin yapılması gereken düzenlemeler ısrarla geciktirilmektedir. Son olarak Avrupa Parlamentosu tarafından 1 Nisan 2004 tarihinde onaylanan Türkiye Raporunda da Türkiye’de sendikal hakların tam olarak güvence altında olmadığı, sosyal diyalogun son derece sınırlı olduğu vurgulanmakta ve hükümetten sınırlamaları ortadan kaldırarak AB ülkelerindeki sendikal yasalara benzer yasaları çıkartması istenmektedir . Ancak buna rağmen Mayıs 2004’te gerçekleştirilen Anayasa değişikliği paketi içinde sendikal haklara yer verilmemiştir .
Sosyal politika alanındaki direncin en anlamlı göstergeler
inden biri 2001 ve 2003 Ulusal Programları (UP) arasındaki farktır. 2003 Ulusal Programı özellikle sendikal haklar ve sosyal politika açısından 2001 UP’nin çok gerisinde bir yaklaşım sergilemektedir.
2001 UP’nin Siyasi Kriterler bölümünde “sendikal haklarla ilgili mevcut sınırlamaların gözden geçirilmesi… ve sendikal hakların 87 ve 98 sayılı ILO Sözleşmeleri ve Avrupa Sosyal Şartı doğrultusunda yeniden düzenlemesi” hedefine yer veriliyordu. Ayrıca Sosyal Politika bölümünde “grev yasağının kapsamının daraltılması, yüzde on yetki barajının kaldırılması ve kamu personeline sendikalaşma hakkı” tanınması konularında düzenleme yapılması öngörülüyordu. Ancak 57. hükümet, UP’de yazılanlara rağmen bunların gereğini yapmadı. 59. hükümet ise bu taahhütleri UP’den tümüyle çıkarttı. 2003 UP, AB’nin sosyal boyutunu küçümseyen, Anglo-Saxon ve yeni liberal bir bakış açısını yansıtmaktadır.
2003 UP’nin, Siyasi Kriterler bölümünde, 2001 UP’nin aksine sendikal-sosyal hak ve özgürlüklere tek kelime bile yer verilmemiştir. “Sosyal politika ve istihdam bölümünde” ise büyük ölçüde teknik düzenlemeler yer almıştır. 2001 UP’de taahhüt edilen sendikal ve sosyal hakların AB normları ve ILO sözleşmelerine uyumlu hale getirilmesi hedefinden neden vazgeçilmiştir? Bunun cevabını işveren örgütlerinin taleplerinde görmek mümkündür.
“Avrupa Birliği’ne tevdi edilen Ulusal Program’ın çalışma hayatına ilişkin taahhütleri konusunda ciddi endişeler taşıyoruz. Ulusal Program’ın yapılacak ilk revizyonunda; Kısa vadeli gerçekleştirilmesi öngörülen ve siyasi kriterler arasında yer alan hak grevi ve iş güvencesi gibi konular Programdan çıkartılmalı, kısa ve orta vadede ele alınması öngörülen konular yeniden değerlendirilmeli ve Türk ekonomisinin rekabet gücünü zayıflatacak hiçbir düzenlemeye yer verilmemelidir” .
İşveren örgütlerince yapılan telkinler ile 2003 UP metni karşılaştırıldığında açıkça görülmektedir ki; 59. Hükümet bu telkinleri dikkate almıştır. UP’nin sendikal ve sosyal haklara ilişkin bölümü büyük ölçüde TİSK’in istemleri doğrultusunda revize edilmesine rağmen, TİSK revize edilmiş (2003) UP’nin takviminden de rahatsız olduğunu, sosyal politika uyumu için aceleye gerek olmadığını ve uyumun tamamlanması için 2004 yılı hedefinin erken olduğunu belirtmektedir:
“Bu alanla (sosyal politika) uyum çalışmalarının 2004 yılı sonuna kadar sonuçlandırılması zorunluluğu yoktur. Bu iş tam üyelik müzakerelerinin başlamasından ve bazı durumlarda ülkemizin üyeliğinden sonra bile devam edebilecek bir süreçtir. Önümüzde onca zaman varken, iki ayağımızı bir pabuca sokmaya çalışmanın ülkemizdeki sosyal barışı olumsuz etkileyebileceği, zaten düşük olan rekabet gücümüzü daha da düşürebileceği endişelerini taşıyoruz “.
TİSK, sosyal politika konusunda uyum ölçütü olarak rekabet edebilirliği esas almakta ve rekabeti olumsuz etkileyebilecek sosyal düzenlemelerden (bunlar AB hukukun gereği olsa bile) kaçınılmasını ya da bunların ertelenmesini savunmaktadır. .
Türkiye’de sosyal politika alanında yaşanan direnç, ülkenin özgün sosyal gelişme çizgisi ve devletçi-otoriter geleneği ile yakından ilgilidir. Türkiye’nin kendine özgü koşulları, sosyal politika alanında devletçilik-paternalizm olarak ortaya çıkmaktadır. İnsel, devletçiliğin Türkiye’nin modernleşme sürecinde temel ilke olduğunu belirterek, devletçiliğin gerçek kapsamının devletin iktisada müdahale etmesiyle sınırlanamayacak kadar geniş olduğunu; hatta iktisadi devletçiliğin gerekli görüldüğünde hemen atılacak bir safra olarak sunulduğunu yazmaktadır. Devletçilik; toplumdaki her türlü dinamiğin, devlet denetim ve gözetimi altında gerçekleştiği ve toplumsal gelişmenin devletin çıkarları açısından değerlendirildiği bir yaklaşımdır . Devletçilik; sadece bir iktisadi kalkınma programının ifadesi değil, bir iktisadi faaliyet alanı kurarken bu alan içinde yer alacak devletin burjuvazisi ve devletin işçi sınıfını yaratmak teşebbüsüdür .
Türkiye’de sosyal politikanın temel özelliği, sosyal ve sınıfsal dinamiklerin ürünü olarak değil, devletin etken olduğu bir süreç olarak gelişmesidir. Geç kapitalizm, geç işçi sınıfı ve geç demokratikleşme süreci Türkiye’de sosyal politikanın baskın karakterinin paternalizm olmasına yol açmıştır.Türkiye’nin Batı’ya göre geç sanayileşmesi ve Batı gibi bir sanayi devrimi yaşamaması, sosyal politikanın aşağıdan yukarıya bir basınç yoluyla gelişmesini engellemiştir. Batı tipi bir burjuva sınıfının oluşmaması ve bu burjuva sınıfının bir özgürlük mücadelesi yürütmemesi, tam tersine devletin kendisinin bir burjuva sınıfı yaratmaya çalışması Türkiye’de sosyal politikayı ve çalışma ilişkilerini farklılaştırmaktadır.
Paternalist yaklaşım, AB uyum sürecine de sinmiştir. 2001 Anayasa değişiklikleri ile 1982 Anayasasında köklü değişiklikler yapılmış, klasik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi konusunda önemli adımlar atılmıştır. Ancak 1982 yılından bu yana yürürlükte olan grev hakkı ile ilgili 54. maddeye ILO ve AB’nin yıllardır dile getirdiği eleştirilere rağmen dokunulmamış ve yine ILO ile AB’nin ısrarlı eleştirilerine rağmen kamu çalışanlarına toplu sözleşme ve grev hakkı tanınmamıştır. Oysa sınırsız sendika özgürlüğü, toplu sözleşme özerkliği ve grev hakkı geleneksel insan haklarının bir uzantısı durumundadır . Bu çerçevede özellikle grev hakkının, Türkiye’nin aday üyeliğinden bu yana yargı kararlarına rağmen sistematik olarak ihlal edildiği görülmektedir. AB uyum sürecinin başladığı 2000 yılından bu yana hiçbir etkili greve idare tarafından izin verilmemiş ve toplam 8 grev ertelenerek engellenmiştir (Tablo).
Tablo
Ertelenen Grevler 2000-2004
Tarih Gerekçe İşkolu/Sektör Sendika
24 Ağustos 2000 Genel Sağlık Genel Hizmetler Belediye-İş, Genel-İş
5 Mayıs 2000 Milli Güvenlik Lastik Lastik-İş
17 Mayıs 2002 Milli Güvenlik Lastik Lastik-İş
8 Haziran 2001 Milli Güvenlik Cam Kristal-İş
25 Haziran 2003 Milli Güvenlik Lastik Petrol-İş
8 Aralık 2003 Milli Güvenlik Cam Kristal-İş
14 Şubat 2004 (2. Erteleme) Milli Güvenlik ve Genel Sağlık Cam Kristal-İş
16 Mart 2004 Milli Güvenlik Lastik Lastik-İş
Kaynak: Aziz Çelik, Bir Hukuk Skandalı: Şişecam Grev Ertelemeleri, Türk-İş Dergisi, Sayı 359, Ocak-Şubat 2004, s.46
2004 Anayasa değişiklikleri doğrudan sosyal haklarla ilgili düzenlemelere yer vermemiş, ancak Anayasanın 90. maddesine eklenen bir fıkra ile dolaylı olarak sosyal hakları olumlu etkileyecek bir düzenleme yapılmıştır. Düzenlemeye göre sosyal ve sendikal hakları da içeren temel hak ve özgürlüklerle ilgili uluslararası antlaşmalarda yer alan hükümler ulusal yasaların yerini alabilecek ve antlaşmalarla çelişen ulusal yasalar geçersiz sayılacaktır. Bu değişiklik yargı organları tarafından uygulamada benimsenirse, uluslararası insan hakları sözleşmeleri ile çelişkili pek çok yasa hükmü uygulanmaz hale gelecek ve sosyal haklarda bir genişleme imkanı doğabilecektir.
Anayasa değişiklikleri dışında, toplam sekiz uyum paketi içinde sendikal/sosyal hakları doğrudan etkileyen tek düzenleme, üçüncü uyum paketi ile serbest bölgelerdeki grev yasağının kaldırılması oldu. Yapılan değişikliklere rağmen, 1982 Anayasası ile aralarında Sendikalar Yasası, Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası, İş Yasası, Kamu Personeli Sendikaları Yasası, Özel Öğretim Kurumları Yasası, Devlet Memurlar