Günter Verheugen’in ziyareti medyada epey yankı buldu. Özellikle Güneydoğu gezisi içeriği dışında magazinsel boyutuyla da ilgi çekti. Gezinin son gününde Verheugen’in, biraz da sürpriz bir biçimde, sendikacılarla yaptığı toplantı ise, toplantıda ne konuşulduğundan daha çok sendikacılar arasındaki tartışma biçiminde basına yansıdı. Toplantı sonrasında ortaya çıkan tablo şu: TÜRK-İŞ, HAK-İŞ ve TİSK, Türkiye’ye müzakere tarihi verilmesini […]
Günter Verheugen’in ziyareti medyada epey yankı buldu. Özellikle Güneydoğu gezisi içeriği dışında magazinsel boyutuyla da ilgi çekti.
Gezinin son gününde Verheugen’in, biraz da sürpriz bir biçimde, sendikacılarla yaptığı toplantı ise, toplantıda ne konuşulduğundan daha çok sendikacılar arasındaki tartışma biçiminde basına yansıdı.
Toplantı sonrasında ortaya çıkan tablo şu: TÜRK-İŞ, HAK-İŞ ve TİSK, Türkiye’ye müzakere tarihi verilmesini talep eden ortak bir rapor sunuyorlar, buna karşılık DİSK ve KESK Türkiye’de çalışma hayatında varolan sorunlarda değinen ayrı raporlar sunuyorlar. Tartışma da buradan çıkıyor.
Refik Baydur’a göre DİSK ve KESK kendi “şahsi sorunlarını” toplantıya yansıtmışlardır, ayrıca “KESK’in burada ne işi vardır?” HAK-İŞ Başkanı Salim Uslu’nun iddiası ise bu toplantının önceden hazırlandığı, çalışanların sorunları gibi “teknik konuların” toplantıya getirilmesinin yanlış olduğu, zaten Verheugen’in de bu konuların ayrıntısını bilemeyeceği yönündedir. DİSK ve KESK Başkanları ise Türkiye’nin toz pembe olmadığını vurgulamak istediklerini söylemişlerdir.
*
Tartışmalar bir yana toplantının bir yararı Türkiye’de işçi haklarının yeniden gündeme gelmesi oldu. Peki çalışanların sorunları ile AB sürecinin bir bağlantısı var mı? Kamuoyunda AB dendiğinde daha çok insan hakları, işkence, anadilde eğitim ve yayın gibi konular akla geliyor. Verheugen gezisinde de öne çıkan konular bunlar.
Ama işin diğer yanı, yani bireysel hak ve özgürlüklerin ötesinde, sosyal sorunlar, özellikle çalışanların temel sendikal haklarının hiç mi önemi yok? Bunlar AB dışı konular mı? Bir bakalım.
Aralık ayında Türkiye ile müzakerelere başlayıp başlamayacağına karar verecek olan Avrupa Birliği Konseyi’ne ışık tutacak 2004 İlerleme Raporu 6 Ekim’de açıklanacak. Türkiye açısından bu raporun içeriği önemli. Görüldüğü kadarıyla raporda “olumlu ilerlemelerden” söz edilecek, ama “bazı eksikliklere de” yer verilecek.
Toplumsal örgütlerin, bu arada sendikaların kendileriyle ilgili taleplerin raporda yer alması için çaba göstermesi doğal. Bu nedenle ilerleme raporlarında yer alan hususlarda gelişme sağlanıp sağlanmadığına yönelik değerlendirme yapmaları ve bunu yansıtmaları da doğal.
Zaten “müzakere” adı verilen süreç de böyle bir şey. Avrupa Birliği müktesebatını oluşturan başlıklara ilişkin sorunlar ortaya konacak, bu konudaki gelişmeler takip edilecek, tarafların değerlendirmesi alınacak, eksiklikler belirtilecek vb. ve bu süreç müktesebata tam uyum sağlanıncaya kadar sürecek.
Tabii ki müktesebatın, yani AB direktiflerinin kendisinin tartışılması da önemli. Yani uyum sağlamak istediğimiz şey iyi bir şey mi? Özellikle sosyal konularda müktesebatı iyileştirme de, müktesebata uyum da toplumsal kesimlerin karşılıklı mücadelesine göre şekilleniyor.
Önümüzdeki süreçte sendikaların önünde, bir yandan varolan müktesebata uyum sağlamak için yapılması gerekenler konusunda aktif mücadele yürütmek, diğer yandan müktesebatın çalışanlar lehine iyileştirilmesi için Avrupa’da süre giden mücadeleye katkı vermek gibi ikili bir görev duruyor.. Bunlar daha çok tartışılacak…
*
2003 İlerleme Raporu’nun “Sosyal Politika ve İstihdam” başlıklı bölümünde şu gözlemlere yer veriliyor:
“Çalışma hukuku sahasında, ilgili müktesebatla uyumlaşmaya yönelik ilave çabalar gereklidir. Bu sahadaki Yönergeler ile tam uyum için bütün konularda daha ayrıntılı mevzuat çıkarılmalıdır. Bu husus, özellikle, işletmelerin devredilmesi, işçilerin başka yerde görevlendirilmesi, işyerinde çalışan gençler, sabit süreli ve kalıcı istihdamda sağlık ve güvenlik, Avrupa İşyeri Konseyleri, işçilerin Avrupa Şirketi’ne katılması, işçilere bilgi verilmesi ve danışılması, ve işçilere sözleşme koşulları veya istihdam ilişkileri konusunda bilgi verme yükümlülüğü üzerine Yönergeler bakımından geçerlidir.
“Sosyal diyalog konusunda, müktesebat uyarınca bütün düzeylerde özgür ve sahici iki-taraflı ve üç-taraflı sosyal diyalog koşullarını yaratmak için öncelikli bir konu olarak ilerleme kaydetme gereği devam etmektedir. 2002’de belirtildiği gibi, Türkiye, bir sendika şubesi kurmak için kısıtlayıcı barajların kaldırılması ve bir sendikanın şirket düzeyinde toplu pazarlık yapabilmek için % 10’luk baraj şartının kaldırılması dahil, tam sendikal hakların tesis edilmesi yönünde ilerlemelidir. Özellikle, kamu sektörü çalışanları başta olmak üzere, grev ve toplu pazarlık hakkıyla ilgili kısıtlayıcı hükümler vardır. Toplu sözleşmelerin kapsamında olan işgücünün yüzdesi son derece düşüktür: % 15’ten az olduğu tahmin edilmektedir. Özel işletmelerin çoğunda sosyal diyalog mevcut değildir. Bu durum, işletme düzeyinde müktesebatın gereğince uygulanmasını sınırlayabilir. Özel işletmelerde sosyal diyalog teşvik edilmelidir.
Ulusal düzeyde, Ekonomik ve Sosyal Konsey, ulusal düzeyde sosyal partnerlere danışılmasının yetersiz işlediğini gösteriyor. Konsey’in yapısal kusurları, örneğin hükümetin başat bir konumda olması, Konsey’in değerini azaltmaktadır ve bütün sosyal partnerler ile birlikte gözden geçirilmelidir. Özel sektör, kamu makamları ve sosyal partnerler, sosyal diyaloga bağlı olduklarını göstermeli ve engelleri kaldırmak için gerekli tedbirleri almalıdırlar.”
Sadece bu kadarı bile Türkiye’de çalışanların hakları, özellikle sendikal hakların önündeki engellerin AB sürecinde önemli bir rol oynayacağını gösteriyor. Benzer gözlemler, biraz daha ayrıntılı olarak, AB danışma organı olan Avrupa Ekonomik ve Sosyal Komitesi’nin 1 Temmuz tarihli Türkiye raporunda da yer alıyor. Komite, Türkiye’deki Ekonomik ve Sosyal Konsey’in yapısının değiştirilmesini, çalışma yasalarında ILO normlarıyla yum sağlanmasını ve bu adımların Aralık zirvesine kadar tamamlanmasını istiyor (Bkz. www.esc.eu.int).
İşveren temsilcileri çalışma hayatındaki sorunların azaldığını, hatta Türkiye’nin ILO gündeminden bile düştüğünü iddia ediyor. Oysa yukarıdaki raporlarda sorunların bir kısmı çok açık bir şekilde ifade ediliyor. Türkiye ILO gündeminden de düşmüş değil. Nitekim ILO Sözleşmelerin ve Tavsiyelerin Uygulanması Komitesi’nin (Aplikasyon Komitesi) 2004 ILO Konferansı’na sunduğu raporun 87 ve 98 sayılı Sözleşmeler ile ilgili kısmında, Türkiye hakkında şu ifadeler yer alıyor:
“Komite, DİSK’in 2 Haziran 2003 tarihli değerlendirmesini ve hükümetin cevabını not eder. Komite hükümetin 2821 sayılı Sendikalar Yasası ve 2822 sayılı Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Yasası’nın bazı hükümlerinin değiştirilmesi için bir taslak hazırlamak üzere bir grup akademisyenin görevlendirildiğini söylediğini, buna karşılık DİSK’in kapatılmasına ilişkin spesifik soruna değinmediğini not eder. Komite, Hükümetin ifadelerine göre, yasa taslağının tamamlandığını ve tartışılmak üzere sosyal taraflara iletildiğini de not eder. Hükümet sürecin DİSK tarafından ifade edilen konulara da değinen bir yasa tasarısı ile sonuçlandırılacağını belirtmektedir.
“Komite, Anayasa’nın 51. maddesinde yapılan değişiklikle sendika yöneticisi olabilmek için aranan 10 yıl çalışmış olmak şartı kaldırıldığı halde, DİSK’in Çalışma Bakanlığı’nın sendika yöneticilerinde 10 yıl çalışmış olma şartına uymadıkları ve okuryazarlık belgesi vermedikleri şikayeti ü
zerine açılan davayı gündeme getirmeye devam ettiğini not eder. DİSK’e göre Bakanlık mahkemelerden Konfederasyonun kapatılmasını istemiştir. Dava İstanbul 5. İş Mahkemesi’nin gündemindedir. DİSK benzer davaların üye sendikalar için de açıldığını belirtmektedir.
“Komite, Anayasa’nın 51. ve 2821 sayılı Sendikalar Yasası’nın 14. maddesine ilişkin önceki yorumlarında, sendika yöneticisi seçilebilmeye ilişkin şartların örgütlerin kendileri tarafından belirlenmesi gerektiğini vurguladığını hatırlatır. Anayasa’nın 51. maddesinde yapılan değişiklikle 10 yıl çalışmış olma şartı kaldırıldığına göre, Hükümetin 2812 sayılı yasanın 14. maddesinde de gerekli değişikliği yapması gerektiğine işaret eder.
“Komite,2821 ve 2822 sayılı yasalarla ilgili tasarıların bir örneğinin en kısa zamanda Komite’ye gönderilmesini talep eder.”
Rapor’da 98 sayılı Sözleşme ile ilgili bölümde DİSK’in ve ICFTU’nun şikayetlerinden bahsedilerek Hükümetin cevabi yazısında bu konuda bir taslak hazırlandığı bilgisi alındığı belirtiliyor ve şöyle deniyor:
“Komite gelecek yıl, düzenli raporlar çerçevesinde, DİSK ve ICFTU’nun yorumları ve hükümetin cevapları ışığında son gözlemlerde ortaya çıkan konuları incelemeyi sürdürecektir.”
*
Görüldüğü gibi Türkiye’de çalışma hayatında varolan sorunlar ILO’nun da gündeminden de çıkmış değil. Burada vurgulamak istediğimiz şudur: Temel sendikal haklar, özellikle örgütlenme ve toplu pazarlık hakkına ilişkin sorunlar Türkiye emekçileri açısından güncelliğini sürdürüyor. Öte yandan bu sorunlar uluslararası ilişkiler alanında da, özellikle AB sürecinde ve ILO nezdinde tartışma konusu olmaya devam ediyor.
Nedir bu sorunlar?
İşçi statüsünde çalışan emekçilerin sendikal hak ve özgürlükleri ile ilgili düzenlemeler 2821 sayılı Sendikalar Yasası ve 2822 sayılı Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Yasası ile belirlenmiş durumda. Bu iki yasa 12 Eylül askeri müdahalesinin ardından bizzat bu müdahaleyi yapan askeri yönetim tarafından çıkarıldı. Bu yasalar halen yürürlükte ve temel hükümleri bugüne kadar aynen korunmuş durumda.
Bu yasaların temel fikri sendikaların devlet tarafından sıkı denetimi ve özgür toplu pazarlık hakkının sınırlandırılmasıdır. Örneğin, örgütlenme özgürlüğü, sendikaya üyelik ve üyelikten ayrılmanın noter şartına bağlanmasıyla büyük ölçüde engelleniyor. Yasaya göre bir işçinin istediği bir sendikaya üye olabilmesi için üyelik formunu notere onaylatması ve bu işlem için para yatırması zorunlu. Aynı zorunluluk sendikadan istifa etmek istediğinde de geçerli.
Sendikaların iç işleyişlerine ve yapılarına yönelik düzenlemeler sendikaların özgürce faaliyet göstermesini ve örgütlenmesini sınırlandırıyor. İşyeri sendika temsilcileri ve sendika yöneticilerinin güvencesi konusunda ciddi eksiklikler var. İşkolu ve işyeri barajlarına dayalı çifte baraj sistemi toplu pazarlık hakkını engelliyor. Bir sendikanın toplu pazarlık yetkisi kazanabilmesi için sektör çalışanlarının en az % 10’unu ve ayrıca yetki istenen işyerinde de çalışanların % 50’den fazlasını üye yapmış olması zorunlu.
Toplu pazarlık yetki sürecinin uzunluğu, karmaşıklığı ve yetkili sendikanın belirlenmesinin bakanlık ve mahkemelere bırakılmış olması bu hakkı ortadan kaldırıcı nitelikte.Grev hakkı sınırlandırılmış, hak grevi, dayanışma grevi, genel grev, uyarı grevi gibi grev türleri yasaklanmış durumda. Çok sayıda işkolunda ve işyerinde grev yasak. Grev ertelemesi grev hakkının hükümet tarafından tümüyle ortadan kaldırılmasına hizmet edecek şekilde düzenlenmiş.
Ne olmalı? Sendikal yapı ve işleyişe devlet müdahalesi olmamalı, sendikalar iç işleyişlerini ve yapılarını kendi tüzükleriyle özgürce belirleyebilmeli. Üyelik özgür olmalı, noter şartı ortadan kaldırılmalı.İşkolu ve işyeri barajları kaldırılmalı. Uyuşmazlık durumunda toplu pazarlık yetkisi referandumla belirlenmeli. İşyeri toplu sözleşmesi yanı sıra işkolu ve ülke düzeyinde de toplu pazarlık yapılabilmeli. Grev yasakları ve engelleri tümüyle ortadan kaldırılmalı.
AB sürecinin somut bir katkısı olabilir mi? Bu, Türkiye sendikal örgütlerinin taleplerini gündemde tutmayı başaran bir mücadele sürdürmelerine ve bu mücadeleye uluslar arası sendikal örgütlerden destek sağlayabilmelerine bağlı.