15-16 Eylül tarihlerinde toplanan Çalışma Meclisi’nde kıdem tazminatı fonu tartışması öne çıktı. DİSK, çalışma hayatında örgütlenme özgürlüğü, toplu pazarlık ve grev hakkı gibi temel konularda onca sorun varken kıdem tazminatının tartışılmasına karşı çıkarak toplantıyı terketti. Toplantıda kalan Hak-İş fona sıcak bakarken, Türk-İş’in karşı çıktığı basına yansıdı. TİSK Başkanı Refik Baydur da fonun oldu bittiye getirilmemesini […]
15-16 Eylül tarihlerinde toplanan Çalışma Meclisi’nde kıdem tazminatı fonu tartışması öne çıktı. DİSK, çalışma hayatında örgütlenme özgürlüğü, toplu pazarlık ve grev hakkı gibi temel konularda onca sorun varken kıdem tazminatının tartışılmasına karşı çıkarak toplantıyı terketti.
Toplantıda kalan Hak-İş fona sıcak bakarken, Türk-İş’in karşı çıktığı basına yansıdı. TİSK Başkanı Refik Baydur da fonun oldu bittiye getirilmemesini söyledi. Aslında işveren kesiminde, özellikle büyük sermaye gruplarının kıdem tazminatı fonuna sıcak bakmadığı, bunun yerine kıdem tazminatının 15 gün üzerinden ödenmesini, yani mevcut uygulama göre yarı yarıya azaltılmasını istediği biliniyor.
Bu açıdan Hükümetin Çalışma Meclisi’nde istediği sonucu alamadığı, kıdem tazminatı tartışmasının devam edeceği söylenebilir. İşçiler de hak kaybı doğuracak bir düzenlemeye ilk tepkilerini vermeye başladı. 16 Eylül’de çeşitli kentlerde DİSK üyesi işçiler protesto eylemleri düzenledi.
*
Çalışma Meclisi toplantısının diğer iki gündem maddesi işsizlik ve kayıt dışı ekonomi olarak belirlenmişti. Bu gündem maddelerine ilişkin olarak tartışmaya sunulan Bakanlık raporları en az kıdem tazminatı fonu kadar tartışılmaya değer. Çünkü bu raporlar Hükümetin işsizlik sorununa yaklaşımındaki çarpıklığı tüm açıklığıyla gözler önüne seriyor.
İşsizlik bugün Türkiye’nin bir numaralı sorunu. Toplum da bunu böyle algılıyor. Yapılan tüm anketlerde en acil sorun olarak işsizlik gösteriliyor. Bu nedenle işsizliğin sosyal bir sorun olmanın ötesinde politik bir konu olmaya başladığı söylenebilir. Bu sorunun bir süre sonra sosyal ve politik bir teki olarak AKP iktidarının karşısına çıkması kaçınılmaz olacaktır.
2001 krizi işsizliği sıçratan temel etmen.
Krizin ardından yaşanan hızlı işsizleşme, aradan geçen sürede yakalanan büyümeye rağmen durdurulabilmiş değil. Tarım dışı işsizlik % 15’e çıkmış durumda ve bu AB’de Polonya’dan sonraki en yüksek oran.
Çarpıcı olan ekonomik büyümeye rağmen işsizliğin düşmemesi. Bunun nedeni ise gerek yoğun makine-teçhizat yatırımı, gerekse çalışma saatlerinin arttırılması yoluyla “verimlilik”te sağlanan artış.
Üstelik işsizlik daha da bozulan gelir dağılımıyla elele gidiyor ve bu mutlak ve göreli yoksulluğu dayanılmaz boyutlara tırmandırıyor.
Yapılan projeksiyonlar yıllık ortalama % 6’lık bir büyüme yakalanmadığı sürece işsizliğin artmaya devam edeceği yönünde. Tabii bu büyümenin “istihdam dostu” bir büyüme olması şart.
Uygulanan politikaların bunu garanti etmediği, aksine Hükümetin IMF ile yapılan anlaşma uyarınca uyguladığı istikrar programının işsizliğin temel sebebi olduğu görülüyor. IMF büyümenin azaltılmasını istiyor, hükümet ise böyle bir tercihe yönelmenin siyasi intihar anlamına geleceğini biliyor.
*
Öte yandan her hükümet gibi AKP’nin de işsizliğe öncelikli bir sorun olarak eğilmesi doğal.
Burada doğru olmayan şu: Soruna çözüm ararken bu konuda oluşan çözüm önerilerinden hareket edilmesi gerekir. İşsizlikle ilgili olarak çeşitli platformlarda çeşitli çözüm önerileri dile getirildi. Bu konuda uzman kuruluş olarak görevlendirilen İş-Kur Genel Kurulu’nda da pek çok karar alındı.
Ama Hükümet bu kararları uygulayacağına yeni önerileri gündeme getiriyor. Aslında bu tutum bile “diyalog” konusundaki samimiyetsizliği açıkça ortaya koyuyor.
Yeni öneriler neler?
İşsizlikle mücadele hakkındaki Çalışma Bakanlığı Raproru’nun 6’ncı bölümün “İşgücü Piyasasının Durumu” başlıklı kısmında “İşgücü Piyasası Politikasının Yeniden Yönlendirilmesi” maddede (s.106), “1980 sonrası politika yönelimlerinin neo-liberal görünümüne karşın, istihdamı korumaya yönelik eski moda yöntemlerin 1990’lı yıllarda işbaşında olan koalisyonların ortak amacı olduğu anlaşılmaktadır. Başarısızlığa uğrayan istikrar (açık azaltma) girişimleri, özelleştirmelerin yavaş ilerlemesi ve aşırı şişkin kamu yönetimi, eldeki kanıtlar arasında en aşikar olanlarıdır.”deniliyor.
Burada açıkça liberalizme ve onun politika uzantıları olan özelleştirme ve kamunun küçültülmesine övgü yapılıyor. Oysa neo-liberalizmin ve onun politikalarının istihdam sorununa çare olamayacağı artık dünya ölçeğinde kabul görüyor.
Yine 6’ncı bölümün “İstihdamın Önündeki Engeller” başlıklı kısmında “Çağdaş ve Esnek Çalışma Yöntemlerinden Yeterince Yararlanılamaması” başlıklı maddede (s.125), esnekliğin ülkemizde yeterince uygulanmadığı vurgulanıyor ve örnek olarak part-time istihdamın oranının düşüklüğü gösteriliyor.
Oysa yine aynı maddenin son cümlesinde de söylendiği gibi, ülkemizde istihdamın yarısı kayıt dışıdır ve burada “sonsuz esneklik” (kuralsızlık) bulunmaktadır. Kaldı ki kayıtlı istihdamda da, özellikle çalışma saatleriyle ilgili olarak çalışanların yaşamını altüst edecek boyutlarda düzenlemeler (uzun ve yorucu çalışma saatleri, dinlenme ve tatil sürelerine uyulmaması vb.) söz konusudur.
Part-time istihdamın tercih edilmemesinin bir nedeni, zaten normal çalışmada ücretlerin son derece düşük olduğu bir ortamda part-time ücretlerin yaşamayı imkansız kılacak düzeylerde olmasıdır.
Raporun “İşsizliğin Önlenmesi Ve İstihdamın Arttırılması İçin Stratejiler Ve Öneriler” başlıklı 7’nci bölümünde somut politika önerileri yer alıyor.
Bu bölümün “Temel Stratejiler” kısmındaki 5’nci maddede “sosyal güvenlik kurumlarının açıklarının Hazine yardımlarıyla kapatılmasının istihdamla sınırlı olmak üzere prim indirimi şeklinde formüle edilmesi” öneriliyor. Sosyal güvenliğin finansmanına “açığın kapatılması” şeklinde bakan bir yaklaşımın sosyal devletçi olamayacağı açıktır.
Raporun “İşsizliğin Önlenmesi ve İstihdamın Arttırılması İçin Öneriler” başlıklı kısmın 1 inci maddesinde (s.137) yer alan,
* belli sayı üzerinde işçi çalıştıranlarla ilgili zorunlulukların (özürlü sakat kotası, işçi sağlığı önlemleri vb.) belli bir süre istenmemesi”,
* sadece hastalık ve iş kazalarına karşı sigortalama ve diğer alanların isteğe bağlı olması”
* Belli bir yaşa kadar (25-30) hastalık sigorta primlerinde indirim” önerileri çözüm zihniyetini ortaya koyuyor.
Birinci öneri, işçi sağlığını tehlikeye atabilecek, ikincisi sosyal devletin temel görevleri arasında yer alan zorunlu sigortacılığı zayıflatarak, tamamlayıcı nitelikte olması gereken “özel emekliliği” asli unsur haline getirebilecektir. Üçüncü öneri de hastalık halinde hak kaybı doğurabileceği için doğru değildir.
20’nci maddede (s.139) “ücret esnekliği sağlayan mekanizmaların kullandırılması için eğitim ve bilinçlendirme yapılması” ve 23’ncü maddede “Desantralize Olmuş Ücret Sistemi” öneriliyor. Ücret, işçi ve işveren arasındaki bireysel veya toplu pazarlığa bağlı bir konudur ve bu konuda bir “katılık” yoktur.
Burada asgari ücret tartışılmak isteniyor. Asgari ücret sosyal devletin temel görevleri arasındadır ve ülkemizde düzeyi ve belirlenme yöntemi tamamen yetersiz ve yanlıştır. Bu kadarının bile “esnek ücret” adı altında tartışmaya açılması kesinlikle yanlıştır.
Görüldüğü üzere, Hüküm
et işsizlik bahanesiyle varolan sosyal hakları kısmak, öte yandan sermayeyi tüm yüklerinden arındırmak istiyor.
Başbakan’ın TOBB’a, her işverenin bir kişiyi işe alması önerisini ve TOBB’un buna karşılık vergi ve sigorta muafiyeti istemesi kanıttır. Burada asıl amaç işsizliğe çare bulmak değil, işverenlerin sosyal yükümlülüklerinden arındırılarak sosyal güvencelerin tamamen ortadan kaldırılmasıdır.
Ancak sermaye gelirlerini tüm vergilerden ve sosyal yükümlülüklerden arındıran bir ultra liberal düzenlemenin, halkın çoğunluğunun sosyal güvencelerinin de yok olması anlamına geleceği açıktır. Bu durumda “sosyal devletten güvenlik toplumuna” geçiş için hazırlıklara başlanacağı da aşikardır.
*
Böylesine kapsamlı bir sosyal değişikliğinin politik arenada birinci mesele olması gerekmez mi? Özellikle solun bunun için var gücüyle çalışması zorunlu değil mi?