Bazı ufak tefek fikir ayrılıkları bir yana bırakılırsa bu konuda sendikalar arasında oldukça geniş bir görüş birliği olduğunu ve bunun Kopenhag sonrası devam ettiğini söylemek mümkün. Sendikal hareket son derece pragmatik bir duruş noktası ile, Türkiye’ni AB üyeliğinin ülkenin demokratikleşmesine katkı sunacağı bununda işçi haklarını savunma için daha elverişli bir zemin yaratacağı görüşünü savunmaktalar. Bu […]
Bazı ufak tefek fikir ayrılıkları bir yana bırakılırsa bu konuda sendikalar arasında oldukça geniş bir görüş birliği olduğunu ve bunun Kopenhag sonrası devam ettiğini söylemek mümkün. Sendikal hareket son derece pragmatik bir duruş noktası ile, Türkiye’ni AB üyeliğinin ülkenin demokratikleşmesine katkı sunacağı bununda işçi haklarını savunma için daha elverişli bir zemin yaratacağı görüşünü savunmaktalar.
Bu duruş politik olarak eleştirilebilir, sol çevrelerden gelen eleştiriler bu anlamda haklıda olabilir, ancak her iki duruş noktasının eksik bir yanı var, AB içinde yaşanan süreçlerin derinlikli bir analizinin olmayışı. Bu çerçevede T. Çoban tarafından AB ye ilişkin Katılım Ortaklık belgesi ( KOB ) ve Ulusal Program çerçevesinde Sendikal ve Sosyal haklara ilişkin yaptığı inceleme kuşkusuz bir istisna oluşturuyor. ( bkz. www.sendika.org ) Hele bu sendikal alan olunca, fakirlik hemencecik AB nin içine de sıçramakta. AB ülkelerinde ki sendikal hareket daha yeni yeni bu süreci eleştirel gözlerle değerlendirme girişimlerinde bulunmaya başlıyor.
Bugüne kadar Batı Avrupa’nın ekonomik ve siyasal entegrasyonu olan AB, Kopenhag ile bu sürece özellikle Doğu Avrupa’yı da kattı. Bu salt coğrafi bir değişimden çok, birbirine bu alanlarda çok benzeyen, ayni düzeyde olan ülkelerin bir araya gelmesinden, farklı farklı düzeyde olan ve birbilerine benzerlikleri sınırlı olan ülkelerin nasıl bir araya gelebilecekleri sorunsalına sıçramaktı. Türkiye’nin üyeliğine ilişkin tartışmalar bir anlamda bu yeni durumun uç bir noktada tartışılması olarak anlaşılmalıdır. Bu çerçevede öncelikle AB politikalarında işçileri özellikle ilgilendiren değişimleri, buna ilişkin sendikaların tavırlarını büyülteç altına almak gereklidir. Bunun ışığında Türkiye’de sendikal hareket konumunu bir kez daha irdeleyebilir.
AB Sendikaları
Avrupa’da sendikal harekete özellikle 20. Yüzyılın ikinci yarısında damgasını vuran perspektif, soyal devlet anlayışı çerçevesindeki sendikal mücadeledir. En kaba anlatımı ile, sermaye düzenini aşmak yerine bu düzen içinde işçilere en geniş haklar edinmeyi temel alma, bunun içinde devletle sıkı bir işbirliğine girme anlayışıdır bu. Sınıf mücadelesi yerine sınıf uzlaşmasını ikame etme elbette sendikal mücadelenin uzun vadeli mücadele hedeflerinde vaz geçme ile eşdeğerlidir, bu anlamda eleştirilmelidir.
Bu anlayışın nasıl ortaya çıktığı bilinmesine karşın burada bir kaz daha dikkat çekmekte yarar var. Bir yanda sınıfın 19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın başlangıcında özellikle kapitalist metrepollerde verdiği mücadele ile kazanılan haklar, ( Ekim devrimi ile iktidara gelme ile taçlanan bir süreçtirde bu ) bir yanda da emperyalistleşen metrepol sermayesinin dünya ölçüsünde vurgunundan kendi ülkesinde ki sınıfa, sınıf mücadelesini soğutmak için verdiği vurgundan pay rüşveti. Sendikal hareket bir anlamda kazanılan hakların üstüne gelen bu rüşveti paylaştırma rolüne soyunmuştur ayni zamanda. Burada özellikle her iki olgunun da gözden kaçırılmaması gerekliliği önemli, hem mücadele ile kazanılan haklar hem de rüşvet gerçekliği. Değerlendirmelerde bu ikili gerçekliğin bir yanının unutulması bizi ister istemez yanlış sonuçlara götürecektir. Nitekim ülkemizde kolay eleştiri yolunu seçenlerin hemen ‘rüşvet’ olgusunu öne çıkartmaları ve buradan metrepol ülkelerde ki sendikalardan ‘hayır çıkmaz zaten’ ‘sonucuna’ varmaları tesadüf olmasa gerek.
Sosyal devlet veya sınıf uzlaşması perspektifi ile sendikalar kendilerini toplumun ( veya daha doğru bir deyişle sermayenin ) vazgeçilmez bir kurumu olarak kabul ettirdiler. Bu toplumsal süreçlerde aktif olarak rol oynama olarak yasaların biçimlenmesinden, yerel yönetimlere kadar her alana yayıldı. Bu süreç bir yandan sınıfın satınalma gücünü arttırırken ( ücret poltikası ) bir yandan da üretim sürecinde karar söz ve sınırlıda olsa karar hakkına sahip olmalarını getirdi. Özellikle bu noktada yukarda ki vurguyu bir kaz daha yapmakta yararlı görüyorum, bütün bu kazanımlar tek taraflı olarak ‘rüşvetin’ bir sonucu olarak görülmemeli, ama ayni zamanda (!) sendikal mücadelenin kazanımları olarak algılanmalıdır.
Sendikaların Avrupa Birliği oluşumunda rolleride bu çerçevede değerlendirilmelidir. Mal, hizmet, işgücü ve sermayenin serbest dolaşımını amacından yola çıkan AB ülkeleri bugün geldikleri noktada politik ve askeri birliğe yönelmeye başmamışlardır. Bu çerçevede ülkelerin hangi kurallar çerçevesinde bir araya geleceğine ilişkin bir dizi kararnameler ve benzerleri ortaya çıkarken sendikalarda bir yere kadar bu süreçlere katılma imkanı bulmaktadırlar. Bunların içinde sendikal hareket açısından en önemlisi kuşkusuz çalışma hayatını belirleyen konulardır. Diğer konularda olduğu gibi AB bu alanda da asgari bir standartlar belirlemekte ve ülke düzeylerinde bu standartlara uyulmasını öngörmektedir. AB nin temelini atan Batı Avrupa ülkelerinde çalışma hayatını belirleyen çok kapsamlı kurallar daha başından itibaren AB nin bu alanda ki kurallarına damgasını vurmuş ve sendikal hareket sürekli olarak AB nin ‘sosyal boyutu’nun da olması gerektiğine vurgu yapmıştır. Hatta AB ye paralel olarak oluşan Avrupa Parlemontosuda bu çerçevede oldukça ilerici bir ‘Sosyal Bildirge’ çıkarmıştır.
AB nin bu alanda ki kuralları işyeri düzeyinde, işçilerin üretim sürecinde çalışma koşullarında ilişkin söz ve karar sahibi olmasından, toplu iş sözleşmesi yapılma zorunluluğu ve bu sözleşmelere uyulmanın denetlenmesi için ‘üçlü komisyonların’ ( sendika-işveren-devlet ) kurulmasına kadar yaygınlaştırılmıştır. Ancak ’89 sonrası bu sistem yeni liberal akımların ABD den sonra Avrupa’da da esmeye başlaması sonucu baskı altına girmeye başlamıştır. İşçi sınıfının iktidarda olduğu ülkelerin ( Doğu Avrupa ! ) ortadan kaybolması ile sermayenin işçi sınıfı karşısında dolaylıda olsa güçlenmesi sonucu ‘sosyal devletin’ gerekliliği önemli ölçüde ortadan kalmış olmaktaydı. Artık çalışma hayatının düzenlenmesi için daha fazla kural getirme yerine mevcut kuralların kaldırılması veya bağlayıcı olmakta çıkartılıp ‘esnekleştirilmesi’ gündeme gelmişti. İşverenler bu ‘ihtiyaçlarını’ yeni üretim teknikleri ilede gerekçelendiriyorlardı, ‘esnek üretim’, ‘yalın üretim’ esnek ve yalın çalışma koşullarını gerekli kılmaktaydı.
Ancak sendikal hareket bunların gerçekleşmesinin işçi haklarına bir saldırı olduğunun bilincindeydi. Bunun yanısıra böylesine bir gelişme sendikaların toplum içindeki konumlarının zayıflamasını sonucunu yaratacaktı. Zaten bu alanda atılan adımların temel özellikleri bağlayıcı yanlarının zayıf kalmasıydı ve tesbit edilen asgari hakların pek yüksek düzeyde olduğuda söylenemezdi. Bizzat sendikal hareketin kendisi bu alanda atılan adımların bir başlagıç olduğuna dikkat çekmekten geri durmuyordu. Birden fazla AB ülkesinde faaliyet gösteren tekeller bünyesinde Avrupa İşçi Konseyleri oluşturulması gibi gerçekten ileri düzeyde ki belirlemeler henüz yaygınlaşma aşamasındaydı.
Bunun nedenlerinin irdelenmesi çok daha kapsamlı bir araştırmayı gerektirir kuşkusuz, ancak temel hatları belirtilmeden geçilmemesi gerekir. Bir çelişki gibi görünsede ne sendikaların ne de işverenlerin bu alana gerekli önemi vermedikleri ortadadır, çünkü henüz AB düzeyinde kimin neyle yetkili olduğu süreci ilk adımlarını atmaktadır. Bir ülkede herhangi bir işkolunda çalışanların hakları öncelikle o ülkenin iş yasaları ile belirlenmekte, bunu he
r zaman belirleyici olmayan AB kuralları takip etmektedir. Buna Toplu İş Sözleşmesi kuralları eklenince üç boyut ortaya çıkmakdadır ki bunlardan hangisinin belirleyici olacağı bu sürecin en temel sorunudur. Elbette işverenler her düzeyde olduğu gibi AB düzeyinde de kuralların mümkün olduğunca az ve belirleyici olmamasını istiyorlar, ancak ekonomik bir birliğin tamamen kurallardan arındırılmayacağının da bilincindeler. Öte yandan sendikalar, ortaya çıktıkları zamandan bu yana öncelikle ‘ulusal sınırlar’ içinde mücadele verdiler, ulus sınırı aşan etkinliklere bu kadar zaman geçmesine ve bu kadar önemi görülmesi, gereği vurgulanmasına karşın bir memur tavrı ile ( yapılması gerekli,ancak niye yapılıyorun bilinci olmaksızın ) yaklaşmaya devam ettiler, sendika turizmi mantığı bir türlü aşılamadı. İşyerlerinin kapanmasını, kendi ‘yerel’ veya ‘ulusal’ sermayesi ile işbirliği yaparak, daha doğrusu ona istedikleri tavizleri vererek buna engel olunacağı yanılgısıda sendikalar arasında uluslararası işbirliği yerine uluslararası rekabeti kamçıladı. Tüm süslü söylemler kağıt üzerinde kalmaya devam etti.
Denilebir ki son 15 yılda Avrupa’da sendikal hareket bir savunma hattına çekildi. Geleceğe yönelik projeleri olmamasına karşın sendikal hareketin bu savunma hattında bugüne kadar başarılı bir mücadele verdikleri, geri adım atmadıkları söylenebilir. Böylesine bir denge durumu ortaya çıkmışken AB nin doğuya açılarak yeni bir genişleme sürecine girmesi bir anda güçler dengesinin sermayenin lehine değişmesini getirdi. Neden ?
Doğuya Açılımın Olası Sonuçları
2005 yılında 10 Orta ve Doğu Avrupa ülkesinin AB katılması birlik için iki önemli nitelik sıçraması anlamına gelir. Öncelikle AB kendini politik, askeri ve coğrafi açıdan yeniden tanımlamak zorundadır. Türkiye faktörü bu tanımlama sürecini birazda kışkrttı kuşkusuz, ama bu zorunluluğa göz yumulamazdı. Bugün bu tartışmalar bir çekirdek Avrupa ( Almanya-Fransa-İngiltere-İtalya ) ve onun çevresinde bir halka oluşturulması ekseninde yürüyor. Başka bir deyişle AB yi oluşturan tüm ülkeler bugüne kadar eşit düzeyde partner iken, bu eşitliği oratdan kaldırılması gündemde. Olurmu, olmaz mı ayrı bir tartışma konusu kuşkusuz, ama bu eşitlikçi prensipin tartışmaya açılması, ‘sosyal boyut’ açısından son derece hassas bir konu. Daha doğrusu bir kez bu kapının açılması sosyal boyutun içinin boşaltılmasına kadar gidebilecektir, çalışma koşullarının AB içinde eşitlenmesi bir gereklilik olmaktan çıkacaktır. O zaman AB ye girdiğimizde Türkiye’ye şu bu haklarda gelecektir diyenler bu söylemlerini gözden geçirmek zorunda kalacaklardır. Bunun ilk belirtileri bu yeni üye olacak ülkelerde işçi haklarının askıya alınma eğiliminin ortaya çıkması ile yaşandı. Nasıl ?
Öncelikle bu eğilimin altyapıları, ekonomik düzeyleri bize ilk ipuçlarını vermekte. Kişi başına düşen milli hasıla bu ülkelerde AB ortalamasının %22 si, ücretlerin ortamalası ise %42 si düzeyinde. 89 sonrası kapitalist dünyaya entegre olan bu ülkelerde ekonomik gelişme son on yılda geriye gitti, çalışanların alım gücüde hissedilir düzeye geriledi. AB bu ülkelere öncelikle yasalarının AB standartlarına getirilmesi şart koydu, ancak konu sosyal kriterlere gelince, öncelik yaşam düzenin yükseltilemesi, bunun içinde acil yardım programı yapılması ile sınırlandı. İşgücünün serbest dolaşımı bu çerçevede hala sonuçlandırılmamış durumda, doğunun ucuz işgücü ile haksız rekabet ortamının doğacağını haklı olarak savunan sendikal hareketinde müdahelesi ile ilk yedi yılda serbest dolaşım bu ülkeler için rafa kaldırılmış durumda. Bu geçiş dönemi sonrası konu tekrar görüşülmeye başlanacak. Türkiye gibi bu ülkelerde öncelikle işgünün serbest dolaşım ve ekonomik yardım için AB ye girmeye can atmaktaydılar. Acil yardım programında AB nin cimriliği, serbest dolaşımı ertelenmesi ile gerçekliğin acı yüzü ile karşılaşan bu ülkeler hala umutlarını kaybetmiş görünmüyorlar, tıpkı bizler gibi.
Sosyal kriterlere gelince bu ülkelerin yasal düzeyde bunları gerçekleştirmesi sorun olarak görülmüyor, asıl sorun bunların gerçekten hayata geçirilip geçirilemeyeceği. Örneğin çalışma koşullarının toplu iş sözleşmeleri ile belirlenmesi pek çok soruyu beraberinde getirmekte. Bugünkü AB ülkeleri daha başından beri yaygın bir şeklide bu kuralla tanışmış, daha da önemlisi bunu yapacak ve denetleyecek güçlü sendikalar sahipler. Yeni ülkeler içinse aşağıdaki tablodan da görülebileceği gibi durum tam tersine,
Ülke Sendikalaşma oranı % Toplu İş Sözleşme kapsamındaki işçilerin oranı %
Bulgaristan 50 20 nin altında
Estonya 15 14
Macaristan 30 40
Polonya 20 30
Romanya 20 25
Slovakya 35 45
İsveç 80 80
Avusturya 45 90
İtalya 38 90
Almanya 30 74
İngiltere 30 40
Hollanda 28 70
Fransa 10 85
Hemen görülebileceği gibi yeni ülkelerde ki sendikalaşma oranı ile toplu iş sözleşmesi kapsamında ki işçilerin oranı birbirine çok yakın iken, şimdiki AB ülkelerinde toplu iş sözleşmesi kapsamında ki işçilerin oranı sendikali işçilerin oranının çok üstünde. Bunun nedeni ise, batıda toplu iş sözleşmeleri çoğu kez bütün bir işkolu için gerçerli iken, doğuda sözleşmeler genelde sendikalı işçilerin olduğu işyereleri ile sınırlı olması. Başka bir deyişle doğuda ki durum tamda batıda işverenlerin istediği gibi, nerde sendika varsa ve zorla kendini işyerine kabul ettrirmeyi başarmışsa, orada çalışama koşulları bir toplu iş sözleşmesi ile belirlenmekte. Ta Thatcher döneminde sendikalar dayatılan ve yukarda ki tabeleden da görülebileceği gibi bunun gerçekleştiği tek AB ülkesi olan İngiltere’de olduğu gibi.
Bir toplu İş Sözleşmesi nin yalnızca sendikalı işçilerin olduğu bir işyeri ile sınırlı olmaması, genelde bir işkolu için geçerli olması sosyal devlet espirisi içinde sendikaların sermayeye kabul ettirdikleri ve kuşkusuz sınıfın çıkarına olan bir prensip. Sendikaları giderek gereksiz gören sermaye bu tür külfetlerden kurtulmak istiyor artık günümüzde, AB ye giriş süreci başlayan on doğu Avrupa ülkesi tıpkı İngiltere gibi sermaye açısından bir cennet adeta. Bu sürecin sonunda batıda ki sendikaların daha da fazla baskı altına gireceklerini söylemek hiçte falcılık olmasa gerek.
89 sonrası bu ülkelerde ki sendikal hareket önemli ölçüde toplu içindeki konumlarını kaybetti, bu yalnızca üye sayılarında düşüşle ilgili bir olayda da değildi, plan ekonomilerinde, üretim süreci içinde hiçte küçümsenmeyecek bir role sahiplerdi. Kapitalist inşa sürecinde ise sendikalar neredeyse sudan çıkmış balığa döndüler, karşılarında kelimenen tam anlamı ile vahşi kapitalistler sürüsü gördüler, bir kısım sendikalar ortadan kaybolurken orta ve büyük işletmelerde ki sendikalar, özellikle işyerleri içindeki örgütlenmelerini korudalar ve yeni döneme ayak uydurma çabasına girdiler. Özelleştirme süreci bir yandan çalışanların sayısını yarıya indirirken bir yandanda işkollarında önemli değişimler oldu, ağır sanayi neredeyse buhar olup uçarken, tüketim malları ve hizmet sektörleri yaygınlaştı. Büyük işletlemeler parçalara bölünerek özelleştirildiği için büyük ve orta büyüklükteki işletmelerde azaldı.
Sürecin başında bir ara serseme dönem sendikal örgütlenme, özelleştirme sürecinde işyerlerinin hallaç mezat satışına direnen tek odak haline gelmesi ile yeniden prestij kazandı ve bu mücadelenin başarıyla verildiğ
i yerlerde sendikalar işyerlerine damgalarını vurdular. Bu ülkelerde sendikal yapılanmanın merkezi örgütlenmesi batıya göre olağanüstü küçük kaldı, sendikal yapılanma adete işyeri örgütlenmelerinin bir toplamı haline dönüştü. Ancak sosyal kriterler olarak bu ülkelere AB tarafından dayatılan bir konu bu güçlü işyeri sendikal örgütlenmesi yerine ‘bağımsız işyeri konseylerien’ esas alınmak istenmesi. Yani batıda ki sistemin doğuya enjekte edilmek istenmesi, adeta sınfın direniş noktalarının kırılmak istenmesi.
Batı içinse doğunun sendikal mücadele açısından en zayıf yanı olan işyeri düzeyinde toplu iş sözleşmesi prenibinin sendikalara dayatılması gündemde. O zaman sendikalar haklı olarak bu yenü on ülkenin sendikal hareket için bir truva atı rolünümü üstleneceğiğni sormakta. Elbette ki işyereleri düzeyinde ki güçlü örgütlenmenin varlığı Avrupa ölçüsünde işbirliğiğni güçlendirecektir, özellikle Avrupa İşçi Konseyleri daha da güçlenecektir. Ancak sendikal örgütlenmenin hiç olmadığı alanlar daha da genişleyecektirde ayni zamanda. Batı Avrupa’da son 20 yılda yaşanan bu süreç, doğunun da katılımı ile daha da hissedilir bir hale gelecek, neredeyse sendikal örgütlenem bir kural olma yerine istisna olma durumuna düşecektir. AB ye giren ülkelerde sosyal düzeyin yükselmesi beklentisi yerini şu anki AB ülkelerindeki sosyal düzeyin düşmesi gerçekliği alacaktır.
M. Akyol