Geçtiğimiz aylarda şimdi anımsayamadığım biryerlerde, Lula ve Kirchner yönetimlerinin zıt yönde giden trenlere benzetildiğini okuduydum…-nerede olduğunu çıkartamıyorum ama, o kadar da önemli değil zaten: Çıplak göz de, bir biçimde seçebiliyor bunu. Ama sorun şu ki, Brezilya liderinin treni giderken, Arjantinlilerin bindiği ise yalnızca gidiyormuş gibi yapıyor. Brezilya devlet başkanı sol bir gelenekten, işçi hareketinin içinden […]
Geçtiğimiz aylarda şimdi anımsayamadığım biryerlerde, Lula ve Kirchner yönetimlerinin zıt yönde giden trenlere benzetildiğini okuduydum…-nerede olduğunu çıkartamıyorum ama, o kadar da önemli değil zaten: Çıplak göz de, bir biçimde seçebiliyor bunu. Ama sorun şu ki, Brezilya liderinin treni giderken, Arjantinlilerin bindiği ise yalnızca gidiyormuş gibi yapıyor.
Brezilya devlet başkanı sol bir gelenekten, işçi hareketinin içinden geliyorduysa da, ismine hayat dediğimiz koşullar bir biçimde, zaferinin ertesi günü liberal güzergâha savuracaktı onu; oysa ki aynı koşullar çemberi, merkez solun soldan ziyade merkez kısmından yetişme bir politikacıyı, Lula’nın Arjantinli homologunu IMF erkânına kafa tutmaya yönlendirecekti. Kendisi de emekli bir işçi olan eski sendikacı artık ayrı bir dünyanın künyesine yazılırken, Nestor Kirchner ise Arjantinli yoksulların umudu olacaktı. Kirchner liderliğindeki Peronist Arjantin’in İşçi Partisi yönetimindeki Brezilya’yı sola çekmeye çalışacağını ise, herhâlde pek az kişi öngörebilirdi bundan birkaç yıl önce. Ne ki, Arjantin, Brezilya’nın bir adım soluna kaymış, Lula’nın polisi eylemci köylülere kurşun saçmakta geçmişin muhafazakâr iktidarlarının bile sergilemediği bir cömertlik gösterirlerken, Kircher ise işsizlerin Cumhurbaşkanlığı konutu önünde eylem yaptıkları günlerde, devlet içerisindeki gestapoların tasviye edileceğini ilân etmişti.
Ama esas fark şuradaydı belki de: Lula, işçilerin kendi partisinin ve kitlesel eyleminin yerinin herhangi başka bir toplumsal özne ile ikâmesinin mümkün olmadığına inanan bir anlayıştan gelmesine karşın, işçi ve köylü eylemlerini kendi hazırladığı reform paketinin gerçekleşme imkânını ortadan kaldırabilecek tehlikeler olarak görmeye başlamıştı, iktidarının ilk gününden beri. Ortaya makûl, rasyonel, işlevsel bir paket konmuştu ve «aceleci» eylemler yalnızca zarar vereceklerdi, uygulanabilmesi zaman alacak olan reformlara. Oysa ki Peronizm gibi yukarıdancı bir geleneğin, bir dönemler manipüle ettiği sokaklarla bağını uzunca bir zamandır yitirmiş bir hareketin takım elbiseli şefi Kircher, hem Aralık 2001 ayaklanmaları gibi bir toplumsal kalkışma sonucu oturmuştu başkanlık koltuğuna ve hem de bu rabıtayı kesmemişti hâlâ.
Arjantin başkanı IMF ile ilişkileri masaya yatırarak başladı işe. 2001 krizinden mesul o hazır paketlere artık itimat edilmeyecek ve ülke kendi ekonomisini kendi ellerine alacaktı. Hemen ardından sıra bankalara geldi. Üstelik bu defa yalnızca başkanlık konutunda değil, sokaklarda gösteriliyordu tepki. Bugün hâlâ, haftada birkaç defa, Peronist eylemciler gözlerine kestirdikleri bankaların kapısına dayanıyor ve çevredeki birkaç polis bu rutini artık kanıksamış bakışlarla seyrederlerken onlar camlara sprey boyalarla gamalı haçlar çiziyor, kepenkleri çekiçlerle dövüyor. Bankalar, 2001 krizindeki günahlarından yıllar geçse dahi arınamayacak suçlulara dönüşürken, Arjantin başkanı bir yandan da 1976-1983 devresinin hesabını soruyor, askerî diktatörlük dönemi yöneticilerinin yeniden yargılanmalarını gündeme getiriyordu. Tarihin ironik raslantılarından birisi daha: Arjantin, diktatörlük dönemiyle yeni bir hesaplaşmaya tutuşurken, Lula ise, kendisi aleyhine yazı yazan bir New York Times muhabirini ülkeden sınırdışı etmeye girişmiş ve yargı engelini bulmuştu karşısında; zira PT lideri askerî diktatörlük dönemi kanunlarına yaslanmaktaydı ki bunlar partisinin verdiği mücadele sayesinde yürürlükten çıkartılmış, hiçkimsenin fikirlerinden ötürü sınırdışı edilemeyeceği hükmü ise yasalaşmıştı.
Arjantin başkanı salonlarda ve sokaklarda konuşuyor; ve daima konuşuyor…-işin bir yanı bu elbette. Ne ki, öte yandaysa bambaşka bir hakikat duruyor: Zira, belki de yalnızca «konuşuyor». Boş lâfların, vaadlerin ve yerine getirilmemiş sözlerin karın doyurmadığı ise, yalnızca eylemlerinde slogan olarak «söz yeter» ifadesini kullanan elektrik ve gaz işçilerinin değil, hemen herkesin derdi. Başkan IMF yöneticilerine tafra atıyor, 2001 krizinden sorumlu bankalara ağır lâflar ediliyor ve elbet ki o yetmişli yılların sonundaki karanlık dönemin ajanlarının üzerine gidiliyor; ve tüm bunlar elbet bir manevî tatmin sağlıyor: Ancak bunların hiçbiri asgarî ücretlerin aylık 800 pezo (aşağı yukarı 267 USD) seviyesine, işsiz ailelerine verilen ödeneğin 290 pezo tutarına yükseltilmesine kâfi gelmiyor. Üstelik ki, askerî diktatörlük personeline resmî bir ağzın bunca sövmesi hoşa gitmeyecek cinsten değilse de, ne otuzbin kayıbın akıbeti biliniyor daha ve ne de yirminci asır başlarının o müreffeh ülkesi o eski günlerine dönebiliyor. Eylül ayı sonlarına doğru belli başlı sektörlerde yaşanması muhtemel grevler de, işte tam da bu duruma, yani lâf kalabalığına karşın değişmeden duran gerçek hayata karşı duyulan tepkiyi ifade ediyor, ya da «edecek» diyelim. Kaldı ki bu grevler olmasa dahi, durum ortada: Zirâ istihdamsız işçileri ve sürekli yedekte bekleyen işgücü ordusunu birleştiren Piketeros gruplarının eylemleri, henüz bir «düşman» değil de, «sözlerini tutmayan bir dost» aleyhine yapılıyor olsa da, devamlı süregidiyor.
Kendisini bir «millî kapitalizm» yanlısı olarak nitelendiren başkan, herkesi aynı anda memnun edebilecek bir çizgiyi başarıyla icrâ ediyor. Örneğin askerî rejim kalıntılarına tiz perdeden yüklenirken, Arjantin silahlı kuvvetlerini Haiti operasyonunda ABD yedeğine sürmeyi ihmâl etmiyor; ve bundan da ötesi, IMF erkânına kafa tutarken, kuzeydeki büyük biraderin bir çırpıda gözden çıkaramayacağı bir piyasayı krizden çıkartıp işyapılabilir kıvama sokmuş olmasından çok daha önemli bir misyon üstlenerek ülkesini transgenetik tarımcılık merkezine çeviriyor. Yirmibirinci yüzyılda insanlığı genetik bakımdan modifiye edilmiş soya ürünleriyle beslemeye sevdalı Beyaz Saray efendileri, dünyanın bu sektördeki ilk büyük devinin Kirchner yönetiminde attığı adımları gördükten sonra, IMF yetkililerine atılan tafraları tolere edebilecek kadar zeki ve anlayışlıdırlar elbette…-ki tam da burada az önce sözünü ettiğimiz o herkesi aynı anda mutlu edebilecek optimum dengeyi yaratabilme gayreti ile «kirli oyun» arasındaki sınırın da ne yazık ki muğlaklaştığına tanıklık etmekteyiz. Ama şu ya da bu biçimde gerçekleşiyor olsa da, gördüğümüz, transgenetik ürünlerin uluslararası ticareti üzerinden küresel devlere büyük bir pasta armağan eden Kirchner yönetimi, sıra emekçilere geldiği vakit, şu âna değin verdiklerinden fazlasını verecekmiş gibi durmuyor pek.
Kirchner’in politik planda sol bir rakibi yada alternatifi en azından şimdilik yok gibi. Liberaller ise belki biraz daha fazla oya, ancak daha az itibara sahip. Iki turlu seçim sisteminin uygulandığı ülkedeki ilk tur bilançoları ve yapılan sondajlar üzerinden bakıldığında yaklaşık %20 civarında seyreden bir tabana sahip bulunan Kirchner, yine bir Peronist, ancak sağ kanat bir Peronist olan «El Turco» lâkaplı sabık devlet başkanı Carlos Menem’den biraz daha düşük bir oy rezervine sahipse de, hâlen Şili’de ikâmet eden ve ülkesine seçimden seçime uğrayan «Türk»ün sahip olmadığı bir avantaj taşıyor: Zirâ yeni başkan hem yoksulların ve hem de yoksulların yağmaladığı marketlerin görüntülerine açık bir kent siluetiyle yeniden yüzleşmekten ürperen sosyal liberal veya liberal orta sınıfların umududur; ve hem o canavarımsı hayaletin hem de ondan korkanların desteğini alabilmesini sağlayan siyaset sanatı tekniklerini işin açıkçası gayet ustalıklı kullanmaktadır. Merkez solun solundan başlayarak aşırı sola uzanan muhalefet
yelpazesi ise siyasal plânda sağ ve sol Peronizmler ile muhafazakâr ve liberal çizgilere alternatif olmayı başarabilecek bir kutup yaratabilmenin hayli uzağında. Komünist, Troçkist, Maocu ve radikal grupları birleştiren «Birleşik Sol» (IU) isimli ittifak, %2 seviyesinin altında bir seçmen desteğine sahip. Aşırı solun en kitlesel temsilcisi konumundaki, Jose Altamira liderliğindeki -Troçkist- İşçi Partisi (PO) ise kimi yerel seçimlerde yakaladığı kısmî başarılara karşın bu raddenin dahi hayli altında kalıyor.
Kirchner yönetimi -her ne kadar son haftalarda bazı aksî işâretler veriyorsa da yine de- sokaklarla arasını bozmuyor…-ancak onları emperyalist oluşumlar ve büyük finans kurumlarıyla yaptığı pazarlıklarda ülkesindeki manzarayı ve halkının taleplerini sergilemesine yarayacak figüranlara çeviriyor. Bu somut reformlar sergilemekten yoksun reformizmi önceden gündemine almadığı düzenlemeleri hayata geçirmeye zorlayacak kitlesel bir işçi hareketi ise andığımız tüm kıpırtılara ve huzursuzluklara karşın ufukta görünmüyor. Bunun vebali ise herhâlde seksen küsur parçaya bölündükten sonra herbiri kendi piketeros grubunu ve «kitlesel işçi cephesi»ni örgütlemeye kalkan ve tüm hücreleri sekterlik yüklü Arjantin devrimci solunun karnesine yazılmalıdır.