Holloway’in sözü edilmeye değer bu denemesi, insanı düşünmeye kışkırtan ve hakikaten radikal, sözcüğün özgün anlamıyla, “sorunların köküne inen” bir yapıt. Her ne kadar birtakım sorunları ve zayıflıkları olsa da, olumsuzluğun eleştirel ve yıkıcı gücünü etkileyici bir şekilde ön plana çıkarıyor. Kitabın tutkulu ve güncel bir amacı da var: “Marksist kapitalizm eleştirisini keskinleştirmek.” “Çığlık” başlıklı birinci […]
Holloway’in sözü edilmeye değer bu denemesi, insanı düşünmeye kışkırtan ve hakikaten radikal, sözcüğün özgün anlamıyla, “sorunların köküne inen” bir yapıt.
Her ne kadar birtakım sorunları ve zayıflıkları olsa da, olumsuzluğun eleştirel ve yıkıcı gücünü etkileyici bir şekilde ön plana çıkarıyor. Kitabın tutkulu ve güncel bir amacı da var: “Marksist kapitalizm eleştirisini keskinleştirmek.”
“Çığlık” başlıklı birinci bölüm kitabın en iyi bölümlerinden biri. Bu kısa bölüm son yıllarda okuduğum devrimci düşünceler arasında en güçlü ve duygulandırıcı olanlar arasında. Holloway’in temel önkabulü şu: “Yanlış olduğunu hissettiğimiz bir tür dünyayı reddetmemizi haklı göstermemiz için mutlu bir son umuduna ihtiyacımız yok.” Kapitalizmin yaşamların içini boşaltmasıyla karşı karşıya kalındığında, “hüzünlü bir çığlık yükselir, bir korku çığlığı, bir öfke çığlığı, bir ret çığlığı: HAYIR.” Kurulu düzene olan itirazımızın geçerli olması herhangi bir sonuca dayalı değildir. Ne var ki, “bu çığlık bir açılış olasılığına sıkı sıkı tutunur, radikal bir öteki olabilirliğin kapanışını kabul etmeyi reddeder.”
Kitabın anahtar nitelikteki felsefi bölümleri fetişizm ve fetişleşme konularını ele alıyor. Yaratıcı bir biçimde Marx, Lukacs ve Adorno’dan yararlanan Holloway, fetişizmi eyleyişin eylenenden koparılması ve kolektif eyleyiş akışının bozulması olarak tanımlıyor. Fetişizmin toplumun bütününe nüfuz eden bir durum değil, bir süreç, anti-fetişleşmeye karşı fetişleşmenin çatışkılı hareketi olduğunun altını çiziyor. Eleştirel kuram o halde anti-fetişleşme hareketinin bir parçası, kolektif eyleyiş akışını savunma, geri kazanma ve yaratma mücadelesinin bir parçası olarak kavranmalıdır.
Bu anlatılanlar son derece ön açıcı bir bakış açısı sunuyor, ancak J.H. bütün nesnellik biçimlerini fetişleşme ile bir tutar gibi görünüyor. Söz gelişi, Holloway’in şöylesi bir yakınması var: “kapitalizm koşullarında oluşturulan bir nesne kalıcı bir kimlik edinir. Peki, sosyalizmde üretilen iyi bir koltuk da kalıcı bir kimlik edinen bir nesne olmayacak mı?” Yabancılaşma ve nesneleşme arasında ayırım yapmayı reddetmesi, (4.Bölümdeki 22.dipnota bakınız.) -ki yaşamının sonlarına doğru 1967’de kendisini eleştiren Lukacs gençliğinde bu hataya düşmemişti- insanın ürettiği ürünlerin nesnel maddiliğini yadsımaya yol açıyor.
Holloway’in kitabındaki bir başka güçlü savı ise, “Bilimsel Marksizm”, yani sosyalizmin bir kesinlik taşıdığını öne süren, tarihsel değişimi bu “bilimsel yasalara” göre açıklayıp öngörmeye girişen kuramların eleştirisi: “Bizim mücadelemiz doğası itibariyle son derece belirsizdir. Bunun böyle olmasının sebebi, kesinliğin ancak toplumsal ilişkilerin şeyleşmesi temelinde anlaşılabilmesidir.Toplumsal ilişkilerin ancak şeyler arasındaki ilişkiler biçimini aldığı ölçüde toplumun “devinim yasalarından” bahsedilebilir. (…) Belki de devrimci değişimin bir kesinlik çizgisini izlediği düşünülemez, zira kesinlik, devrimci değişimin tam bir olumsuzlamasıdır. Bizim mücadelemiz, şeyleşmeye ve bu nedenle kesinliğe karşı bir mücadeledir.” Bu bölüm kitabın en önemli kısımlarından biri ve politikayı eleştirel bir marksist yaklaşım içinde ele almak için yapılmış anlamlı bir katkı sayılmalıdır.
Holloway, “bilimsel Marksistler” arasına Kautsky’i, Lenin’in Ne Yapmalı (1902) ve Rosa Luxemburg’un Reform mu Devrim mi? (1899) adlı kitaplarını katıyor. Ancak aynı Luxemburg’un Sosyal Demokrasinin Bunalımı adlı broşürünü görmezden geliyor. Rosa’nın bu broşürü, kararlı bir yeni formülasyon sayesinde bilimsel kesinlik öğretisinden köklü bir metodolojik kopuşu temsil ediyor: “sosyalizm ya da barbarlık” arasındaki tarihsel seçenek. Bu deneme, Marksizmin tarihinde gerçek bir dönüm noktasıdır, zira sosyalist politikaya “belirsizlik ilkesini” tanıtan yapıt tam da bu broşür olmuştur.
Şimdi kitaba ismini veren esas tartışma noktasına geliyorum: “İktidar olmadan dünyayı değiştirmek”. Holloway öncelikle devrimci değişimi gerçekleştirmek için şimdiye dek yapılan bütün girişimlerin boşa çıktığını, çünkü bütün bu girişimlerin devlet iktidarını elde ederek değişimi sağlama paradigmasına dayalı olduğunu ileri sürüyor. Ancak kendisinin de kitabın 217.sayfasının 8.notunda kabul ettiği gibi, tarihsel kanıtlar yeterli değildir, çünkü şimdiye kadar iktidarı almadan dünyayı değiştirme girişimlerinin tümü de başarısızlığa uğramıştır. Holloway bu nedenle iddiasını üç kuramsal sav içine yerleştirmeye çalışıyor: Birincisi, var olan devlet kapitalist toplumsal ilişkilerin bir parçasıdır. Fakat kendisinin de yazdığı gibi, devrimci Marksizm bu tür bağlantıların farkındadır: devrimci Marksizmin amacı var olan devleti ele geçirmek değil, onu parçalayıp yerine yeni bir devlet kurmaktır. (s.15) İkincisi, toplumsal içeriği ne olursa olsun, var olan devlet fetişleşmiş bir biçimdir. Bu söylenen klasik bir anarşist savdır. Marx da özellikle, devlet biçiminde olmayan politik bir iktidarın izinin bulunabileceği, Paris Komünü üzerine olan yazılarında bu savı bir ölçüye kadar paylaşmaktadır. Üçüncüsü ise, 3.bölümde tanıtılan ancak kitabın tümüne nüfuz eden bir ayrım: yapma gücü, bir şeyler yapma yeterliliği ile yaptırma gücü, başkalarına yapmalarını istediğiniz şeyleri emredebilme yeteneği. J.H.’ye göre, devrimler birincisini öne çıkartırken ikincisinin kökünü kazımalıdır. Bu ayrıma ikna olmadığımı itiraf etmeliyim. Bir tür “yaptırma gücü” olmadan insanların kolektif bir şekilde yaşayıp hareket edebileceğini düşünmüyorum.
Bu iddiaya olan itirazlarımı ifade edeyim. Öncelikle bu iddiaların demokrasi düşüncesiyle ilişkili olması gerekir, ancak bu kavrama kitapta nadiren rastlanıyor ya da “devletin tanımladığı, seçimlerin sözünün geçtiği bir karar verme süreci” olarak baştan savılıyor. (s.97) Buna katılmıyorum. Demokrasinin bütün toplumsal ve politik karar verme süreçlerinin temel bir veçhesi olması gerektiğini düşünüyorum. Rosa Luxemburg, 1918’de yayınlanan Rus Devrimi adlı kitabında Bolşevikleri kardeşçe eleştirirken bu savı olağanüstü bir şekilde ortaya koyuyordu. Demokrasi çoğunluğun azınlık üzerinde gücü olması demek. Ancak mutlak bir güç değil bu: Sınırları var ve ötekinin değerine saygı duymak zorunda. Fakat burada yine bir yaptırma-gücü söz konusu. Zapatista köyleri dahil, bütün insan toplulukları için geçerli bu. Örneğin, 1994’te, birkaç hafta sonra, Zapatistalar ateş açmayı kesmeye ve ateşkes görüşmelerine geçmeye karar verdiler. Karar veren kimdi? Zapatista köyleri tartıştılar ve bir çoğunluk, belki genel bir mutabakat da vardı, silahlı mücadeleye son verilmesi gerektiğine karar verdiler. Azınlık ise, var mıydı yok muydu bilmiyorum, ya bu kararı kabul etmek ya da Zapatista hareketinden kopmak zorundadır. Çoğunluğun azınlık üzerinde gücü vardı. Daha sonra bu köyler EZLN komutanlarına ateşi kesmeleri için emir verdiler. Komutanlar üzerinde güçleri vardı. Ve nihayetinde, mandar obedeciendo (“emir verirken denileni yap”) mantığına göre, komutanların kendileri de köylerin emirlerine uydular ve Zapatista savaşçılarına ateşi kesme talimatını verdiler: onlar üzerinde güçleri vardı. Bu anlattıklarımın orda olanların kesin bir betimlemesi olduğunu söylemiyorum; ancak bu deneyim, demokrasinin nasıl da bir tür “yaptırma-gücünü” gerektirdiğinin bir örneğidir.
Holloway’in
iktidar, anti-iktidar ve karşı-iktidar konularını ele almasına yapacağım ana itirazlardan biri, bu tartışmanın uç boyuttaki soyut niteliği. Holloway, hafızanın direniş açısından taşıdığı önemden bahsediyor ama kendi savlarında çok az hafıza, çok az tarih, ister Marksist olsun, ister Anarşist ya da 1917’deki Zapatistler, tarihteki gerçek devrimci hareketlerin değerlerine ya da sınırlarına dair çok az tartışma var.
Holloway, anti-fetişizmin ve kendi kendini belirlemenin tarihteki bazı olumlu örneklerine değinirken de, “Marx’ın ele aldığı Paris Komünü’ne, Pannekoek’in kuramlaştırdığı işçi konseylerine ve Zapatistaların köy konseylerine” göndermede bulunuyor. (s.105) Belirtilen bütün bu örneklerde, bir tür yaptırma-gücü gerektiren demokratik iktidar biçimleri bulunduğu gösterilebilir. Zapatistaların köy konseyleri uygulamasını ele almıştım. Peki bu konseylerin Meksika içindeki oranı nedir? Holloway’in kitabı, Zapatistaların o iyi bilinen devrimci eylem ilkeleri üzerine bir yere kadar parlak bir yorumda bulunuyor: “İktidarı ele geçirmek istemiyoruz!” Ancak bu iddia EZLN’nin başka bir ünlü sloganıyla ilişkilendirilmedikçe anlaşılamaz: “Herşey herkese, bize hiç!” Eğer bu iki iddianın, bütün Zapatista beyanlarında son derece önem verilen, Meksika’daki demokrasi mücadelesiyle ilişkisi kurulursa, şöyle bir savla karşılaşıyoruz: “Zapatista Ordusu olarak bizler, iktidarı kendi ellerimize geçirmek istemiyoruz; bizler, iktidarın bütün insanların elinde olmasını, yani gerçek demokrasiyi istiyoruz.”
Paris Komünü’nde ise, alışıldığı anlamıyla artık bir devlet olmayan yeni bir iktidar biçimi söz konusuydu. Ancak bu yine de bir iktidardı, Paris halkı tarafından demokratik bir şekilde seçilen, doğrudan ve temsili demokrasinin bir bileşimi biçimindeki bir iktidar. Ve aldığı kararlar ve yayınlanan kararnamelerle nüfus üzerinde bir gücü vardı. Ulusal Muhafızlar üzerinde bir gücü vardı ve Muhafızların komutanlarının da askerleri üzerinde bir gücü vardı. (“Hadi gidip de Boulevard de Clichy’de barikat kuralım!”) Ve bu iktidar, Paris Komünü’nün demokratik iktidarı, gerçekten de “ele geçirildi.” İktidarın maddi araçları olan Ulusal Muhafızların topçularının ele geçirilmesiyle başlamıştı her şey.
Konseyci komünist Anton Pannekoek’e gelirsek, onun isteği, “bütün iktidarın konseylere” geçmesiydi ve Pannekoek konseyleri, işçilerin “iktidarı ele geçirip toplum üzerindeki egemenliklerini kurabilmelerinin” bir aracı olarak görüyordu. (Pannekoek’in 1938 yılında yazdığı bir makaleden alıntı yapıyorum.)
J.H’nin kitabında olmadığını hissettiğim şeyse, devrimci praksis kavramı. İlk olarak Marx’ın Feuerbach Üzerine Tezler’de ifade ettiği bu kavram, bana göre, Holloway’in “fetişizmin trajedisi” olarak adlandırdığı şeye ve bunun yarattığı bütün ikilemlere verilecek gerçek yanıttır: Fetişizme o kadar derinden gömülmüş insanlar kendilerini düzenden nasıl kurtarabilirler? Marx, insanların kendi özgürleştirici praksisleri yoluyla toplumu ve aynı zamanda kendi bilinçlerini değiştirebilecekleri yanıtını verir.İnsanların kendilerini fetişizmden kurtarmalarının tek yolu, kendi pratik mücadele deneyimlerinden geçer. İşte bu yüzden gerçek özgürleşme, insanın kendi kendini özgürleştirmesidir, “tepeden” kurtuluş değil. Ne kadar ılımlı olursa olsun, bireysel ya da ortak her kendi kendini özgürleştirme eylemi, “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi” yolunda bir ilk adım olabilir. Ancak J.H.’nin 205. sayfada belirttiği gibi, ne kadar barbarca olursa olsun, “HAYIR” demenin “itici bir güç” olabileceğine inanmıyorum. İntiharın, çıldırmanın, terörizmin ve düzene yapılan bütün gayri insani tepkilerin özgürleşme için “başlangıç noktaları” olabileceğini düşünmüyorum. Apaçık bir örnek vermek gerekirse, Bin Ladin bir başlangıç noktası değildir, olsa olsa bir çıkmaz sokaktır. Kitabın sonuç kısmı hoşuma gitti: Bir Son Olmadan. Hepimiz kendi yolumuzu arıyoruz, hiç kimse tek gerçek stratejiyi bulduğunu söyleyemez. Ve hepimiz, Zapatistaların mücadelelerinden olduğu gibi, yaşanan bütün mücadele deneyimlerinden ders çıkarmalıyız…
* Bu eleştiri yazısı, www.commoner.org.uk adresinden alınmıştır. Aynı sitede Holloway’in kitabına ilişkin pek çok eleştiri bulunabilir. Metindeki göndermeler, kitabın İngilizce baskısından yapılmıştır. Türkçesi için bkz. İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek, İletişim Yayınları, 2003 (ç.n.)
Çeviren: Erkan Ünal