Egemenler arası yeni didişme arenasında kavga başladı. Bu hafta içi Doğan Medya grubuna ait tüm gazetelerde Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya-Alaattin Çakıcı bağlantısına dair haber bombardımanı vardı. Yargıtay Başkanı’nın Çakıcı’ya yaptığı “hukuki kıyakların” ödülü yazlık evinin restorasyonu olmuştu. Yargıtay Başkanı ateş topunu MİT’e atarak kendini korumaya çalıştı: “Çakıcı’nın dava dosyasını bekletmek için MİT görevlisi benden ricada […]
Egemenler arası yeni didişme arenasında kavga başladı. Bu hafta içi Doğan Medya grubuna ait tüm gazetelerde Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya-Alaattin Çakıcı bağlantısına dair haber bombardımanı vardı. Yargıtay Başkanı’nın Çakıcı’ya yaptığı “hukuki kıyakların” ödülü yazlık evinin restorasyonu olmuştu. Yargıtay Başkanı ateş topunu MİT’e atarak kendini korumaya çalıştı: “Çakıcı’nın dava dosyasını bekletmek için MİT görevlisi benden ricada bulundu.” Böylece çatışma MİT-Yargıtay kavgasına dönüştü. Yıllarca “devlete hizmet etmiş” çete reisinin devletin tüm kurumlarından olduğu gibi yargıdan ve MİT’ten destek almadan işlerini sürdürmesi zaten beklenemezdi. Ancak sorun bu gerçeğin neden şimdi açığa çıkarıldığı idi. Ayrıca hükümet bu çatışmanın neresindeydi?
Hükümet izleyici mi, yönetmen mi?
Hükümet gelişmeleri tribünden izler gibi göründü, ancak kavganın her yerinde parmak izi bulunuyordu. AKP iktidarı ve sermaye neo-liberal yapısal düzenlemelerde yargıyı ayak bağı olarak görüyordu. Yargıdan dönen özelleştirme ihaleleri, Anayasa Mahkemesi’nden dönen yasalar IMF’ye taahhütlerin tam anlamıyla yerine getirilmesini engelliyordu. AKP’nin geleneksel egemenler cephesiyle mücadelesinin bir parçası da olan yargıyla kavgası aslında Nisan ayında başlamıştı. AKP’nin hazırladığı Anayasa değişikliğinde yüksek mahkeme üyelerinin mecliste seçilmesi öngörülüyordu. Böylece siyasi iktidar yargı süreçlerini en üstten belirleme olanağı elde edecekti. Bu girişime yargı cephesinden gelen yanıt sert olmuştu. Yargıtay Başkanı Özkaya ”Bu uygulama, yargı yansızlığını, bağımsızlığını, yüksek mahkeme yargıçlığının onurunu zedeler….” demiş ve hükümeti yargıyı siyasallaştırma çabalarına son vermeye çağırmıştı. Özkaya geleneksel egemen cephenin tipik bir sözcüsüydü ve AKP hükümetiyle arası hiçbir zaman iyi olmadı. AKP “Laikliği yeniden yorumlamak lazım.” derken, Özkaya “Laiklik hakkında teorik alanda kavram kargaşası yaratılıp, din ve vicdan özgürlüğüne sığınmış görünerek, bu özgürlüğün ortadan kaldırılmasına ve dinin siyasallaştırılmasına laik düzenin tehlikeye düşürülmesine asla göz yumulamaz.” diyordu. Irak’a asker gönderilmesi tartışılırken de hükümetin yoluna çıkıyor, “Ne yazık ki, devletler arası ilişkilerde, halen -kuvvet haktır- düşüncesi sonucu belirlemekte, -Bütün hak ve özgürlükler benim ulusumundur- şeklindeki bencil ve çağ dışı zihniyet uluslararası hukuku ve uluslararası örgütleri zaman zaman etkisiz duruma düşürmekte; kimi devletler, kendi uluslarının yararı için öteki ulusların insanlık değerlerini yok sayabilmektedir.” diyerek AKP’nin canını sıkıyordu. Özetle husumetin geçmişi vardı.
Bu vukuatlı geçmiş, IMF’ye verilen sözler ve skandala dair bilginin emniyet istihbaratından geldiği iddiaları, son gelişmelerde AKP’nin parmak izini aramamızı gerektiriyor. Yargı cephesi skandalın ortaya çıkmasında AKP parmağının olduğundan emin görünüyor. Yargıtay üyeleri ortak bir açıklama yaparak Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya’nın şahsında Yargıtay’daki ‘belirli bir grubun’ tasfiyesine vasıta kılınmak istendiğini söylediler ve kendi cephelerini sağlamlaştırmaya başladılar. Ancak yargı cephesi yumuşak karnından, çete ilişkilerinden vurulunca oldukça zor durumda kaldı. Şu ana kadar Yargıtay başkanı ile aynı cephede olması beklenen CHP, TSK ve de Sezer’den ses seda çıkmaması skandalın örtülemeyecek düzeyde olmasıyla açıklanabilir. Galiba fırtınanın büyüğü TBMM’nin açılmasıyla beraber gelecek yargıyı da içine alacak yasal değişikliklerle kopacak.
MİT Cephesi’nde de AKP parmağı
Gelelim kavganın diğer tarafına, yani MİT’e ve Şenkal Atasagun’a. Atasagun Susurluk skandalı sonrası 57. hükümet tarafından MİT’in başına atandı. “Susurluğu temizleme” iddiasıyla koltuğa oturan Atasagun, tasfiye ettiği Mehmet Eymür gibi hasımları tarafından Mesut Yılmaz’ın adamı olmakla suçlandı. Atasagun daha sonra Suriye’yle gerilim ve Öcalan’ın yakalanması sürecinde kilit rol oynadı. Bu süreçte TSK ile ilişkileri olumlu yönde gelişti. Önümüzdeki dönem için askerlerin ve Sezer’in Atasagun’un müsteşarlığı üzerinde uzlaştığı, ancak AKP’nin “57. hükümetle özdeşleşmiş” Atasagun’a sıcak bakmadığı iddia ediliyordu. Ankara’da bir yıldır “Erdoğan MİT müsteşarını değiştirecek” iddiaları dolaşıyordu. Bu iddialar gerçekse tam bu aşamada Yargıtay Başkanı’nın skandalın içine MİT’i de çekmesi AKP açısından hayırlı bir gelişme oldu. Kısacası MİT çevrelerinin de bu olayı MİT’te bir tasfiye operasyonunu hedeflediğini ifade etmesi boşuna değildi.
Doğan Medya AKP’nin Sopası mı?
Tam bu noktada Doğan Medya Grubu yazarları koro halinde “Devlette yeniden yapılanma gerekiyor”, “Hem MİT hem de Yargıda acil düzenlemelere ihtiyaç var.” diyerek AKP hükümetinin yolunu açıyorlar. Her gün yeni isimler açıklanıyor, her gün yeni bağlantılar ifşa ediliyor. Susurluk döneminde olduğu gibi yaşanan enformasyon bombardımanı gerçekleri halka sunmaktan öte, geleneksel egemenler ile AKP iktidarı arasındaki kavga için zemin hazırlıyor. Zira haberleri izleyen kimse tam anlamıyla ne olup bittiğini anlayamıyor. Haberlerde adı geçen kişiler NATO, Gladyo, Kontrgerilla ve bunların gerçekleştirdiği yargısız infazlar, faili meçhul cinayetler, kayıplar ile anılmıyor. Bu ülkenin hukukunun da, kolluk kuvvetlerinin de, askeriyesinin de -“münferit bir vaka” olarak değil sistematik olarak- emperyalizme bağımlı egemen sınıfların emekçi sınıfları “her türlü yolla” ezmesi üzerine kurulduğundan tabii ki bahsedilmiyor. Yapılan basitçe şu: Sermayenin ve sömürgecilerin yeni ihtiyaçlarına uyum sağlayamayan eski yöneticilerin tasfiyesinde ve emekçilere saldırı araçlarının yeniden yapılandırılmasında “münferit vaka”ların vesile edilmesi. Özetle bu kavga Türkiye emekçilerine umut ve gelecek sunan bir kavga değil.
Venezüella’da bir umutlu kavga
ABD’nin her türlü desteği ile yola çıkan işbirlikçi muhalefet Venezüella’da gene başaramadı, Chavez kazandı. Örgütlü yoksullar referandumdan önce, yoksulların kapitalist imparatorlukla karşılaşmasının sadece oy sandıklarında değil, sokak ve mahalle direnişlerinde de olacağını,
sandıktan yeni bir seçim çıksa dahi beklemeyeceklerini, ayaklanacaklarını, Venezüella’nın Nikaragua olmasına izin vermeyeceklerini ve Başkan Chavez’i halkın üretim ve iletişim üzerindeki denetimini kurmayı hedefleyen devrimi konuta etmeye çağıracaklarını duyurmuştu. Kapitalist-emperyalist sistem Venezüella’da bir raund daha kaybetti. Yoksullar insanca çalışıp, insanca yaşayacakları bir ülke için bir raund daha kazandı ancak dedikleri gibi kavga bitmedi.
Emperyalistler geçtiğimiz hafta Irak’ta da kaybetmeye devam ettiler. Şiilerin ABD işgaliyle “uyumlu” lideri Sistani’nin İngiltere’ye gitmesinden sonra başlayan operasyon ile işgal kuvvetleri Necef’te Şiilerin “uyumsuz” lideri Sadr’ın mehdi ordusuna karşı saldırıya geçtiler. Ancak binlerce Şiinin Necef’e akın etmesi ve canlı kalkan olması işgal güçlerini oldukça zor duruma soktu. İşbirlikçilerin Bağdat’ta ülkeyi seçime hazırlayacağı ileri sürülen “Ulusal Kongre” toplantısı Necef protestoları gölgesinde tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. Sünni bölgelerinde Şii direnişini ve Sadr’ı destekleyen eylemler yapıldı.
Özetle Bu hafta ABD’nin hegemonyası Venezüella’da ve Ortadoğu’da sarsılmaya devam etti. Bu sarsıntılar sadece Irak ve Venezüella
halkları değil tüm dünya halkları için umutlu bir geleceğin habercisiydiler.