Defne Sarısoy: İstanbul’daki NATO zirvesinde, ABD Başkanı George W. Bush’un da katılımıyla, ABD’nin ağırlığını koyduğu bir birlik görüntüsü çıktı ortaya. İsterseniz önce, ABD’nin kendi politikasına NATO’yu çekme çabalarından bahsedelim. ABD politikaları toplantılara nasıl yansıdı? Cengiz Çandar: Aslında yansıması her zaman olduğu ölçüde oldu. NATO’nun şöyle bir sloganı var: NATO, ABD demek değildir,fakat ABD’siz NATO olmaz. […]
Defne Sarısoy: İstanbul’daki NATO zirvesinde, ABD Başkanı George W. Bush’un da katılımıyla, ABD’nin ağırlığını koyduğu bir birlik görüntüsü çıktı ortaya. İsterseniz önce, ABD’nin kendi politikasına NATO’yu çekme çabalarından bahsedelim. ABD politikaları toplantılara nasıl yansıdı?
Cengiz Çandar: Aslında yansıması her zaman olduğu ölçüde oldu. NATO’nun şöyle bir sloganı var: NATO, ABD demek değildir,fakat ABD’siz NATO olmaz. ABD fiilen NATO’nun yarısı demek. Gerek askeri gücü, gerek NATO bütçesine katkısı, gerekse paktın geleneğiyle ABD’siz bir NATO düşünülemez. NATO, İkinci Dünya Savaşı sonrasında bir kolektif güvenlik birliği olarak kurulduğunda, merkezi Batı Avrupa olan bir savunma stratejisine dayanıyordu. Avrupa ülkeleri, hukuken NATO’nun, fiilen ABD’nin nükleer şemsiyesi altında kendi güvenliklerini sağladılar. Bu güven ve koruma Soğuk Savaş sonrasında Avrupa Birliği’ne de yansıdı. ABD, NATO’da her zaman yüzde 50’den fazla ağırlık taşır. Dolayısıyla, her NATO toplantısı ABD’nin gelecek vizyonunun masaya yatırıldığı ve buna uygun stratejilerin ortaklarla paylaşıldığı bir nitelik taşır. Bu anlamda, İstanbul zirvesi buna bir istisna teşkil etmedi.
Bu genel çerçevenin dışında ilginç olan; ABD Başkanı George W. Bush’un son derece tartışılır ve tepki çeken duruşu. Onun ağzından çıkan her önerinin, büyük fırtınalar kopartması bundan. Sorunuzda da ‘Bush’un katılımıyla’ dediniz, ABD başkanları tüm NATO zirvelerine katılır, Bush’un katılmasında tuhaf bir taraf yok. Ancak sizin de vurguladığınız üzere Bush’un Bush olmaktan gelen bir imaj sorunu söz konusu. Ve bu zirveye yansıdı.
Bu zirvenin önemli tarafı şu; Trans-Atlantik sisteminde bir ‘çatlak’ meydana geldi. Zirve bu çatlağın masaya yatırılması açısından önemli idi. İttifak, Irak savaşı vesilesiyle geçen yıl ABD ve Kıta Avrupası arasında ihtilaflar nedeniyle çatlamıştı. Ve bu ‘çatlak’, NATO’ya aynen yansıdı. Bu zirve işte bu malum çatlağın ne kadar giderileceğine dair işaret verecekti.
İkincisi; NATO 2002’de önceki zirvede Prag’ta bir ‘dönüşüm’ kararı almıştı, bu kavram NATO’nun artık Avrupa kıtası dışında bazı misyonlar edinmesi argümanına dayanıyor. Çünkü Avrupa’da konuşlanan bir NATO’yu savunmanın anlamı kalmadı.
“BBC yorumcusuna gönderme yaparsak, İstanbul Zirvesi’nde NATO, ABD’nin 21. yüzyıl için öngördüğü stratejiye doğru yol almaya başladı.”
Avrupa’nın birleşmesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla NATO’yu NATO yapan temel de ortadan kalktı. NATO eğer ki devam edecekse, kendisine yeni bir ‘iş sahası’ bulmak zorunda. Yeni düzende eski stratejilerin gereği de ortadan kalktı. Eski hasımlar, Varşova Paktı üyeleri malum artık NATO üyeleri. NATO’nun hasmı bir anlamda sıfırlandı. Dolayısıyla, yeni NATO için Avrupa dışı görevler göründü, ABD’nin küresel güç dağılımına paralel olarak. NATO, işe Afganistan ile başladı. Zirve, “İttifak Irak’a yayılacak mı” sorusunu yanıtladı. İstanbul zirvesi, NATO’nun kilometre taşı zirvelerinden biri olarak anılacak.
Defne Sarısoy: İlk gün çıkan iki önemli karar oldu. Birincisi; Afganistan’da NATO’nun görev alanının genişlemesi, diğeri ise NATO’nun Irak’a askeri eğitim amaçlı olarak da olsa sonuçta bir şekilde müdahale ediyor olmasıydı. NATO, aldığı bu kararlarla Afganistan ve Irak konusunda nereye gelmiş oldu?
Cengiz Çandar: Zirvenin logosu Boğaz Köprüsü’ydü, aslında çok ilginç bir metafor. Zirvenin İstanbul’da yapılıyor olması başlı başına anlamlı bir tercih. Metaforun anlamı şu; NATO’nun artık Avrupa’dan Asya’ya geçerek küresel hedefe yönelmesi. İstanbul’da yapılması tesadüf değil. NATO ‘seferi’ görevler almak üzere Avrupa dışına doğru çıkıyor.
Boğaz Köprüsü logosundan hareket edersek, sembolik olarak, ben şu anda ‘Altunizade’ye vardılar diyorum. Altunizade’den öteye, Afganistan’a, Irak’a, Körfez ülkeleri var. Şu anda yalnız Altunizade’yi geçmiş durumda NATO. Zirveden çıkan Irak ve Afganistan’la ilgili kararları Avrupa’nın ötesinden bakan bir NATO.
Afganistan’a ilişkin olarak, Başbakan Ahmed Karzai gözyaşları içinde bir teşekkür konuşması yaptı ve Afganistan’ın güvenliği için “Size yarın değil bugün ihtiyaç var” dedi. Aslında satır arasında bir şikayet dile getirdi kendisi, “yeterince gözkulak olmuyorsunuz” diye. Irak’a ilişkin karar ise, Irak’ın güvenliğinin NATO şemsiyesine alınmasından ziyade, Irak’ta da embriyo halinde olan Irak güvenlik kuvvetlerinin eğitimi. Her ne kadar bunların nerede ve nasıl eğitileceği konusunda ayrıntılı konuşulmamış bile olsa, gerek Afganistan gerekse Irak konusunda yeterli sonuçlar çıktı denebilir. Hiç bir NATO zirvesinde bir Afgan Devlet Başkanı’nın önemli bir konuk olarak konuşması tasavvur edilebilir miydi? ABD ile Kıta Avrupası arasındaki çatlak derinleşmiş iken, zirvede yeni Irak ordusunun eğitimi telaffuz edildi. Fransa ve Almanya aynı kararın altına imza attı. Bir BBC yorumcusuna gönderme yaparsak, İstanbul Zirvesi’nde NATO, ABD’nin 21. yüzyıl için öngördüğü stratejiye doğru yol almaya başladı.
Defne Sarısoy: İstanbul Zirvesi, bir anlamda NATO’nun kimlik ve misyon arayışına işaret eden bir toplantıydı. Kuruluş amacı ortadan kalkan NATO başta global terör olmak üzere yeni hedeflere odaklandı. Yeniden yapılanma ve değişim sürecinde olan NATO’nun yeni işlevine dair bazı işaretler gördük. Bu noktada konuyu biraz daha detaylandırırsak, NATO nasıl bir işlev kazanacak?
Cengiz Çandar: NATO kavramsal düzeyde çok ilginç bir düzeyde bulunuyor. NATO yetkilileri, “Biz dünyanın polisi olmayacağız” diyorlardı. NATO’yu Pasifik’te, Latin Amerika’da görmeyeceksiniz, adı üstünde Kuzey Atlantik İttifakı. Aynı zamanda NATO kendine yeni bir misyon belirleme çabasında. NATO kendine ne misyon çiziyorsa, üyelerinin ortak iradesiyle o görevi yapacak. Prensip gereği, Afganistan’a da gitmek zorunda kalıyor. Örneğin, Afganistan operasyonu bir NATO operasyonu değildir, NATO karargahında planlanmamıştır. Büyük bir ölçüde ABD yüklenmiştir. Arkasından İSAF girdi ülkeye. Ve Afganistan bir NATO misyonu haline geldi. Şimdi İSAF yeniden kuruluyor ve bir NATO gücü olarak kuruluyor.
Defne Sarısoy: Türkiye de şubat ayında yeniden ISAF’ın komutasını üstlenecek.
Cengiz Çandar: Türkiye NATO misyonu çerçevesinde yer alacak. PRT’ler denilen, bölgesel yeniden inşa ekipleri, Afganistan ve benzeri ülkeleri ekonomik kalkınma, okuma-yazma seferberliği, alt yapı kurulması gibi çalışmalarla modernize edecekler. Kanımca NATO, ilk kuruluşunda tasavvur dahi edilemeyecek, bir tür millet ve devlet oluşturma fonksiyonunu üstlenmiş görünüyor. Afganistan NATO’nun çocuğu gibi. O nedenle, NATO’nun Afganistan’da başarısızlığa tahammül yok. Yeni NATO’nun daha ilk misyonunda başarısızlığa uğraması, yeniden tanımlanan bu ittifakı temelden sarsar. Afganistan vazgeçilmez ön şart haline gelmiştir. Irak’ta da aynı durum söz konusu, ABD’nin arkasından NATO’nun ülkeye girişine tanık oluyoruz. Saddam sonrası Irak’a yavaş yavaş bu çerçeve ile giriyorlar.
İstanbul’da kabul edilen ‘İstanbul İşbirliği İnisiyatifi’, isteyen Körfez ülkelerine lojistik yardım, istihbarat alışverişi, orduların eğitilmesi gibi konularda işbirliği yapılmasını öngörüyor. Büyük Ortadoğu Projesi diye bilinen, G-8 Zirvesinde ‘Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Girişimi’ adıyla ortaya çıkan bir ABD projesinin yansımasıdır bu. Bush’un Galatasaray Üniversitesi’n
deki konuşması tümüyle böylesi geniş kapsamlı bir işbirliğine dair kararlılığın ifadesiydi. BOP’un güvenlik ayağını oluşturan ise işte İstanbul İşbirliği İnisiyatifi’dir.
Dikkat ederseniz, Afganistan diyoruz, Irak diyoruz, Körfez ülkeleri diyoruz; Kuveyt, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Umman deniyor. Kuzey Atlantik İttifakı, Körfez’de ilişkilere giriyor. Üye sayısı 26’ya çıkmış NATO’nun, 16 üyesinin askeri birimleri Irak’ta. Sıra Irak ordusunun eğitilmesine geldi. Ve Afganistan’ı ayağa kaldırmak misyonu var. Unutmayalım ki, barış için ortaklık kavramı adı altında eski Sovyet Cumhuriyetleri, Orta Asya Türk cumhuriyetleri -Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan, Türkmenistan- Kafkasya ülkeleri -Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan-, Moldova ile ilişkiler gelişecek. Ayrıca, ikili düzeyde toplanan NATO-Rusya Konseyi var. Rusya da bir şekilde bu uluslararası güvenlik sisteminin içine çekiliyor. NATO – Ukrayna Komisyonu var. Eğer NATO dünya polisi olmayacaksa, Pasifik’te, Latin Amerika’da göremeyeceksek, NATO bir Avrasya örgütü olarak karşımıza çıkıyor. Kuzey Atlantik İttifakı olmaktan çıkıp, bir Avrasya Güvenlik Örgütü olarak yeni bir kimlik ediniyor. Polonya NATO Büyükelçisi’nin ifade ettiği doğru bir tanımlama var; NATO statik-teritoryal savunma örgütü olmaktan çıkıp, ‘seferi’ görev örgütü olmaya doğru gidiyor. Sefere çıkacağı yer, kurulduğu alanın dışında. İstanbul Zirvesi de, bu yeni NATO’nun ilk ürünlerini vermesine vesile oldu.
Defne Sarısoy: Türkiye’nin, İstanbul Zirvesi’nde ikili-üçlü görüşmelere de taşıdığı iki önemli başlık vardı. Bir tanesi; KKTC’nin izolasyonunun hafifletilmesi, diğeri ise PKK varlığından duyulan kaygılar. Türkiye, bu konularda bir gelişme sağlayabildi mi? En azından istediği mesajları iletebildi mi?
Cengiz Çandar: Bence evet, belli mesafeler kaydedildiği söylenebilir. Biz Türkler bazı konularda resmi çok geniş görmeden somut sonuçları derhal görmek isteme eğilimindeyiz. Katı anlamında bakarsak, NATO Zirvesinden 48 saat sonra KKTC’nin ambargolarının kaldırılacağına dair bir karar çıktı mı? Hayır. Bu bardağa bakışa bağlı. Ben dolu tarafını görmekten yanayım. Çünkü olaylara bir süreç içinde ve trendleri görerek bakmanın daha doğru olacağı kanısındayım. Kareyi dondurmadan filme bakmak lazım.
“NATO’nun yeni amacı, terörizmin yeşerdiği iklimin kurutulmasına dayanıyor ki, bu çerçevede, PKK’nın bölgede herhangi bir geleceği yoktur. Uluslararası sistem PKK’nın varlığına onay vermiyor”
PKK için hayat sona ermiştir bu zirveden sonra. ABD Başkanı George Bush’un Galatasaray Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada, ki o konuşma bir temel siyaset konuşması olarak kabul ediliyor, bunun ipuçlarını görmek mümkün.
Daha önce West Point’te, GeorgeTown Üniversitesi’nde yaptığı konuşmalar var. Tüm bunlar Galatasaray Üniversitesi’nde yaptığı konuşma ile finale ulaştı. Zaten konuşmanın içeriğine baktığınız zaman, siyasi yükümlülükleri ve kararlılıkları vurgulanıyor. Bu konuşmada, Ortadoğu’ya demokrasi ve özgürlük getirme konusunun altını çizerken, Tahran ve Şam’ı telaffuz etti. İran’ın ve Suriye’nin öncelikli olmak üzere, Ortadoğu ülkelerinin bugünkü haliyle kalmayacağına dair geniş bir stratejik açılımı ifade etti. Aynı paragrafın içinde PKK’dan da bahsetti. PKK’yı, gayet sert, katı, tartışmaya yer bırakmayacak açıklıkla olumsuz terimler ve terörizm tanımıyla andı. Zaten Ortadoğu Projesi, terörizmin imha edilmesi projesi. Daha geniş itibariyle, uluslararası sistem için terörizmin tehdidinin kurutulması ve yok edilmesini öngören bir proje. Kaynağı kurutma ise, ekonomik kalkınma, rejim değişikliği, demokrasi kültürünün yaygınlaştırılması demek. NATO’nun yeni amacı, terörizmin yeşerdiği iklimin değiştirilmesine dayanıyor ki, bu çerçevede bakarsak PKK’nın geleceği uluslararası sistem tarafından yasaklanmıştır. PKK’nın bu bölgede geleceği yoktur.
Şimdi filmin devamını izleyelim. Önemli olan, kavramsal olarak PKK’nın geleceğinin imha edilmesidir. Bu vizyon ABD Başkanı’nın ağzından İstanbul Zirvesinde çıktı. Bence Türkiye’nin çok duyarlı olduğu konulardan, PKK’ya ilişkin ‘sözün’ fazlasıyla alındığı sonucuna varmak mümkün.
KUZEY KIBRIS PAKETİ YOLDA
Kuzey Kıbrıs’a gelince; ikili temaslarda Türkiye, Kıbrıs konusunda daha enstrümantal bir rol oynamaya müsait bir zemine kaydı. Zirve arefesinde Ankara’da yapılan ikili görüşmelerde, Bush, basına sızdığı kadarıyla Kuzey Kıbrıs’a ilişkin bir paketin yolda olduğunu söyledi.
Kuzey Kıbrıs’ta şöyle bir düğüm var: Annan Planı’na Türk tarafının evet demesine karşın, Rum tarafı tam üyelik koltuğuna oturduğu için işler karıştı. ABD, Kuzey Kıbrıs’ta olumlu adım atmak için önce Avrupa Birliği’nin hareketini bekliyor. Avrupa Birliği ise, BM Güvenlik Konseyi’nin kararını bekliyor. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Türk tarafını öven, Rum tarafını da rahatsız eden raporunu açıkladı. Sorun, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin o rapor zemininde alabileceği kararı almasında çıkıyor. O çok kolay bir karar değil, çünkü Fransız ve Rus vetosu ihtimali var. Rusya ve Fransa ikna edilmedikçe, Güvenlik Konseyi’nden bir karar çıkması beklenemez. Güvenlik Konseyi’nden karar çıkmadıkça, Avrupa Birliği onun arkasına saklanıp adım atmıyor, Avrupa adım atmayınca da, ABD öne çıkmak istemiyor. İşin uzaması ABD’nin üzerinden riskleri kaldırıyor. İpin ucu kısaca, Fransa’ya gidiyor. Şimdi bu prosedürün değişmesini sağlayacak noktaya geldik. Artık iş uçuşların doğrudan başlatmasına dayanıyor. İngiltere’nin Londra’dan Ercan Havalimanı’na charter uçuşlarına izin vermesi düğümü çözer. Herkes birbirinin arkasına saklanıyor, ama bunun değişeceğine dair işaretler var ve düğüm Ercan Havalimanı’na inecek bir uçakla çözülmeye başlayabilir.
Defne Sarısoy: Bu noktada, Avrupa Birliği ülkelerinden gelen mesajları da değerlendirelim. Fransa-Almanya kutuplaşmasının ABD karşıtı tutumu zirveye yansıdı ve Chirac’ın Bush’a yönelik açıklamaları gerilim yarattı. Birliğe üye ülkelerin tutumlarına bakarsak, yıl sonunda bir müzakere tarihi almamız ne derece olası görünüyor?
Cengiz Çandar: Eğer bir yol kazasına uğramazsak, kendi ayağımıza ateş etmezsek ki o konuda yetenekli bir ülkeyiz, yüzde 80 bu iş olacak gibi. Öncelikle, şunu belirtmek istiyorum, ABD’ye karşı duran Kıta Avrupası diye tanımlamalarda Fransa ile Almanya’yı ayırmak lazım. Çünkü Almanya ve Fransa tam aynı durmuyor. Örneğin, 21. yüzyılın yeni oluşumlarına bakışı itibariyle Alman Dışişleri Bakanı Joschka Fischer, Türkiye’yi, ABD’nin çizdiği ufkun ötesine yerleştiriyor. Alman Başbakanı Schröder, son aylarda mütemadiyen “Türkiye’siz olmaz” melodisini seslendiriyor. Aynı partiden, Genişlemeden Sorumlu Komisyonun Üyesi Günther Verheugen de, Schröder ile aynı tınıda açıklamalar yapıyor.
Defne Sarısoy: Bir bakıma Günter Verheugen’in arada bir dövüp, arada bir sevdiği de söylenebilir…
Cengiz Çandar: Evet, onun okşama-dövme ritmi genellikle Sosyal Demokrat kanadın dalgalanmalarıyla paralel ama son dönemde daha çok sevmeye meyilli. Hatta bir süredir izdivaç isteğine doğru gitmeye başladı. Fransa ise farklı.
“Trans-Atlantik sisteminde Irak savaşı vesilesiyle bir ‘çatlak’ meydana geldi. Zirve, bu çatlağın masaya yatırılmasını sağladı. Çatlak şimdilik ‘sıvalı’ vaziyette duruyor”
Fransa ve Almanya’nın, ABD ile kend
i karşıtlıkları ile Türkiye politikaları tam olarak simetrik değil. AB’de Fransa’nın yanısıra, Avusturya da olumsuz tavırda Türkiye’ye karşı. Danimarka başta olmak üzere İskandinav ülkeleri tamamiyle Türkiye’nin yanındadır diyemeyiz. Amerika ve Fransa arasındaki derin ihtilafları İstanbul Zirvesi de gidermiş değil. Ancak, geçen yıldan bu yana süregelen Trans-Atlantik çatlağı İstanbul Zirvesinde ‘sıvandı’ diyebiliriz. Haziran’ın başlarında gerçekleşen BM Güvenlik Konseyi Kararı ve G 8’ler Toplantısında bir kat daha sıva sürüldü. Hatta, İrlanda’da hemen NATO Zirvesi öncesindeki ön toplantıda bir kat daha ‘sıva’ çekildi. İstanbul’da da bir kat daha sıva çekildi bu gediklere. Ama derinde bir görüş ayrılığı var. Şimdilik sıvandı sadece ama ‘çatlak’ ortadan kalkmış değil.
ABD ve Fransız pozisyonlarındaki farklılığı vurgulayan ilginç bir gelişme; Türkiye’nin Avrupa Birliği perspektifine ilişkin Bush ile Chirac arasındaki şiddetli polemik oldu. İrlanda’da Bush’un Türkiye için söylediklerine, İstanbul’da Chirac, diplomatik nezaket sınırlarını aşarak çok sert bir cevap verdi. Bush’un Galatasaray Üniversitesi konuşmasında, Türkiye-Avrupa ilişkilerine ayırdığı bölümü de aslında Chirac’a bir cevap olarak yorumlamalıyız. Avrupa ve özellikle İngiliz basınına baktığımızda, Türkiye’nin Avrupa Birliği ufkunun, ABD ile Fransa arasında yeni bir çatlak oluşturduğunu görüyoruz. Irak Savaşından bu yana üstü örtülegelen görüş ayrılığına şimdi Türkiye eksenli bir yenisi eklendi. Bu, Türkiye’nin yıl sonunda tarih almasını hızlandıracak mı, zorlaştıracak mı? Böyle bir sıkıntılı durum çıktı.
Trans-Atlantik çatlağı dediğimiz ABD-Fransa görüş ayrılığı, aslında Türkiye’nin Avrupa Birliği ufukları bakımından olumlu bir durum değil. Şimdiki durum, amiyane tabirle tam üyelik için Türkiye’nin Fransa’yı “tavlaması” gerektiğini gösteriyor.
Ben olayı şöyle özetliyorum; Eski NATO’da Almanya neyse, yeni NATO için de Türkiye aynı durumda. Fransa ise yeni NATO konseptlerine soğuk bakan bir ülke. Bu paradoksun bir şekilde aşılması gerekiyor. Eşittir: Türkiye, tarih almak için Fransa’yı aşmak zorunda. Ama yine de Chirac’ın gider ayak yaptığı açıklamalardan yola çıkarsak, kendisi Türkiye’yi, Bush’la atışmak için silah olarak kullandı ama tarih konusunda Türkiye’nin ufkunu da karartmadı. Kısaca, ben Türkiye’nin yüzde 85 şansı olduğunu, bu zirvenin bizzat Avrupa Birliği liderlerinin gözünde Türkiye profilini parlattığını düşünüyorum.
Defne Sarısoy: ABD’nin, Türkiye’nin AB’ye üyeliği konusunda açıklama yapması ters etki yaratıyor. Bush, ne zaman bu konuda Türkiye’ye destek verse, Fransa’nın direnci biraz daha artıyor gibi.
Cengiz Çandar: Evet, öyle denebilir. Geçen yıl ve 2002 Aralık ayında, Tayyip Erdoğan ile Beyaz Saray’a ve Kopenhag’a gidenlerden biriydim. Bush, hepimizin önünde Türkiye’ye çok büyük bir destek vereceğini beyan etti. Ve hatta Chirac, Schröder ve Dönem Başkanı Danimarka Başbakanı Rasmussen’e telefon etti.
Irak savaşına doğru giden o günlerde, ABD-Avrupa çatlağı bir hayli derinleşmeye başlamıştı. Ve Bush’un Chirac, Shcröder veya Rasmussen’e talepte bulunmaması daha iyiydi. Ben kişisel olarak Bush’un yaygın bir imaj problemi olduğunu düşünüyorum. Aynı sözleri Clinton söylese bu kadar tepki görmezdi. Ama tabii ABD-Fransa çatlağı, Bush’un imajı ile açıklanacak kadar tekdüze bir durum değil, daha derine iniyor, tarihsel bir çekişmeye işaret ediyor. Sadece Bush’un imaj bozukluğu bir yorum malzemesi olarak öne çıkıyor, ama baskın çıktığı için esas nedenleri örtüyor, buna dikkat etmek lazım. Chirac’ın sözlerini kazıdığınız zaman, stratejik pozisyon farklılıklarını görürsünüz.
Gözden kaçan bir nokta da; Avrupa Birliği’nin Mayıs ayından itibaren 25 üyeye çıktığıdır. Yeni üyelerin bir ikisi hariç tümü NATO üyesi. Ve bunlar prensipte güvenlik dayanaklarını ABD’de bulan ülkeler. Baltık Cumhuriyetleri; Estonya, Letonya, Litvanya, ayrıca Slovenya ve Slovakya var. En önemlileri Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti. Bunlar ABD’ye bakarak ulusal pozisyonlarını belirliyorlar. Eğer Türkiye’nin Avrupa Birliği’nden tarih almasında kelle sayısı da hesaplanacaksa, bu ülkelerin de hesaba katılması lazım gelir ki bu ülkeler ABD’nin ‘ne dediğine’ dikkat edecekler.
Irak savaşı öncesi Rumsfeld’in Fransa ve Almanya’ya atfen “Bunlar ‘eski Avrupa’, biz ‘yeni Avrupa’ya bakalım” dediğini hatırlayalım. Fransa bu tasnife oldukça sert tepki göstermişti. Yeni Avrupa diye bir coğrafya var hakikaten, ABD’ye daha yakın bir varlık.
Dolayısıyla, Bush’un sözleri Chirac’ı sinirlendiriyorsa dahi, Avrupa’nın oy kullanacak yeni üyelerini de Türkiye lehine seferber edebilir. Böyle de görmek lazım.
Defne Sarısoy: İstanbul Zirvesini Türkiye’nin kazanımları açısından değerlendirirsek, en büyük kazanım ne oldu?
Cengiz Çandar: Soğuk savaşın sona ermesinden sonra Türkiye, siyasetini güvenlik ekseninde tanımlayan bir ülke olarak, NATO’nun anlam kaybedeceği ve bir kanat ülkesi olarak tüm tehditlere açık kalacağı kaygısına kapıldı. Kısmen mantıklı bir değerlendirme de olsa, o zamanlar, başta dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal olmak üzere çok az sayıda insan, buna kendimi de dahil edebilirim, Soğuk Savaş sonrasında Türkiye’nin, çok daha önemli bir ülke olacağını savunuyordu. İstanbul Zirvesi, 15 yıl önce ortaya çıkan bu fiili durumun resmen tescil edilmesini sağladı. Soğuk Savaş’ın eski NATO sisteminde bir kenar ülkesi olan Türkiye, bundan böyle uluslarası sistemin merkezdeki bir üyesi. Türkiye’nin NATO’nun merkezi ülkesi olduğu tescil edildi. Bu çok önemli bir kazanım.
Soğuk Savaş döneminde Almanya, uluslararası sistem içinde ne ifade ediyorsa, bugün Türkiye uluslararası sistem için aynı anlamı ifade ediyor. Bu ‘eksen kayması’nın bir takım psikolojik sonuçları olacak. Daha bunu hazmetmiş değiliz. Bizim aydınlarımız genel anlamda komplo teorilerine prim verirler ve aşağılık kompleksi içinde sürekli olarak ‘oyuna getirilen’ bir Türkiye senaryosu oynarlar. Türkiye’nin ABD’nin piyonu olduğu psikozuyla itilip, kakılan, her an kandırılmaya müsait bir ülke olduğunu işlerler. İstanbul’da NATO Zirvesi’nden tam tersine bir durum çıktı. Galatasaray Üniversitesi’nde Bush’un yaptığı konuşmada tarif ettiği Türkiye, dünyanın yönetici ülkeleri arasında.
Defne Sarısoy: George W. Bush’un konuşması, Türkiye’nin konumuyla ilgili mesajın verilmesi için en uygun dekor da düşünülerek hazırlanmıştı.
Cengiz Çandar: Tabii, bu konuşmalar günler öncesinden hazırlanıyor. Bir sürü redaksiyondan geçiyor, tartışılıyor.
Ses Bush’un, söz ABD sisteminin. Bush, sadece bir solist, sahneye çıkıp seslendiriyor. Arkasında dev bir orkestrasyon, koreografi, söz yazarlığı var. Bir kelime öbürüne kıyasla dikkatle seçilip, yazılıyor. Onlarca kurum, kuruluş, organ giriyor bu konuşmanın içine.
Bu konuşmada Türkiye ile ilgili yapılan tanım, biraz daha geriye giderek değerlendirilirse, Türkiye’nin G8’ler toplantısına demokratik ortak sıfatıyla davet edilmesi ile bağlantılı. Dünyayı büyük bir şirkete benzetirsek, G8’leri bir yönetim kurulu, ABD’yi de bunun başkanı olarak görelim. Şimdi Türkiye G8 toplantısına ‘demokratik ortak’ sıfatıyla davet edildi. Ve ardından İstanbul’da NATO Zirvesi. Burada yeni bir dünya tasavvurunun ipuçları ortaya çıktı. ABD Başkanı Bush, Galatasaray Üniversitesi’ndeki konuşmasında Tür
kiye’ye yeni bir misyon yükledi. Türkiye, bundan böyle dünyayı ‘düzenleyen’ ülkelerden biri. Kendisi ‘düzenlenmesi gereken’, hedef ülkelerden biri değil.
Kanımca bizim psikolojimizi değiştirmemiz lazım. Sürekli tuzağa düşürülen bir ülke psikozunu aşmalıyız. Türkiye artık dünyaya stratejik modeller üreten, dünyanın yeniden biçimlenmesinde rol almaya hazır bir varlık olmalı. Gerek entelektüel hayatıyla, gerek iş dünyasıyla, gerekse bürokrasisiyle ‘düzenleyici’ bir ülke olmaya doğru antrenman yapmaya başlamalı. Aşağılık kompleksinden çıkmalıyız. Dünyanın yönetici ülkeleri arasına giriyoruz. Dünyanın genişletilmiş yönetim kurulunda yeralıyoruz –merkez karar organı değilsek bile genel yönetim kurulundayız.
Yeni dünya düzeninde Türkiye’nin üstleneceği yeni rollere adapte olmamız gerekiyor. G8’lere demokratik ortak sıfatıyla davet edilmesi ve ardından İstanbul Zirvesi, bunu resmen tescil etmiş oldu. Artık Türkiye dünyanın yönetici ülkelerinden biri olacak.
Defne Sarısoy: Yani Türkiye’nin, İstanbul Zirvesiyle birlikte yeni bir döneme girdiğini söyleyebilir miyiz?
“Yeni dünya düzeninde Türkiye’nin üstleneceği role adapte olmamız gerekiyor. Psikolojimizi değiştirmemiz gerek. Edilgen ülke psikozunu aşmalıyız. Türkiye dünyaya stratejik modeller üreten, yeniden biçimlenmesinde rol almaya talip ve hazır bir varlık olmalı.”
Cengiz Çandar: Şunu vurgulamak istiyorum. Önceki Başkan Bill Clinton’ın TBMM’de Kasım 1999’da yaptığı tarihi bir konuşmayı anımsayalım. Bu konuşmasında, dünya politikası ve tarihi açısından Türkiye ve biz Türkler hakkında söyledikleri itibariyle çok hoşlanmıştık. Bu konuşmada Türkiye’ye verilen işlev göze çarpmıştı; ülkenin uluslararası ilişkilerdeki öneminin altı çiziliyordu. Bu konuşma ile ABD Başkanı George Bush’un Galatasaray Üniversitesi’ndeki konuşması bir devamlılık arzediyor. Her ikisinin de Amerika Başkanı sıfatını bir kenara bırakırsak, salt olarak devamlılık açısından baktığınızda, ABD’nin bakışı 1999’daki konuşmanın da ötesine geçmiş durumda. ABD’nin Türkiye’ye biçtiği işlevsellik Clinton’un dile getirdiğinden daha öte bir değerde.
Netice itibariyle önümüzdeki çeyrek yüzyıl, Ortadoğu’nun dönüşüm dönemi olacak. Sevelim sevmeyelim, dünyanın yönünü ABD belirliyor. Tarihte büyük güçler hep belirleyici rol oynamışlardır. Yeter ki bunu isabetli yapmış olagelsinler. Ne kadar taktik itirazlarınız olsa da, ABD, demokratik idealler üzerine kurulmuş ve bunları yaymak istiyor. Gücünü, demokratik yönde harekete geçirdiği zaman, önümüzdeki çeyrek yüzyılı Ortadoğu’nun dönüşümü olarak belirleyebilir. Ortadoğu’nun varacağı son nokta, bölgede demokrasinin yaygınlaştırılmasıdır. Bu hedefe doğru yardımcı olacak ülkelerin de, kendilerinin demokratik olması gerekiyor.
Ve tam da bu çerçevede, Türkiye’ye merkezi bir rol veriyor. Türkiye’de demokrasi, başta ABD olmak üzere, uluslararası sistem tarafından güvence alınıyor demektir. ABD Başkanı George Bush’un Galatasaray Üniversitesi’ndeki konuşmasından benim çıkaracağım sonuç budur.
Soğuk Savaş döneminde, askeri darbelerin arkasında ABD vardı. Amerika’nın zımni onayı olmadan, hiçbir ülkede askeri darbe olmazdı. Dünyadaki mevcut anti-amerikan dalganın sebeplerinden biri bu. Otokratik rejimlerin arkasında Amerika gözükmüştür. Bush’un İstanbul konuşması aslında bir nevi Soğuk Savaş’ın özeleştiri niteliği taşıyor. “Evet, biz hata yaptık” tonu var satır arasında. Artık ABD şunu dile getiriyor: “Dünyaya demokrasiyi yaygınlaştırma misyonu sahibi bir süper devletiz”. Ve bunu demokratik müttefiklerle yapacaklar. Türkiye gibi.Kısaca, İstanbul zirvesinden sonra Türkiye’nin geleceğine iyimser bakmamız için her türlü sebep var.
Kaynak: NTV-MSNBC