Aslında kaza tipik bir “kamusu çökertilmiş yeni sömürge” sendromuydu. Yeni-liberal politikaların yarattığı “yatalak kamu”nun tüm semptomları kazada mevcuttu: “Karayollarını cazip hale getirerek petrol ve otomobil tekellerine pazar açmak için demiryollarının ihmal edilmesi; elli yıldır yenilenmeyen raylar; özelleştirme için yapılan makyajlar; bir kamu hizmetinin tamamen kar hedefine dönük işletilmesi; sendikanın, meslek örgütlerinin ve bilim insanlarının uyarılarının […]
Aslında kaza tipik bir “kamusu çökertilmiş yeni sömürge” sendromuydu. Yeni-liberal politikaların yarattığı “yatalak kamu”nun tüm semptomları kazada mevcuttu: “Karayollarını cazip hale getirerek petrol ve otomobil tekellerine pazar açmak için demiryollarının ihmal edilmesi; elli yıldır yenilenmeyen raylar; özelleştirme için yapılan makyajlar; bir kamu hizmetinin tamamen kar hedefine dönük işletilmesi; sendikanın, meslek örgütlerinin ve bilim insanlarının uyarılarının bu kar hırsıyla görmezden gelinmesi; çalışanların sayısının azaltılarak çalışma süresinin uzatılması vs..” Bunlara TCDD Genel Müdürlüğü’ne Ulaştırma Bakanı’nın belediye otobüsü işletmecisi hemşerisinin getirilmesi, rayları yenileme ihalesinin Tayyip Erdoğan’ın dünürünün şirketine verilmesi, AKP’li “bilim adamlarının” trenle geçirdikleri yolculuğu beğenmesinin ve projeyi hazırlayan “mühendislerin” kendi projelerini “uygun” bulmasının bilimsel açıdan yeterli görülmesi gibi Türkiye’ye özgü “arızalar” eklenince bu faciaya katliam demek daha doğru oluyor. Ancak medyamızın hedefinde bütçenin üçte ikisini borç faizi ödemesine, yüzde beşini toplam kamu yatırımlarına, binde ikisini Ulaştırma Bakanlığına ayıran yeni liberal politikalar değil, sadece, bu politikaları uygularken “kendi eşini dostunu da gören” yürütücüler var. Bu hedefleme IMF ile ilişkilerin sürdürülme biçimine dair “nazlanan” hükümete bir uyarı niteliği de taşıyor: Destek sonsuza kadar sürmez!
Temel sorun : IMF ile nikah tazeleme.
Türkiye’nin IMF ile 1999 yılında yaptığı stand-by anlaşması 2005 Şubat’ında sona eriyor. Peki şimdi ne olacak ? IMF ile ilişkiler nasıl sürdürülecek? Aralık 1999’da fiyat istikrarını sağlamak, yani enflasyonu düşürmek iddiasıyla yapılan stand-by anlaşması o dönemlerde oldukça garipsenmişti. Çünkü IMF ilk defa borç servisinde sorun yaşamayan bir ülkeye “yüksek enflasyon” nedeniyle müdahale ediyordu. O dönem birçok iktisatçı bu müdahalenin ekonomik değil siyasi gerekçelere dayandığını savunmuştu. IMF, ABD’nin Ortadoğu planlarında önemli bir yeri olan Türkiye’nin boynundaki ABD yularıydı. Bu yüzden şimdi de hükümetin IMF ile ilişkileri koparmak gibi bir seçeneği yok. IMF ilişkiler mutlaka sürecek.
IMF yularının hükümetin boynunda kalmasının ABD ile ilişkiler düzeyinde dış-politikaya dair gerekçeleri olduğu gibi, iktisadi gerekçeleri de var. Stand-by anlaşmasının imzalandığı 1999 Aralık ayından bu yana Türkiye’nin dış borçları 43.5 milyar dolar arttı. İç borç stoku 21 katrilyondan 210 katrilyona çıktı. Türkiye’nin toplam kamu borcu 204 milyar dolara vardı. . Devamlı faiz dışı fazla verilmesine ve bununla ana borç stoğu ödenmesine rağmen borçlar artıyor. Özetle 1999 yılında dış ödeme güçlüğü çekmeyen Türkiye’nin IMF sayesinde artık böyle bir derdi var.
Son bir yılda dış borç derdine dış açık derdinin de eklenmesi hükümeti oldukça zora sokuyor. 2004 yılının ilk beş aylık verilerine göre dış ticaret açığı, yüzde 130.9 artarak 10 milyar 30 milyon dolar oldu. Yüksek dış açık Türkiye’nin 1990 yılından beri uyguladığı temel sermaye birikim stratejisi olan “sıcak paraya dayalı büyüme”nin başına ördüğü çoraplardan sadece biri. Kısa vadeli sermaye girişine dayalı bu model, yüksek faizi ve düşük döviz kurunu hedefliyor. Böylece dışarıdan gelen döviz, yüksek faizli iç borçlanma senetlerini almak için TL’ye dönüyor. Aslolarak mevcut hükümet de bu stratejiyi uyguluyor. Düşük döviz kuru enflasyonu frenliyor, yüksek faiz döviz kurunun düşüklüğünü garanti altına alıyor. Ancak bu, yani değerlenmiş TL, dış pazarlardaki rekabeti, yani ihracatı olumsuz etkiliyor. Bu yüzden ihracatçılar ve dış pazara üretim yapan sermaye kesimleri sık sık itirazlarını dile getiriyorlar. Mevcut ekonomik programda bunları memnun etmenin tek yolu kalıyor: Emek maliyetlerini azaltmak. Böylece ücretleri düşürmek, kölece çalışma koşullarını yasallaştırmak gibi uygulamalar gündeme geliyor. Bu uygulamalar sermayeyi tatmin ettiği noktada sefalet ücretiyle güvencesiz çalışma, tatmin etmediğinde de işsizlik gündeme geliyor. Çünkü sermaye %16 reel faizi çok tatlı buluyor. Bu yüzden AKP hükümetinin hem büyüyoruz hem de enflasyon düşüyor böbürlenmelerinin halk açısından hiçbir anlamı kalmıyor. Bu büyümeden halkın payına düşen yine yoksulluk ve işsizlik, artan borç ve dış açıkla ülkenin payına düşen de daha çok bağımlılık.
Temel Soru: Nikah ne zaman.. ilişki nasıl?
Bu yüzden “IMF ile nikah tazelenecek mi?” sorusu hükümet veya sermaye çevreleri için bu “Bağımlılık ve yoksullaştırıcı büyüme çemberi kırılacak mı?” anlamına gelmiyor. Sermayenin ve hükümetin böyle bir sorusu yok. Gerçek soru şu: IMF ile ilişkilerin biçimi ne olacak. Hükümet 2004 sonunda üç yıllık bir ekonomik program hazırlanacağını ve bu programın verilerinin IMF ile ilişkileri belirleyeceğini söylüyor. Hükümete yakın MUSİAD’ın Başkanı Ömer Bolat geçtiğimiz günlerde gerçek niyeti ifade etti: “IMF ile stand by yerine bir program sonrası gözetim anlaşması yapılarak ekonomide yeniden yapılanmanın temelleri atılmalı….. Arz yanlı bir program devreye sokulmalı” Bolat konuşmasında faizlerin düşürülmesini istiyor. IMF ise faizlerin düşmesine kesin olarak karşı. Ama MUSİAD Başkanının asıl istekleri “arz yanlı bir program” diye ifade edilen yeniden yapılanma programında saklı.
Dünyanın her yerindeki arz yanlı programların ortak özelliği ücretlerin baskılanması, emeğin sefaletidir. Yani MUSİAD başkanı diyor ki büyümeyi, dış borç ödemelerini, dış ticaret dengesini sadece dışarıdan gelecek kısa vadeli spekülatif sermaye girişiyle değil, emeği iyiden iyiye köleleştirerek elde edeceğimiz karlarla sağlayalım. Bu açıklamaya karşı tepki gecikmedi ve Mustafa Koç’tan geldi: “”Mali disiplinin korunacağı, kaynaksız kamu harcamalarının yapılmayacağı yeni bir programın tercihen IMF’yle anlaşılarak uygulanmasında yarar görüyorum. Yola IMF’yle devam edilmesinden yanayım çünkü bu kuruluş Türk ekonomisi için bir sigortadır” Açıkçası tekelci sermaye hükümete güvenmiyor. Özellikle Cumhurbaşkanlığı’nı kafaya koymuş görünen Tayyip Erdoğan’ın önümüzdeki dönem olası bir seçim öncesi mali disiplinden taviz verebileceğinden endişe ediyorlar. Bu yüzden IMF yularının MUSİAD başkanının ifade ettiği biçimde gevşetilmesini istemiyorlar. Merkez Bankası Başkanı Süreyya Serdengeçti’nin, ekonomideki iyileşmenin sürmesi için sıkı para ve maliye politikasına devam edilmesi gerektiğini belirterek, bu yönde ileriye yönelik programın bir an önce açıklanması, bu programın IMF ile sürdürülmesi gerektiğini vurgulaması ve Doğan medyanın “IMF ile ilişki biçimini hemen açıklayın. Bu işi yıl sonuna bırakırsanız raydan çıkarsınız” tehditleri safları ve istemlerini belirginleştiriyor.
AKP hükümeti Türkiye’nin IMF ile ilişkilerinde “yuları gevşeten” hükümet olarak anılmak istiyor. Bu yüzden bir stand-by’ı değil daha esnek bir gözetim anlaşmasını tercih ediyor. Ayrıca bu konudaki esnekliği arttırmaya da ihtiyacı var çünkü siyasi gelecekleri açısından sıkı maliye politikalını seçmeci dilencileştirme faaliyetleri için delmek zorunda kalabilirler. Nitekim sermayenin tüm kesimlerinin ortak talebi olan emeğe yönelik saldırı programı ekim ayından itibaren süratle uygulanacak ve önlem alınmazsa bunun siyasi sonuçları da olacak.
Aralık ayında AB’den gün alınması halinde IMF ile pazarlıkta elinin de güçleneceği varsayan hükümet
önümüzdeki dönemki ilişki biçimini belirlemekte ağırdan alıyor. Tekelci sermayenin daha “uzak görüşlü” temsilcileri ise endişeli. Aralıktan sonra AKP pazarlığı yokuşa sürebileceğini IMF ile ilişkileri berbat edebileceğinden korkuyorlar. Bunun sadece iktisadi anlamda olumsuz sonuçlarından değil ABD ile ilişkileri zedelemesinden de endişe ediyorlar. Egemenler Türkiye’nin tek ata, yani AB’ye mahkum kalmasını istemiyorlar. Bu yüzden IMF ile ilişkilerin ne şekilde süreceğinin hemen bağlanmasını, sonbahara ertelenmemesini istiyorlar.
Hükümet bu uyarıları ne ölçüde dikkate alacak ve sermayeyle ne düzeyde uzlaşacak bilinmez. Ancak hükümetin, önümüzdeki sonbaharda kamu çalışanlarının büyük bölümünü sözleşmeli statüye geçirmeyi, emeklilik yaşını yükseltmeyi ve özelleştirmeleri hızlandırmayı hedeflediği, yani emekle “uzlaşma” niyetinin olmadığı açık.