Başbakanın 13 Temmuz’da Ankara’ya gelen Suriye Başbakanıyla görüşürken aynı gün Ankara’da bulunan İsrail Başbakan Yardımcısıyla görüşmemesi, Türk hükümetinin Kuzey Irak’daki İsrail faaliyetlerine yönelik tepkisinin sadece bir “şüphe”den kaynaklanmadığını göstermektedir. Sonuçta İsrail Başbakan yardımcısı Abdullah Gül ile görüştü ve Şaron’un Gazze’den çekilme planına destek verilmesini, Erdoğan’ın eleştirilerinin bitmesini ve bu ülkeye üst düzey bir ziyaret yapılmasını […]
Başbakanın 13 Temmuz’da Ankara’ya gelen Suriye Başbakanıyla görüşürken aynı gün Ankara’da bulunan İsrail Başbakan Yardımcısıyla görüşmemesi, Türk hükümetinin Kuzey Irak’daki İsrail faaliyetlerine yönelik tepkisinin sadece bir “şüphe”den kaynaklanmadığını göstermektedir. Sonuçta İsrail Başbakan yardımcısı Abdullah Gül ile görüştü ve Şaron’un Gazze’den çekilme planına destek verilmesini, Erdoğan’ın eleştirilerinin bitmesini ve bu ülkeye üst düzey bir ziyaret yapılmasını istedi. İsrail için sorunun kazasız belasız çözülmesi önemliydi. Çünkü GAP Bölgesi’ndeki 26 büyük projeden 6’sının sahibi durumunda bulunan ve 870 milyon dolarlık bir yatırım aşamasında olan İsrail açısından sorun sadece stratejik değildi.
Aynı günlerde Ankara’da sürdürülen Türkiye-İran Güvenlik Komitesi toplantısı ve İran İçişleri Bakan Yardımcısı’nın Türkiye ziyareti, ABD’nin yeni hedefi olduğu ilan edilen bu iki “haydut(!)” ülkeyle Türkiye’nin ne işi olur sorusunu gündeme getirdi. İran’ın Ankara Büyükelçisi, Erdoğan’ın Tahran’a yapacağı ziyaret sırasında ülkesinin KONGRA-GEL’i terörist örgüt ilan etmeyi planladığını açıklayarak, “ortak düşmanı” ilan etmiş oldu.
Suriye açısından durum kısmen farklıydı. Suriye Devlet Başkanı Esad’ın İran ziyareti sonrası yapılan açıklamalarda İsrail’in Kuzey Irak’ta yürüttüğü faaliyetlerin her iki ülkenin güvenliğini de tehdit ettiği vurgulanmıştı. Ancak Suriye’nin asıl sorunu bölgedeki İsrail etkinliğinin artmasıydı. ABD’nin taşeronu olmak için can atan Türkiye’nin ve ABD’nin iç karışıklıklarla üstesinden gelmeye çalıştığı İran’ın Kürtlere dair geleneksel siyasetleri ile Suriye’nin İsrail’le problemleri, bu üçlüyü geçici de olsa bir araya getirdi.
Kürtlere karşı Türk Devletindeki hareketlenmenin işareti askerden geldi. NATO zirvesinin hemen sonrasında Genelkurmay sözcüsü İlker Başbuğ’un hükümeti ve yargıyı Kürt sorunu konusunda görevini yerine getirmeye çağıran konuşmasının ardından her iki cephede de hareketlilik yaşanmaya başladı. Eğitim-Sen hakkında açılan kapatılma davası ve Türkiye’nin dış siyasetindeki gelişmeler hükümet ile TSK arasında konuya dair bir “uyum” sorunu olmadığını gösterdi. İki milyon kamu çalışanının büyük bir bölümünü sözleşmeli personel statüsüne geçirmeye hazırlanan hükümet açısından, Eğitim-Sen’i yıpratmanın faydası da göz önüne alındığında yargı cephesindeki hareketlenmenin birden fazla tetikleyicisi olduğu görünüyordu. Ancak asıl sorun Türkiye’nin hareketlenen dış siyasetinin bugüne kadar görmediğimiz tarzdaki geniş manevra alanını nereden bulduğuydu.
ABD’nin Sarsılan Hegemonyası İşbirlikçileri Güçlendiriyor
Aslında “ulusalcı” cephe uzun zamandır tepiniyordu: “Irak’ta zor duruma düşen, dünya çapındaki hegemonyası en alt seviyede olan ABD ile pazarlık yapmanın tam zamanı! Tek ve büyük bir şey kopartalım!” AKP hükümetinin paraya ve ticarete indirgenmiş tüccar pazarlıkları ulusalcı cepheyi ikna etmiyordu. Talep büyütülmeliydi: Kürt ulusal hareketinin imhası. NATO toplantıları sonrasında emperyalizmin her taraftan tel tel dökülen projelerinde görev alacağına söz veren hükümetin eli güçlenmişti. Afganistan’da perişan olan NATO’nun “genişleyen” görev alanı Türk askeriyle dolacaksa bunun bir karşılığı olmalıydı. Önce Haziran 2004’den, Eylül 2004’e, en son da Mayıs 2005’e ertelenen Afganistan’da “güvenli” bir seçim yapma fantezisinin karşılığı, sadece AB’den müzakere günü almak olamazdı. Zaten AB işi kesin gibiydi. Emperyalistlerin bölge projesinde model ülke olması hedeflenen, bu yüzden vitrine çıkartılması gereken Türkiye’nin AB’den tam üyelik müzakerelerine başlamak için Aralık ayında gün alacağına dair güçlü emareler belirmişti. Özellikle Irak ve Afganistan hakkında alınan NATO kararları hükümeti hem tezkere gibi can sıkıcı ve riskli prosedürlerden kurtarmış, hem de emperyalistler arasında gerçekleşen asgari uzlaşma önemli bir hareket alanı sağlamıştı. Kıta Avrupası ile ABD arasında özellikle Irak konusundaki çatlakların asgari bir uzlaşmayla “sıvanması”, hem AB’ye girmeye çalışan hem de ABD’nin kuyruğundan düşmeyen Türkiye’nin Irak siyasetini rahatlatmıştı. Özetle Kürtlere saldırmanın şimdi tam zamanıydı.
Kürt sorunu nedeniyle İsrail’le restleşen, Suriye ve İran ile görüşen, ABD ile pazarlıkları kızıştıran egemenler her şeylerinden vazgeçiyor ancak Kürt siyasetlerinden vazgeçmiyorlar. Egemenlerin iki cephesi, geleneksel Amerikancılar(ulusalcılar) ve yeni Amerikancı hükümet, Kıbrıs, MGK, YÖK, türban gibi pek çok gündemde sert çatışmalar yaşarken Kürt düşmanlığı konusunda birleşiyorlar. Her ne kadar ultra-amerikancı kimi liberaller Kürt sorununu ve kırmızı çizgileri fazla takmadan, gözü karartıp, fazla pazarlık yapmayıp ABD’nin kuyruğunda bataklıktan bataklığa koşmanın Türkiye’nin önündeki yegane kurtuluş yolu olduğunu iddia etseler de egemenler emperyalistlere taşeronluğun karşılığında kelle istiyorlar. İşgallerden düşecek paylarla ve ihalelerle gözü dönen kimi ultra-amerikancılar, devletin faşist hassasiyetlerini göz önüne almamanın bedelini ağır ödüyorlar. “Karanlıklar prensi” İlnur Çevik ve Cengiz Çandar Kuzey Irak’daki Kürt yönetiminden ihale almanın bedelini bugünlerde Türk basınından tecrit edilerek ödüyorlar.
Kürt Ulusal Hareketinin Merkezi Güneye mi Kayıyor?
Irak bataklığında debelenen ABD’nin giderek Kuzey Irak’a sıkışmaya başladığının farkında olan Talabani ve Barzani de pazarlık çıtasını oldukça yüksekte tutuyorlar. Bu sayede Kuzey’de fiilen bir Kürt Devleti’nin belirmeye başlaması sadece Türk egemenlerinin ve ABD’nin değil, Türkiye’deki Kürt ulusal hareketini de etkilemektedir. Kürt Ulusal Hareketleri içerisinde ilerici toplumsal dinamikleri en fazla barındıran Türkiye’deki Kürt hareketi, ulusal devlet hedefinin güneyde belirmesi üzerine önemli bir sıkışma yaşamaktadır. Özellikle Kürtlerin egemen sınıfları ve Avrupa’daki kimi Kürt unsurlar için Kürt hareketinin merkezinin Diyarbakır’dan Kerkük’e kayması, İmralı’nın inisiyatif alanını daraltmaya başlamıştı. Bu aşamada Talabani ve Barzani çizgisini harekete dayatan Osman Öcalan’ın kopuşu, ateşkesin bitirilmesi, “Apocu Çizgide Birlik” çağrıları, “Başkan’ı ve Kongra-Gel’i açıktan sahiplenme” kampanyası çerçevesinde toplana 50 bin dilekçenin devlete teslim edilmesi Kürt hareketinin merkezinin Türkiye’de kalması için atılmış adımlardır. Bu çabalar nesnel olarak ilericidir, çünkü işbirlikçi Kürt ağalarının vesayetinde bir Kürt hareketinin ne Kürt halkına ne de Ortadoğu halklarına etnik savaşlar, işgaller ve ölümden başka getireceği hiçbir şey yoktur.
Ancak Türkiye’deki Kürt hareketinin kısıtları da bellidir. Özellikle NATO karşıtı mücadele sürecinde anti-emperyalist hareketten kopma yönünde adımlar atan Kürt hareketinin, kendini sosyalist hareketten yalıtma tehlikesi söz konusudur. Diplomasi alanında atılan adımlar da büyük oranda boş çıkmıştır. Emperyalistler ilerici toplumsal temelleri olan, yoksul köylülüğü örgütleyen ve Kürt aydınlanmasını simgeleyen bir hareketi kendi Ortadoğu planlarında hiç de “güvenilir” bulmamaktadır. AB, dört eski DEP’li milletvekili ile resmi temasların cesaretlendirilmemesini, bunun yerine düşük seviyede özel temasların sürdürülmesini kararlaştırmıştır. “AB misyon şeflerinin DEHAP ve Kürt sorununa karşı siyasi bir duruş sergilememeleri daha doğru olacaktır.” tavsiyesinde bulunulmu
ştur. NATO toplantılarında KONGRA-GEL terörist örgüt ilan edilmiştir. KONGRA-GEL Başkanı Zübeyir Aydar, “PKK silah bıraksın Kürt sorununu beraber çözelim dediler ama 6 yıldır süren tek taraflı ateşkes döneminde hiç bir ciddi adım atmadılar.” diyerek tepkisini dile getirmiş, ancak bu tepkinin içinde bulunan hayal kırıklığı Kürt hareketini yıllardır kemiren beyhude beklentileri de gözler önüne sermiştir.
AB ve ABD tercihi zaten belliydi. Onların tercihi, her türlü yaramazlıkları bir yana, işbirlikçilerinden yana olmuştur. AB ve ABD’yi rahatsız eden Türkiye’deki Kürtlerin maruz kaldığı inkar ve imha siyaseti değildir. Onları rahatsız eden bölgenin model ülkesi olması hedeflenen Türkiye ile, Kürt işbirlikçileri arasındaki gerilimdir. Çünkü ulusalcıların da söylediği gibi zayıflayan ABD hegemonyası Türkiye devletine önemli kozlar vermektedir. Ancak onların görmediği şudur. Sadece Türk işbirlikçilerin değil, Kürt işbirlikçilerinin de ellerindeki kozlar artmaktadır. Bu Kuzey Irak’taki oyunun zorluk derecesini arttırmaktadır. Şimdi emperyalistler Irak Kürt yönetimiyle, Türkiye devletini barıştırmanın yollarını aramaktadırlar. Bu yolda Kerkük kuşkusuz en önemli kavşaktır ve bu konuyla ilgili görüşmeler sürmektedir. İşbirlikçiler arası olası bir anlaşmada ABD’nin de bastırmasıyla Türk tarafının vereceği tavizlerin ödülü bellidir: Kongra-Gel’in bölgede daha da köşeye sıkıştırılması. Türkiye devleti kulak kesme gibi yöntemleri sandıktan çıkarmaya başlayarak, İran ve Suriye ile görüşerek kendi Kürtleri etrafındaki çemberi daraltmaktadır. Çemberin açık tek tarafı Irak’tadır ve şimdi pazarlıklar bu noktada yoğunlaşmaktadır. Bu çember bölge halklarının kardeşliği ve emperyalizme karşı ortak mücadelesi açısından kırılmak zorundadır.