Bu durum sıkça kullanılan bir deyimle dünyayı “küresel bir köye çevirmemiş ancak eşitsizliklerin, yoksulluğun, işsizliğin arttığı küresel sömürü alanına dönüştürmüştür.” Küreselleşme süreci bir yandan -tek bir tuşla milyonlarca doların dolaşımı sağlayan- bu anlamda sermayenin sınırsız hareketini ifade ederken, diğer yandan da kültürel alanda dünyanın çeşitliliklerini, farklılıklarını yok eden tek tipleştirici bir süreçtir. Kapitalizm için bugün […]
Bu durum sıkça kullanılan bir deyimle dünyayı “küresel bir köye çevirmemiş ancak eşitsizliklerin, yoksulluğun, işsizliğin arttığı küresel sömürü alanına dönüştürmüştür.” Küreselleşme süreci bir yandan -tek bir tuşla milyonlarca doların dolaşımı sağlayan- bu anlamda sermayenin sınırsız hareketini ifade ederken, diğer yandan da kültürel alanda dünyanın çeşitliliklerini, farklılıklarını yok eden tek tipleştirici bir süreçtir. Kapitalizm için bugün artık “uzak” kalmamıştır, bütün uzaklar sermayenin uzamı haline gelmiş, malların ve sermayenin dolaşımı dahil her türlü iletişim yolu ile mekan daraltılmıştır. Zamanın, dünya çapında örgütlenmesi, mekanın yerini almış, Robertson’un tanımıyla “dünya sıkıştırılarak, tek tipleştirilmiştir.” Dünyanın tek tipleştirilmesi; küreselleşmenin “demokrasi-özgürlük-farklılık” vurgularının altının boş olduğunu ve bu sürecin baskıcı niteliğini ortaya koymaktadır. Küreselleşmenin yarattığı yoksulluk, savaş, işsizlik bir yana “sermayenin sınırsız hareketi” için yapılan düzenlemelerin aynı zamanda “emeğin hareketinin sınırlandırılmasını” da içermesi, küreselleşmenin baskıcı yanını ve sınıfsal niteliğini ortaya koymaktadır. Bu durumun somut sonucu, sermayenin ucuz emeğe akışı ve emeğin bu süreçteki etkinliğinin kırılması olarak yaşanmaktadır.
Hindistan’daki Bongolane bölgesinde bir şirketin elemanları, Hindistan’daki telefona cevap verdiklerinde karşılarında İngiltere’deki tren tarifelerini, bilet fiyatlarını ya da falanca trenin rötar yapıp yapmadığını soranları bulacaktır. Bu görevi şimdiye kadar İngiltere’de yapanlar işsiz kalacakken, bir Hintlinin alacağı maaş İngiltere’deki işçinin onda biri olacaktır.
Küreselleşme sürecinin en önemli kavramlarından birisi “yerelleşme” olmuştur. Yerelleşme bir yandan sermayenin yeni sömürge alanını gösterirken, diğer yandan da post-fordist üretim modeline uygun olarak farklı tüketim gruplarının tanımlanmasını-yaratılmasını- ifade etmiştir. Aynı zamanda yerelleşme vurgusu kültürel alandaki farklılıkları da içeren “demokratik” bir sürece vurgu yapmış ancak kar aracına dönüştürülmüştür.
Küresel-yerel ilişkisi kültürel alandaki sömürüyü ortaya koymakla birlikte, kapitalizm için “yerelleşme” asıl anlamını, ekonomik sömürü mekanizması içindeki yerinden almaktadır. Kapitalizm, 1970’lerde başlayan krizini aşmak için yeniden yapılanırken, dünya hiyerarşik yapısı ve sömürü ilişkisi merkez-çevre bağlamında ulus-devletler üzerinden işleyen düzeninden farklılaşarak, ulusüstü kurumların ve yerelin önem kazandığı, ulus-devlerin rolünün yeniden tanımlandığı bir yapıya dönüşmüştür. Devlet, bu dönemde ilk olarak kamu hizmeti olarak tanımlanan eğitim, sağlık gibi alanları özelleştirerek sermayeye devretmiş, “yapısal uyum programları” adı altında çıkartılan yasalarla “sermayenin hareket serbestliği kazanmasını ve mülkiyetini” güvence altına almış, hizmet alanlarını yeniden tanımlamış ve merkezi yetkilerinin çoğunu yerel idarelere bırakmıştır.
Küreselleşmenin, ulus-devleti aşmaya yönelik yeni düzenleme arayışları, yerel yönetimlerden ve kentlerden geçmektedir. Küresel-yerel diyalektiği olarak kavramsallaştırılan bu arayışta hem yönetim hem de iktisadi hareket alanı kent olarak belirlenmiştir.
Bu değişimine en belirgin sonuçlarından birisi “topyekün kalkınmanın” terk edilerek artık bazı kentlerin ve bölgelerin tercih edilir hale gelmesi olmuştur. Üstelik bu tercihler sadece küreselleşen sermaye grupları için değil bizzat ulus-devletler tarafından da zorunlu bir tercih olarak kabul edilmiştir. Dolayısıyla şöyle bakılabilir; yerelleşmenin boyutunu arttırdığımız zaman sermaye için etkin olan İstanbul’dur. Artık Adıyaman’ın, Ağrı’nın Şırnak’ın önemi yoktur. Ama bütüncül olarak düşünüldüğünde İstanbul’un ürettiğinin bir kısmını, Doğu’da, Kuzey’de, Karadeniz’de ya da İç Anadolu’da kullanma olanağı sağlanabilmektedir. O yüzden sermayeyi yerelleştirmek, yani piyasaları kendi özgül koşullarına bırakıp, en verimli piyasaya bırakıp, çekmek istenmektedir. Küreselleşme-yerelleşme ilişkisini Harvey, kent mekanı ve sermaye birikimi arasındaki ilişki çerçevesinde ele almaktadır. Harvey,e göre aşırı birikim nedeniyle kriz yaşayan sermaye, bunu aşmak için dolaşım gücüne dayanarak kendisine daha karlı alanlar aramaktadır. Harvey, bu nokta üretim sürecinin ve tüketimin devamı için sabit sermaye ve tüketim fonlarına ihtiyacı olduğunu, herhangi bir kriz durumunda üretimin ve tüketimin fiziki çerçevesi olan yapılı çevrenin (ulaşım ağı, işleyen sermaye piyasası, esnek emek gücü, hatta buna istekli yerel yönetimle gibi) krizin çözümü olmasa da ertelenmesinde çok önemli bir yeri olduğunu ileri sürmektedir.
Türkiye’de tüm alanların piyasaya açılması, 1980 faşist darbesinden sonra başlamış ve bugün çıkartılmaya çalışılan “kamu yönetimi kanunu”, “yerel yönetimler reformu”, “personel rejimi reformu”, “üniversite” reformu” gibi tüm yaşamdakilerin piyasaya devredilmesiyle sonuçlanmaktadır. TBMM Başkanı Bülent Arınç, 22. dönem 1. yasama yılı çalışmalarının sona ermesi nedeniyle düzenlediği toplantıda, yasama ve denetim faaliyetlerini gerçekleştirmek için 20. ve 21. hükümete oranla %40 aha fazla çalıştıklarını ve 184 adet kanun ve teklifin TBMM’de kabul edildiğini -yani ülkenin emperyalizme tesliminin tamamlanması için gece gündüz çalıştıklarını büyük bir gururla- açıklamıştır. Türkiye’nin 1981sonrasında uluslararası sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yaşadığı değişimi çıkarılan yasalardan takip etmek mümkündür.
1980’den Bugüne Küreselleşmeye Entegrasyon Süreci
1980 öncesinde TBMM’nin yasa çıkarma sıklığı 84 iken, 80 sonrasında bu sayı 223’e ulaşmıştır. 1980, OEDC-2002 raporundaki ifadesiyle, ekonomiyi rekabete açacak büyük reform programının başlangıcı olmuştur.
Türkiye 1980 öncesinde, -kapitalizmin yapılanması doğrultusunda- kalkınma öncelikli hareket edip, yüksek gümrük duvarları, ithalat kotaları içeren ithal ikameci sanayileşme modelini uygulamıştır. 1980 sonrasında ise neo-liberal politikalar uygulanmaya başlanmıştır. Özal’da ifad bulan neo-liberal dönemde , sosyal devlet anlayışından etkilenen ve geniş emekçi yığınlarına taviz vermek zorunda olan devlet yerine, sermayenin hizmetinde olduğunu açıkça beyan eden, sosyal harcamaları kısan bir devlet anlayışı geliştirilmiştir. Önceki dönemle kıyaslanmayacak bir dış borç sürecine girilmiş, elde edilen borçlar, sosyl ve üretken alanda değil, tüketim düzenini rahatlatacak alanlara aktarılmıştır. Başta sendikalar olamk üzere tüm toplumsal örgütlenmeler zayıflatılmış ve yok edilmiştir. Piyasanın gizli eli, devletin balyozvari elinin sağladığı “düzen ilkesi” sayesinde zincirlerinden koparcasına sosyal ilişkiler alanında belirleyici olamaya başlamıştır.”
1980 sonrası devletin yeni yönelimi, 28 Temmuz 1981 tarihli. Sermaye Piyasa Kanunu ve 3218 sayılı Serbest Bölgeler Kanununda görülmektedir. Sermaye Piyasa Kanunu ile “tasarrufların menkul kıymetlere yatırılarak, halkın iktisadi kalkınmaya etkin ve yaygın bir şekilde katılması” amaçlanmış, böylece tasarruflar para-sermaye döngüsüne katımlı.ve bu döngüye katılan para sermaye belirli ellerde toplanmıştır. Serbest Bölgeler Kanunu, temelini ise “yabancı sermaye girişini hızlandırmak” oluşturmuştur.
İkinci Kuşak Yapısal Uyum Programları ve Yöneti
şim Kavramı Çerçevesinde Devletin Değişen Rolü
1998’de Asya krizinden sonra Dünya Bankası ve IMF’nin ortaklaşa düzenledikleri; “İkinci Kuşak Yapısal Reform” başlıklı konferansın açılış konuşmasında Michel Comdessus, “her bir ülkenin kendi sosyal, kültürel ve politik özellikleri dolayında biçimlenen kurumlarıyla, küreselleşmenin ihtiyaç koyduğu kural ve standartlar arasındaki gerilimi nasıl çözeceğiz? Diyerek küresel yapılanma içerisinde devletin rolüne değinmiştir. Comdessus’un sorusu, Dünya Bankası raporunda(2002) şöyle cevaplanmaktadır. “öyle yasal düzenlemeler yapılmalı ki, bu düzenlemeler dolayında inşa edilen kurumlar, piyasadaki işlemlerin getirisini yükseltsin, riskleri azaltsın ve etkinliğini arttırsın”
Bu dönemde öne çıkarılan, yani rolleriyle ve yönetim yapısıyla devlettir. Devletin işleyişi “yönetişim” kavramı çerçevesinde tanımlanmaya başlamıştır. Yönetişim sözcüğünün kamu yönetimi ve devletin yetki alanı bakımından içeriğini oluşturan temel özellik, genel olarak kamu yönetiminin alanını daraltma, harcamaları kısıtlama personeli azaltma, hizmetlerin özelleştirilmesi ya da piyasa mantığına tabi kılma uygulamaları oluşturmaktadır.
Dünya Bankası’nın 1997 yılındaki “Değişen Bir Dünyada Devlet” başlığıyla hazırladığı raporda ortaya koyduğu şekliyle, piyasanın sağlıklı bir şekilde işleyebilmesi için devletin düzenleyici ve yönlendirici rolünün altı çizilmiş, devletin piyasa dolayımıyla tanımlanmasının sağlanması için de “yönetişim” kavramı ortaya atılmıştır. Yönetişimle, “Sivil Toplum Örgütlerinin “yönetime katılması öngörülmüş böylece devlet ve toplum arasındaki karşıtlık çözülmeye çalışılmıştır. Sözcüğün, piyasa ile ilişkisini görünmez kılmak için, yönetişim, katılımcılık, şeffaflık, demokrasi gibi kavramlara vurgu yapılmıştır.
Bugün Türkiye’de kamusal alan piyasa -devredilerek- tasfiye edilirken de “demokratikleşme” den söz edilmektedir. Oysa yönetişim kavramı, piyasa yönelimli yeni iktidar modelini ifade etmektedir. Şöyle ki , şu anda iktidar asıl olarak tek başına bürokrasidedir, bürokrasi iktidarda, toplumun genel yararını kollayacak taraf olarak yerini korumalıdır. Ancak iktidar toplum için bu mekanizmaya yer açmalıdır. Bu unsur iş sahipleri, özel sektör ya da sermayeden oluşmaktadır. Ancak özel sektörün çıkarları tüm toplumu temsil etmemektedir. Geri kalan tüm grupların ortak adı “STK” lardır. İyi yönetişim aslında kamusal alanda karar alma yol ve yöntemi değiştirmekte, kamusal lanla özel alan arasındaki sınır, sermayenin belirleyiciliğinde her geçen gün yeniden tanımlanmakta, kamusal alan sermayenin kendini yeniden üretecek alanlarına dönüştürmektedir.
Yönetişim kavramı, demokratikleşmeyi değil tüm alanların piyasalaştırılmasını ifade etmektedir. Sermaye, özelleştirmeler yolu ile doğrudan müdahale etmediği alanlara yönetişim çerçevesinde tanımlanan yeni iktidar yeni iktidar modeli ile müdahale edebilmektedir. AKP’de bugün bu kavram çerçevesinde kendisini “demokrat” ilan etmektedir. Oysa üniversitelerin demokratikleştirileceği safsatalarıyla yürütülen tartışmalarda, AKP’nin demokrasisi ortaya çıkmıştır. Tasarının hazırlanmasında öğrencilerin ve diğer üniversite bileşenlerinin görüşü alınmamış, sözünü söylemeye çalışan öğrencilere cevap gaz bombaları, coplar, soruşturmalar, davalar olmuştur. AKP’nin yapmaya çalıştığı tüm alanda sermayeyi etkin kılmaktır. Türkiye’de bugün gündemde olan “Kamu Yönetimi Kanunu”, “Yerel Yönetimler Reformu”, “Üniversite Reformu” gibi yasaların temelinde “demokratikleşme” değil, piyasalaştırma bulunmaktadır.
Kamu Yönetimi ve Yerel Yönetimler Reformu ile Kamusal Alanın Tasfiyesi
Hükümetin reform süreci ile ortaya koyduğu kanun tasarısı, taslaklar, toplumsal gereksinmelerin giderilmesi için daha etkin yöntemler, demokratikleşme için düzenlemeler içermek yerine, daha çok kamusal alanın tasfiyesine yönelik çabaları yansıtmaktadır.
Kamusal alanın tasfiyesi ile devlet-toplum ilişkisi, işletme-müşteri ilişkisine dönüştürülmektedir. Kamu Yönetimi Temel Kanunu, birinci maddesi; “kamu hizmetlerinin piyasa koşullarına göre yapılacağını” içerirken, 3. maddesinde ise; “kamu kurum ve kuruluşları, piyasada rekabet şartları içinde üretilen mal ve hizmetleri haksız rekabet üretecek şekilde üretemez. Bu ilkelere aykırılık teşkil eden bütün birimler tasfiye edilir ve yenileri kurulmaz.” Denilmektedir. Bu maddeler devlet-piyasa ilişkisinin, piyasa lehine yeniden düzenlenmesini ortaya koymaktadır.
Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısının, 4. maddesinde açıkça belirtilmeyen tüm görevler yerel yönetimlere devredilmiştir. Madde 11’e göre; “Kamu hizmetlerinin kamu hizmetlerinin daha etkili ve verimli yerine getirilmesi amacıyla, merkezi ve mahalli idareler, kendine ait hizmetlerden yetkili organların kararı ile uygun görülen, ilgili itibariyle, üniversitelere, noterler, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına, hizmet birliklerine, özel sektöre ve alanlarında uzman sivil toplum kuruluşlarına yaptırabilirler.” Bu madde küresel-9yerel ilişkisini ortaya koymaktadır. Buna göre, merkezi idare ve mahalli idareler tüm kamusal hizmetleri özel sektörlere yani yerel ve küresel sermayeye devredebileceklerdir.
Yapılmak istenen reformların bir yanı da devletin istihdam rejiminin değiştirilip, sözleşmeli hale getirilmesine yöneliktir. Yerel Yönetim Yasası ile 1 milyonu aşkın kamu emekçisi yerel yönetimlere devredilmektedir. Yerel Yönetim Yasa Tasarısı 22. maddesinde “mahalli idarelerde istihdam asıl olarak sözleşmeli esasına dayanır” hükmü bulunmaktadır. Sözleşme statüsünde de, sözleşme 1 yıl sürekli olup her yıl sözleşme akdi ile emekçilerin iş güvencesi, işverenin insafına bırakılmaktadır.
Belediye Kanun Taslağında, mali özerkliği sağlamak adına “belediye hizmet giderlerine belde halkının katılımı esastır” maddesi ile yerel yönetimlerle ilgili taslakda “mahalle idare hizmetlerinden yararlananların, hizmetin bedelini ödemelri esastır” maddesi, “öğrencilerin, öğrenim maliyetlerini ödemeleri esastır” maddesiyle birleştirildiğinde, tüm alanlalrın piyasaya nasıl teslim edildiğini ve kamusal alanının tasfiyesini ortaya koymaktadır. Yerel Yönetimler yasası ile, belediyelerin kendilerine düşen görevleri mali kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getirebileceklerini belirterek, yerine getrimedikleri durumda, hizmetlerim özel sektöre devredilmesinin önü açılmaktadır. Ayrıca kaynak yetersizliği karşısında belediyelere iç ve dış borçlanma yolu açılmaktadır.
Yerel Yönetimler Yasasının içyüzünü ortaya koyması açısından sağlık alanı ile ilgili düzenlemeyi içeren 4. maddesi iyi bir örnektir. Yasaya göre, Sağlık Bakanlığınca belirlenecek standartlara göre, hastane, dispanser, sağlık ocağı, sağlık evi gibi teşhis ve tedavi merkezlerini açmak, işletmek ya da işlettirmek. Belediyeler, kurulan şirketlerin % 26’sından fazlasına sahip olamazlar. Bunu anlamı, kamu kaynakalrından hastaneye pay verilmeyecek, hastane gelirirni, sağlık hizmetlerinin fiyatlandırılmasını, eğitim, personel ve teknik donanum giderlerini dikkate alarak belirleyecek ve kar edecek, kar etmezse hastane kapatılacaktır.
Bütün yasaların temel mantığı, kanu hizmetlerini ortadan kaldırarak, piyasa ilişkileri doğrultusunda fiyatlandırılmasını içermektedir.
Sonuç Yerine; Nasıl Bir Mücadele?
“Piyasa Yönelimli Değişime Karşı Halkın İktidarın