İstanbul’da yapılacak olan NATO zirvesini, Kapitalizmin iktidar işleyişinde yeni bir küresel egemenlik biçiminin kuruluşu olarak okumak gerekiyor; tamamlanmamış, devam eden kuruluş sürecinde önemli bir noktaya gelinmiş görünüyor. Kuruluş içerisinde olan bu yeni küresel egemenlik biçimine biz İmparatorluk diyoruz. Eylemine içkin olarak İmparatorluğun ontolojisi, üçüncü dünya savaşının içinden kuruluyor. Uzlaşmaların mekanı tamamen savaşın ontolojik uzamında gerçekleşiyor. […]
İstanbul’da yapılacak olan NATO zirvesini, Kapitalizmin iktidar işleyişinde yeni bir küresel egemenlik biçiminin kuruluşu olarak okumak gerekiyor; tamamlanmamış, devam eden kuruluş sürecinde önemli bir noktaya gelinmiş görünüyor. Kuruluş içerisinde olan bu yeni küresel egemenlik biçimine biz İmparatorluk diyoruz. Eylemine içkin olarak İmparatorluğun ontolojisi, üçüncü dünya savaşının içinden kuruluyor. Uzlaşmaların mekanı tamamen savaşın ontolojik uzamında gerçekleşiyor. Egemenlik biçiminin çözümlenmesi, kuruluş siyasetinin nasıl askerileştirildiğini ya da savaş siyasetini açığa çıkarmaktan geçiyor. NATO zirvesi, yeni bir küresel egemenlik biçimi olan Kapitalist İmparatorluk siyasetinin askerileştirilmesinin ve Büyük Ortadoğu Projesi’yle 21. yüzyıl siyaset belgesinin açık ilanıdır. Bu zirve ve bu siyaset belgesi, Küresel sermayenin, ekonomik, toplumsal ve siyasal bütünsellikte küresel emeğe yaptığı savaş ilanıdır. Küresel demokrasi ve küresel güvenlik söylemiyle İmparatorluk, yeni bir küresel McCarthyciliği başlatmıştır.
Bu yazının, NATO ve Büyük Ortadoğu Projesi bağlamında güncelliği taşıması gerekiyor. Fakat bu kuruluşun tartışmalarında sınırlı bir gezinti yapmadan da bu güncellik kurulamıyor. Yeni bir egemenlik biçimi üzerine yapılan bu tartışmaların İmparatorluk ve Yeni Emperyalizm üzerinden gittiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu tartışmalar daha çok akademik çevrede sürdürülüyor. Politik örgütlenmeler kafa patlatmalarına rağmen tartışmalar, derinliklerden daha çok yüzeylerde geziniyor. Politik okullar, akademik dünyayı aşamıyor. Pek çok kadro, politik okulunun yetersizliğinden dolayı akademik dünyanın çekiciliğine kapılıyor. Bu durum devrimci hareketteki teorik tıkanıklığın altını çiziyor. Bu tıkanıklık, teoriyi ezbere ve ajitasyona, hareketi ise dar pratikçiliğe indirgiyor.
İmparatorluk kavramıyla Negri’yi, Yeni Emperyalizm söylemiyle de Wood’u öne çıkarmak anlaşılır olabilmek açısından daha anlamlı görünüyor. Konumuzun sınırları içerisinde, Wood’un Negri eleştirisini öne çıkaracağız. Fakat bu polemiğin tartışmasını derinliğine yapmayacağız; sorunsal alanları tespit edip dokunarak bırakacağız.
Biz Negrisist değiliz; fakat siyasal sorumluluk gereği nesnel bakmak zorundayız. Negri, İmparatorluk kitabıyla özdeşleşti. Fakat Negri, İmparatorluk kitabından ibaret değildir ve kendine özgü politik bir tarihe ve bu tarihin içinde biriktirdiği kendine özgü bir külliyata ve bu külliyattan çıkarılacak bir devrim kuramına, bütünlükçü bir paradigmaya sahiptir. Negri, politik hareketin içinden gelerek, akademik dünyayı aşmadır ve tartışma zeminidir. Negri’nin politik okulu, akademik dünyayı belirlemiştir. İmparatorluk eleştirisi, bırakın Negri’yi çürütmeyi, aksine Negri’nin okunmasına ve tartışılmasına hizmet edecektir.
Yeni Emperyalizm söylemi, kapitalizmin yeni egemenlik biçimini emperyalizm kavramını tutarak okuma arayışıdır. Wood, bu arayışın önemli ve değerli adreslerinden birisidir. Fakat garip olan, Negri’yi eleştirenler Negri’yi nasıl tanımıyorlarsa, aynı biçimde Negri’ye karşı Wood’u savunanların, savundukları Wood’u tanımamalarıdır. Negri’ye karşı savunulan Wood, savunanlardan daha çok Negri’ye yakındır.
Günümüz kapitalizminin iktidar işleyişinin okunması ve konuşturulmasında iki eğilimden bahsedebiliriz. Birincisi, Lenin’in Emperyalizm çözümlemesi günümüzün konuşturulmasında yeterlidir, diyenler, diğeri ise, Lenin’in Emperyalizm çözümlemesinin günümüzün okunmasına yetmediği, Lenin’i içererek aşacak yeni bir egemenlik teorisinin kurulması gerektiğini söyleyenler. Sorunun özü budur.
Wood açısından, ‘Yeni emperyalizm piyasa bağımlılığının ve piyasa şartlarının evrenselleşmesine dayanır. Ancak gerçekten evrensel kapitalizmin dünyasını (bütün bir kürenin kapitalist itkilere tabi olduğu bir dünya) kuşatan bir emperyalizm kuramımız yok. Klasik emperyalizm kuramlarını, özelde de Marksist kuramları bir düşünün; hepsi de emperyalizmi kapitalist güçler ve kapitalist olamayan Dünya arasındaki ilişkilerle ilgili bir olgu olarak alır. Örneğin bu kuramların muhtemelen en gelişmişlerinden birisi olan Rosa Luxemburg’u ele alalım: Luxemburg’un argümanı, kapitalist sistemin kapitalist olmayan formasyonlara açılma ihtiyacı duyduğu, bu nedenle de kapitalizmin militarizm ve emperyalizm anlamı taşıdığı’1 şeklindedir. Biraz daha ilerlersek, ‘…tüm dünyanın kapitalizmin zorunlulukları tarafından yönlendirildiği ve emperyalizmin bu zorunlulukların manipüle edilmesine dayandığı bu yeni durum, kapitalizmin bu klasik emperyalizm teorilerinin bir zamanlar tasavvur ettiğinden çok daha evrensel hale geldiğini gösteriyor. Dolayısıyla, çok yakın zamanda açığa çıkan bu evrensel kapitalizmi açıklamak için yeni bir kurama ihtiyacımız var.’2 dır. Sermaye imparatorluğunun geldiği bu durumun okunup konuşturulmasında klasik emperyalizm teorilerinin yetmediği ve bu yeni durumun konuşturulmasında bir kuramımızın olmadığı, yeni bir kurama ihtiyacımız olduğu gayet açıktır. Bu bağlamda, Wood’un çıkış için hareket noktası Negri’yle aynıdır. Negri ve Wood ikinci kategoride yer alırlar. Yürürken farklılaşmaları ayrı bir konudur. Değinerek geçmekte yarar var: Negri, Lenin’e çarparak geçerken Lenin’e daha yakın, Wood ise Lenin’e mesafelidir.
Wood ve Negri arasında Lenin’in emperyalizmi üzerinden bir tartışma yoktur. Bu durum her ikisi açısından aşılmış bir sorundur; aralarındaki tartışma, ortak ayak bastıkları kıtanın epistemesini kurma arayışıdır. Aynı kıtada bulunan bizler için bu tartışmalar bir zenginliktir, önümüzü açacak olan da bu farklıklardır. Bizim açımızdan düşündürücü olan, Lenin’in Emperyalizm teorisinden asla taviz vermiyor görünenlerin Negri eleştirisinde Wood’un arkasına sinsice saklanmalarıdır. Bizim açımızdan bu temel ayrımın altını çizdikten sonra yeni bir egemenlik biçimi ihtiyacı üzerine düşünmeye devam edebiliriz.
Wood üzerine düşünmek
‘Yeni bir kurama ihtiyacımız var’ çıkışı bizim açımızdan çok önemlidir. Fakat yeni bir kuramın kuruluşu köklü bir değişimi zorunlu kılmaktadır. Yeni durum, ezberlerimize dayanan paradigmadaki bazı çatlamaların tamiri ile mümkün görünmemektedir. Yeni durum, eski paradigmayı her yerden kırmıştır. Toplumsal ilişkileri boydan boya kesen bir emek teorisi yeniden kurularak Marksizm, yeniden güncelleştirilmelidir. Yeni kuruluş süreçleri, yeni bir politik felsefenin kuruluşunu zorunlu kılar. Politik felsefede kopuş gerçekleşmeden devrimci pratiğin önünü açacak politik teorinin kuruluşu mümkün değildir.
Marx’ın uzmanlığı, felsefe ve hukuktu. Kapitalizmi politik bir yerden okurken bu birikimlerini konuşturarak ekonomiyle tanıştı. Kapitalizmin toplumsal ilişkilerini asla bir disipline indirgemedi. Marksizm sosyolojik bir çözümleme değildir. Marx’ın politik teorisi, yeni bir politik felsefenin kuruluşu üzerine kurulmuştur. Marx’ı buradan okuyamadığımızda, Marx’ı sosyolojiye indirgeyecek çok potansiyel veri bulunur.
Wood, sosyolojik düşünerek Marx’ı sosyolojik çözümlemeden kurtarmaya çalışmaktadır. Wood, ‘yeni bir teoriye ihtiyacımız var’ derken, yeni bir paradigma kurmaktan daha çok eski paradigmanın içinden çıkamamanın çelişkisini yaşamaktadır. Wood’da politik felsefe yoktur; Kuruculuk bağlamında politik mimari boşluklarla, çelişkilerle ve tutarsızlıklarla doludur. Bu bağlamda Wood, kurucu bir adresten daha çok, kurucu teorilerin tutarlılığını sınayan eleştirel bir adrestir. Bu pozisyonun pozitif i
ki sonucu vardır. Birincisi, kurucu bir teorinin mimarisi zayıfsa bu teoriyi yıkarak kuruculuktan çıkarır. İkincisi, mimarisi sağlam bir teorinin eksikliklerini tamamlayarak güçlendirir. Negri, kurucu bir mimaridir; bizim açımızdan bütün eleştiriler, eksikliklerin tamamlanması bağlamında teoriyi güçlendirecektir.
Küresel egemenliğin ontolojisi
‘Günümüz küresel kapitalizminde ‘ekonomi’nin tüm diğer toplumsal ve uygulamalar üzerinden nihai bir zafer kazandığını söyleyebiliriz. Kapitalizmin itkileri tüm insan davranışlarına ve doğal çevreye sızdı; şimdi bu yasalar tüm dünyayı yönetiyor. Kapitalist ekonomi, kelimenin bu iki anlamıyla da evrensel bir sistem haline geldi. Yalnızca bu da değil; sermayenin ekonomik yasaları, var olan veya düşünülebilir tüm siyasal biçimlerinde sınırlarını aştı ve gittikçe artan bir biçimde siyasal düzenlemenin zincirlerinden boşanmaya başladı.
Sonuç olarak, ekonominin bu gayri şahsi operasyonlarının emperyalizm diye tanıyabildiğimiz şeyle iyiden iyiye yer değiştirmekte olduğunu söylemeye zorlanabiliriz. Ya da en azından yeni bir emperyalizmden konuşmak isteyebiliriz: Ekonominin emperyalizminden.’3 Wood, ‘ekonominin emperyalizmi’ tanımlamasından kavramsal boyuta sıçrar: ‘Sermaye İmparatorluğu’ ya da ‘Kapitalist İmparatorluk’. Bu bağlamda Wood, İmparatorluk kavramından uzak değildir. İmparatorluğun ontolojisini ekonomik boyutta kurmasına rağmen, egemenlik boyutunu kuramamaktadır. Wood’un ekonomik boyutta İmparatorluğun kuruluşu üzerine Negri’yle hiçbir sorunu yoktur. Siyasal boyuttaki mimarisizlik, çelişkilere yol açmakta ve bu çelişkiler yüzünden Negri’ye boş ve haksız eleştiriler yöneltmektedir. ‘Sermayenin ekonomik yasaları, var olan veya düşünülebilir tüm siyasal biçimlerinde sınırlarını aştı’ derken, siyasal bir biçim olan ulus devletlerin ontolojik yapısında nasıl bir değişiklik olduğunu ve bu değişiklikler sonucu ulus devletlerin eski ulus devletler olmadığını vurgulayamamaktadır.
‘Üstyapı altyapı mecazı her zaman işe yaramaktan çok, başa bela olmuştur’4, demesine rağmen, Wood bu belaya çarpmaktadır. Ekonomik alan ve politik alan ikiliğini ve ilişkisini aşamamaktadır. Bu sorunsal alan, politik teori bağlamında değil, politik felsefe bağlamında sorunludur. Negri’nin felsefesini anlamadan Negri’yi, bu iki alanı mekanik bir özdeşliğe indirgiyormuş gibi eleştirmekte ve sanki, Negri ‘İmparatorluk’ kavramıyla küresel devleti kastediyormuş imasında bulunmaktadır. Çünkü algıda, bir egemenlik biçimi olarak siyasal alanda imparatorluk, küresel bir devlet ile mümkündür. Bu eleştiriden giderek ekonomik alan, politik alan ikiliğini yapılaştırmakta ve bu ikiliğin arasındaki ilişkiselliği yapısal bir yasa haline getirmektedir. Emperyalizmi, politik ontolojisinden soyutlayıp ekonomik alana indirgeyerek egemenlik kavramını, emperyalizm kavramının altından çekmektedir.
Wood, ‘Sermaye İmparatorluğu’ ve ‘Kapitalist İmparatorluk’ kavramlarıyla, Negri’nin artık dışarısının olmadığını, imparatorlukta içerisi-dışarısı ikileminin kalktığı saptamasını ekonomik alanda kabul etmektedir; fakat siyasal alanda bu ikiliği devam ettirmektedir. Negri’yi ‘gayri şahsi mantık’ bağlamında eleştirirken, ekonomik alanın operasyonlarını, yani Sermaye İmparatorluğunu ‘gayri şahsi’ olarak tanımlamaktan çekinmemektedir.
Kapitalist iktidar işleyişinin ontolojik üretimi ve yeniden üretimi bir türlü çözümlenememektedir. İktidar, tahakkümünü hegemonyası üzerinden işletir ve çalıştırır. Bir iktidarın üretimi ve yeniden üretimi, hegemonya kavramının ontolojisine bağlıdır. Kapitalist tahakkümün üretimi ve yeniden üretimi ekonomik hegemonyaya bağlıdır. Sermayenin emeği tahakküm altına alabilmesi, bütün toplumsal ilişkiler üzerinde ekonomik hegemonyanın kurulmasıyla mümkündür.
‘Sermaye kolektif bir üründür ve ancak bir çok üyenin birleşik eylemiyle, hatta son tahlilde toplumun tüm üyelerinin birleşik eylemiyle harekete geçirilebilir. Demek ki sermaye kişisel değil, toplumsal bir güçtür.’5. ‘Sermaye bir şey olmayıp, şeyler aracılığı ile kişiler arasında kurulan toplumsal ilişki..’6dir. Bu bağlamda sermaye gayri şahsidir. Marx’ın politik felsefesinin ontolojik tözü ilişkiselliktir. Marx ‘özne’den çıkmaz; tam tersine özneleri kuran ve kurucu olan ilişkisellikten çıkar. Varlık yüklemdir; ilişkiselliğin devinimi, eylemidir. Kurucu olan harekettir. Hareket, öznelerini kurar ve bu özneler arasındaki ilişkiselliğin soyutlanmasıyla kendisini gayri şahsi bir özne olarak tanımlar. Bu bağlamda, varlık ilişkisellikte yani her yerde, her şeyde kendisini işletir ve çalıştırır. Bu ilişkiselliği bir özneye indirgeme bağlamında, özne yok-yerdedir. Sermaye uzamı, kendisini öznenin mekanına indirgediğinde tıkanır. Uzam mekanları kurar; fakat mekanın sınırlarını tanımaz ve ilişkiselliğin deviniminde bu sınırları bozar.
Ekonomik alan, siyasal alan ikilemi kurularak Kapitalizmin ontolojik tözü olan sermaye, ekonomik alana indirgenemez ve özdeşleştirilemez. Siyasal alan da sermaye kavramının kapsamı içerisindedir. Devlet, toplumsal ilişkilerin kurduğu bir öznedir ve ilişkisellik içinde işler ve çalışır. Öznelerin ölçülebilir ilişkiselliği sürdürmesi ile toplumsal ilişkilerin ölçülemez devinimi arasındaki gerilim bir yasadır. Bu gerilimin nasıl çözüleceğini çatışma belirler. Sermaye, bir iktidar, bir tahakküm, bir mülkiyet ilişkisi olarak bir egemenlik ilişkisidir. Bunların dışında var olamaz, fakat bunların biçimlerini bozar ve yeniden kurar. İmparatorluk, sermayenin emperyalist iktidar ilişkisiyle kurulmuştur. Ve artık küresel sermayenin ontolojisi, emperyalizmin iktidar işleyişini bozmuş Yeni bir egemenlik biçimi olan İmparatorluğu kurmaktadır. Bu bağlamda, egemenlik biçimi olan İmparatorluk soyutlamasındaki gayri şahsi mantık bir belirsizliğin kuruluşu değil, tam tersine açık bir belirginliğin somutlanmasıdır.
Ulus devlet sorunsalı
‘Bu teoriler, elbette, politik biçimlerin değişme hızının küresel ekonominin hızına yetişemediğinin farkındadırlar. Fakat tartışma aşağı yukarı şu minvalde yürüyor gibi: ulus devletin ya da toprak-temelli herhangi bir devletin önemi ile ekonomik gücün ulaştığı coğrafi sınırlar arasında ters bir ilişki var. Bu saptama sadece geleneksel küreselleşme teorisyenleri tarafından yapılmıyor. Aynı zamanda, günümüzde çok moda olan ve Michael Hardt ve Antonio Negri tarafından yazılan kitaba adını veren ‘İmparatorluk’ teorisinin de kökenini oluşturuyor. Hardt ve Negri’nin argümanı bütünüyle şu önermeye dayanır: Küresel kapitalizmin genişlemesi, yeni bir egemenlik türünün gelişmesi anlamına gelir.’7 Önce şunu vurgulamakta yarar var: Bu tartışma Wood’un dışında bir tartışma değildir. Tam tersine Wood’un da içinde bulunduğu bir tartışmadır ve Wood çıkışını buradan kurar: ‘Ancak bugün sermayenin ekonomik menzili ile siyasal iktidarın alanı arasında gittikçe büyüyen bir mesafe söz konusudur. Sermaye sınırlar arası hareket eder ve tüm dünyaya yayılırken devlet kendi toprak sınırları içinde kalmaya devam ediyor.’8 ‘Sermaye imparatorluğu, kesinlikle, ekonomik hegemonyasını herhangi bir ulus devletin gidebileceği sınırların çok ötesinde genişletebilmesi yeteneğine dayanmaktadır. Ancak bu yetenek paradoksal bir biçimde onu çoklu devletler sistemine daha az değil, daha fazla bağımlı hale getirir.’9
Wood’un çıkış noktası, ekonomik hegemonyanın sınırlar ötesi coğrafyaya açılabilme gücü karşısında toprak temelli devletin kendi sınırları içine hapsolmasıdır. Bu çok tehlikeli bir soyutlama
dır. Bu durum, çoklu devlet sistemini bir paradoks olarak okumaktadır. Bu bir paradoks değil, Wood’un çelişkisidir. Doğru okuma yapmasına karşın doğru konuşturamamaktadır. Bu bağlamda, Negri ile problemi kendi problemidir. Bu tehlikeli saptama bizi bazı doğru sonuçlara götürebilir, fakat Wood’un temelini de dinamitlemiştir. Örneğin, sermaye imparatorluğunu kurmasına karşın bununla özdeş küresel bir devlet kurulamaz ya da egemenliği toprağa bağlı devletin imparatorluğu kurulamaz. Bu noktalarda Negri ile hiçbir sorun yoktur. Fakat Negri, çoklu devlet sisteminden yola çıkar, sermayenin coğrafi sınırları ile toprağa bağlı egemenliğin sınırları arasındaki paradokstan değil. Wood’u imha eden bu soyutlama, Emperyalizmin özünün reddidir. Emperyalizm, birbirleriyle iç içe geçen ekonomik, siyasi, askeri gücün ve egemenliğin ulus devlet sınırlarının ötesine geçmesidir.
İmparatorluğu kuran Emperyalizmdir. ‘Sermaye ihracı, sermayenin ihraç edildiği ülkelerde onu olağanüstü hızlandırarak kapitalist gelişmeyi etkiler. Böylece sermaye ihracı ihracatçı ülkelerdeki gelişmeyi bir parça durdurma eğilimi taşısa da, bunun ancak tüm dünya kapitalizminin genişlemesi ve derinleşmesi pahasına gerçekleştiği ortadadır.’10 Yeni-sömürgecilik ve emperyalizmin iç olgu olma esprisi görülmeden, Emperyalizm, kapitalist ülkelerin kapitalist gelişmenin olmadığı ülkeler üzerindeki siyasi ve askeri egemenliğine indirgenerek kabalaştırılamaz. İmparatorluğun kuruluşunu ekonomik alanın devlet egemenliğinin sınırlarını aşma yeteneğine bağlamak, emperyalizmi görmemek ve üstelik yeni emperyalizmden bahsetmek düşündürücüdür.
İmparatorluk, emperyalizmin kurduğu yeni bir ilişkiselliktir ve bu ilişkisellik tekli devlet sisteminden çoklu devlet sistemini kurmuştur. Bu bağlamda, yeni bir egemenlik biçimi içinde olduğumuz açık bir gerçektir. ‘Hardt ve Negri’nin argümanı bütünüyle şu önermeye dayanır: Küresel kapitalizmin genişlemesi, yeni bir egemenlik türünün gelişmesi anlamına gelir.’ cümlesini düzeltmek gerekir: ‘Kapitalizmin küreselleşmesi, yeni bir egemenlik biçiminin ontolojisini kurmuştur.’
Wood, Negri’nin ulus devlet çözümlemesini temel bir eleştiri alanı haline getirmektedir. Getirdiği eleştirilerin Negri’yle hiç ilgisi yoktur. Nasıl bir okuma olduğu bizim tarafımızdan anlaşılamamaktadır. Negri’yi okumamış bir insan, Wood’un eleştirilerinden yola çıkarak şu sonuca varacaktır: İmparatorluk işleyişinde ulus devletin yeri yoktur. Daha da ileri gidersek, ‘Devlet’ kavramı politik mücadelede önemsizleşmiştir. Bu bir haksızlıktır.
Wood’da, klasik emperyalizm döneminden yeni emperyalizm dönemine geçişte ulus devletteki değişim ve dönüşüm üzerine vurguların dışında bir çözümleme yoktur. Negri, bu konu üzerine sayfalarca kafa patlatmıştır. Negri’de modernizm eleştirisi, başlı başına bir ulus devlet çözümlemesidir. Negri, modernizmi ulus devletin ontolojisi olarak kurar. Modernizmin iktidar işleyişine göre ulus devleti işletir ve çalıştırır. Bu politik işleyişin özelliklerinin ortadan kalktığını söyler. Yoksa coğrafi olarak toprağa bağlı devletin ortadan kalktığını asla söylemez. Negri için ulus devlet toprağa bağlı bir coğrafya değildir; ulus devletin coğrafyasını ekonomik, siyasi ve askeri bağlamda kurar. Negri ‘Ulus devletlerin gerileyen egemenliği ve ekonomik ve kültürel mübadeleleri düzenlemedeki artan aczidir.’ derken, modernizmin iktidar işleyişindeki işlevlerini yerine getirememesini kastetmektedir; kastı, imparatorluğun hükmetme mantığı bağlamında toprak temelli devletin işlevsizleştiği değildir. Fakat Wood, Negri’yi ‘teritoryal devletin fiilen ölmekte olduğunu’ söylemekle itham etmektedir. Artık Negri’yi konuşturarak, bu eleştirilerin boş ve kurgudan ibaret olduğunu göstermenin ve noktayı koymanın zamanı geldi: ‘Egemenliğin bu yeni küresel emperyal biçiminin ortaya çıkmakta olduğunu iddia ederken açık olmalıyız: bu, ulus devletlerin artık önemli olmadığı anlamına gelmiyor. Çoğu zaman küresel iktidar hakkındaki tartışmalar ya o / ya o yanlışlığına düşüyor: birisi küresel iktidar yapıları ortaya çıkmakta olduğu için ulus devletlerin artık önemli olmadığını söylüyor, diğeri ise ulus devletler önemli olmaya devam ettiği için hiçbir küresel iktidar yapısı olmadığını söylüyor. Aksine imparatorluk kavramımızın amacı, ulus devletlerin hala güçlü olduğunu (bazıları elbette diğerlerinden daha fazla) ama bugün ulus devletlere ek olarak şirketler ve ulus üstü kurumlar dahil olmak üzere diğer çeşitli aktörleri içeren yeni bir küresel egemenlik biçimi içinde hareket etmeye yöneldiğini görmek.’11
İmparatorluğun piramidi
Wood’un tekrar tekrar tartışmaya açtığı, ulus devlet üzerinden ‘Devlet’ sorunsalıdır. Pek çok temel ve bildik, fakat anlamlı doğruları altını çizerek vurgulamasına karşın aralarındaki ilişkisellik ‘ama’, ‘fakat’ çelişkisellikleriyle yürümektedir. Sorun verileri doğru bir biçimde açığa çıkarmak değil, verileri konuşturmada kavramsal bağlamda epistemenin kuruluşudur. Wood’da mimari yoktur demekten kastımız budur.
Egemenlik kavramı bağlamında sermaye devlet tartışmasıyla, Egemenlik biçimi bağlamında devlet biçimi tartışması farklıdır. Wood, sermaye devlet bağlamında ulus devleti sorunsallaştırmaktadır. Sermaye var oldukça toprağa bağlı devlet de var olacaktır. Sorun egemenlik biçimi bağlamında ulus devleti tartışmaktır. Wood açısından bu kategorileştirme allak bullaktır. Eğer siz ulus devleti, sermaye devlet tartışmasıyla sürdürürseniz, egemenlik biçimi bağlamında ulus devlet tartışmasını sermaye devlet tartışmasına indirgersiniz. Tutarlı yürümek istiyorsanız varacağınız sonuç, sermayenin artık devlete ihtiyaç duymadığı ya da sermaye bedenin üretimi ve yeniden üretiminde devletin önemsizleştiğidir. Evet, bu yaklaşım liberaller için mümkün; fakat Negri’yi siz istediğiniz için liberal kategorisine sokmak haksızlıktır. Bizim açımızdan Negri, yeni bir egemenlik biçimi içerisinde ve devlet biçimi bağlamında ulus devleti tartışmaya açar. Altını çizerek vurgulamak istediğimiz, İmparatorluğun iktidar işleyişinde bir devlet biçimi teorisi boşluğu olduğudur. Doğru bir alanı sorunsal haline getirmekle, ona yanıt üretmek aynı şey değildir. Wood da Negri de bu sorunsala yanıt üretmiş değillerdir. Bazı sorulara yanıtı, teorik alan değil politik alan verir.
‘Öyleyse küreselleşme ulus devletin çöküşü anlamına gelmez. Bizim küreselleşme dediğimiz emperyalizmin yeni biçiminin getirdiği bir şey varsa o da, onun gitgide daha fazla çoklu devletler sistemine dayanan bir emperyalizm olduğudur. Esas olarak küreselleşmenin emperyalizmi, saf bir biçimde ekonomik hegemonya ve piyasa zorunluluklarını herhangi bir tek devletin etki alanının ötesine taşınmasına bağlı olduğu için, o bu zorunluluklarını etkin kılmak ve sermayenin günlük işlemlerinde ihtiyaç duyduğu yasal ve politik düzen iklimini, istikrarı ve öngörülebilirliği yaratmak için bağımlı devletlerin çoğulluğuna özellikle bağımlıdır.’12 Negri’nin İmparatorluk tanımında vurguladığı ‘tek bir hükmetme mantığı altında birleşmiş bir dizi ulusal ve ulus ötesi organizmadan oluşan bir biçim’ tanımını bizzat Wood doğrulamaktadır. ‘Tek bir hükmetme mantığı’, Dünyayı, ekonomik hegemonyayı ve piyasa zorunluluklarını küreselleştirerek bağımlı kılmaktır. ‘Birleşmiş bir dizi ulus ve ulus ötesi organizmadan oluşan bir biçim’ ise ‘çoklu devlet sistemi’ dir. Siz bu ontolojiye ister emperyalizm deyin ister yeni emperyalizm deyin, bir şey fark etmez. Bir politik teorinin kur
uluşu, yeni ontolojiye göre yeni bir epistemoloji üzerinden kurulur. Eski episteme ile yeni ontoloji konuşturulamaz. Konuşmaya kalkarsanız ‘Emperyalizm’, ‘Yeni emperyalizm’, ‘Sermaye imparatorluğu’, ‘Kapitalist imparatorluk’ ve ‘Küreselleşmenin sınırsız imparatorluğu’ kavramlarıyla her şeyi abur cuburlaştırırsınız; çünkü eski kavramlar yetmez. Kuruculuk, kavram üretimidir.
Çoklu devlet sistemi, küreselleşmenin kurucusu ve işleticisidir. Küreselleşme, bütünsel işleyişini yerelleşme üzerine kurar. Teritoryal devletler ekonomik, siyasi ve askeri açıdan uluslararasılaşmışlardır. Uluslararasılaşmış teritoryal devletler, ‘tek hükmetme mantığını’ ulus ve uluslararası ilişkilerde işletir ve çalıştırırlar. Bu bağlamda, ulus devlet egemenliğinin sürdürülmesi, uluslararasılaşmayla organik bir ilişkisellik içerisindedir. Teritoryal devletler, imparatorluğun iktidar işleyişinde önemli aktörlerdir. Negri, ulus üstü kurumlar, küresel şirketler ve sivil toplum kuruluşlarını da imparatorluğun işleyişinde birer aktör olarak devreye sokar ve bunların bütününü imparatorluğun aristokrasisi olarak tanımlar. Bütün bu aktörlerin çelişkisel ve çatışmalı ilişkiselliğine, yeni bir egemenlik biçimi olarak imparatorluk demektedir.
Negri açısından, ‘Piramidin daralan tepe noktasında, küresel zor kullanma tekelini elinde tutan bir süper güç, ABD vardır; bu tek başına hareket edebilecekken BM şemsiyesi altında diğerleriyle ortaklaşa hareket etmeyi tercih eden bir süper güçtür.’.13 Ve Negri, ABD’yi monark olarak tanımlar ve imparatorluğun iktidarını Roma’ya benzeterek monarşi ve aristokrasi arasındaki gerilim üzerinden işletir. Wood da, ABD’yi çoklu devlet sisteminin kaotikliğine bir müdahil olarak kurar ve ABD’yi emperyalist olarak tanımlar.
İmparatorluğun kralı veya krallığına oynamakla, teritoryal bir devletin imparatorluğu farklı şeylerdir. Wood, sermaye imparatorluğunu, kapitalist imparatorluğu ya da Küreselleşmenin sınırsız imparatorluğunu çoklu devletler sistemi olarak kurduğu için, küresel bir devlet olanaksızdır. İkincisi, ‘Kapitalist iktidarın yeri elbette Amerika Birleşik Devletleri’dir. Ancak benim vurgulamaya çalıştığım görüş, bu emperyal gücün sadece kendi devletine değil, çoklu devletlerden oluşan küresel sisteme de bağımlı olduğu gerçeğidir.’.14 diyerek ABD İmparatorluğu kavramını kullanmaz ve teritoryal devletin imparatorluğuna kapalıdır. Bu iki nokta bağlamında Negri ve Wood ortaktır. Bu ortaklığı ilerlettiğimizde Wood, ‘ABD’nin askeri gücü, ve bir küresel devlet olmaya en yakın devlet olarak ABD, elbette ki küreselleşmenin nihai uygulayıcısıdır.’15 Ama ‘Birleşik Devletler bile, müttefikleri olsun ya da olmasın, bu kadar çok devletin belli standartlara uygun olarak davranmasını garanti edemez. En gelişmiş askeri güç bile sürekli doğrudan baskı yoluyla bu küresel sistemin hepsini birden hizada tutmayı başaramaz.’16 Negri ise, ‘Küresel düzenin tek taraflı ya da monarşik ABD’nin askeri, politik ve ekonomik diktesine merkezlenen bir düzenlemenin arzu edilir ve sürdürülebilir olmadığı giderek açık hale geliyor.’17 Görüldüğü gibi her ikisi de ABD’nin, küresel sistemi kendi krallığının bir imparatorluğu haline getirmesinin olanaksızlığını vurguluyor. Fakat ayrılık, imparatorluğun merkezi olup olmadığı sorusudur. Negri, kendi mimarisinde tek merkezden işlemeyen fakat çok merkezli işleyen bir sistemin ‘merkezi yoktur’ dediğinde tutarlıdır ve asla belirsizliği kurmaz; aksine çok merkezli işleyen bir egemenlik biçimini somut olarak açığa çıkartır. Wood’un son iki alıntısındaki ‘ancak’ ve ‘ama’ya dikkat edelim: merkezdir ‘ancak’, merkezdir ‘ama’yı göreceğiz. Emperyalizm ‘ancak’ şöyle, merkez ‘ama’ böyle mimarisizliğiyle kurucu bir politik teori kurulamaz. Emperyalizm ciddi ve tutarlı bir teoridir. Biz de emperyalizm ‘ama’ diyerek işimizi yürütebilirdik; fakat bu Lenin’e saygısızlıktır.
NATO
Irak savaşı öncesi ABD’nin BM, NATO ve AB’de yaratmış olduğu gerilimler, eski ezberlerle yanlış okundu. BM, NATO ve AB’nin paralize olduğu ve dağılacağı büyük bir özgüvenle öngörüldü. Hayat bu öngörülerin doğru olmadığını gösterdi, göstermeye de devam ediyor. Bu gerilimlerin, Emperyalizmin iktidar işleyişinin içinden işlevlenerek kurulan bu kurumların yeni egemenlik biçiminin ontolojisine uyum sağlayamamalarının sonucu olduğu ve bu kurumların, yeni egemenlik biçiminin ontolojik siyasetinin askerileşmesine bağımlı olarak dağılmadan yeniden kurularak devam edeceği öngörüsünde bulunduk. Mütevazı olmaya gerek yok; yaşamın bizi doğruladığı görülüyor.
‘Her ne kadar rekabet yüzünden ekonomileri zarar görse de, her biri bir diğerinin pazarına ve sermayesine ihtiyaç duyduğundan, günümüzün büyük kapitalist devletleri birbirleriyle savaşa girmezler. Bu yüzden, küresel sermayenin dünyasında emperyal hegemonya kurmak, savaşa girmeden rakiplerini kontrol edebilme yeteneğine bağlıdır.’18 Wood gibi, Negri de bu görüşe katılır. Lenin’in emperyalizm teorisinin en önemli dinamiklerinden birisi, emperyalist devletler arası savaşın kaçınılmazlığıdır. Bu soyutlamayı teorik mümkünlüğün ötesinde ontolojik zorunluluk olarak görür. Bugün dünyanın üçüncü dünya savaşının içinden geçmesine karşın, bu savaşı emperyalistler arası açık bir savaş olarak görmüyoruz. Pek çok kesim, emperyalist devletler arası savaşın bölgesel savaşla örgütlendiğini söylemektir. Fakat bunu söylerken, emperyalist devletler arası savaşın ontolojik zorunluluklarının neden gerçekleşmediğini açıklayamamakta, bunun nedenini nükleer silahlara bağlamaktadır.
Negri emperyalist devletler arasında neden savaş çıkmayacağının arka planını anlatmasına karşın, yeni egemenlik biçimi imparatorluğu, yeni bir savaş ontolojisi içerisinden kurmamaktadır ya da bu savaş ontolojisi kurulmamıştır ve boşluktadır. Wood ise, bu konuda daha politiktir ve hakkını teslim etmek gerekir.
Lenin, emperyalist ülkeleri dünya piyasasının atölyeleri olarak görür. Emperyalist merkezler dünya ekonomisinin sermaye birikim sürecinin üretim alanını üstlenen fabrikalardır. Hammaddeyi alır, üretir ve meta olarak dünya piyasasına ihraç eder. Meta ihracına dayalı emperyalizm döneminde, dünya ekonomisinin sermaye birikim sürecinin dolaşım alanı dünya pazarıdır. Egemenlik teorisi açısından, sermayenin güvence altına alınması, toplumsal ilişkilerin piyasa zorunluluklarına bağımlılaştırılarak ekonomik hegemonyanın kurulması ile gerçekleştirilir. Üretim, dolaşım ve bölüşüm ilişkiselliğinin entegrasyonu, sermayenin politik gücüne bağlıdır. Görünmez el, görülür yumrukla, gerilimli, uyumlu ve çatışmalı ilişkisellik içinde iç içedir. Bu yumruk, içeride ulus devlet, dışarıda ise emperyalizmdir. Hammadde ve özellikle enerji alanları, emperyalizmin işgal alanlarıdır. Emperyalizmin, meta ihracını içererek aşan sermaye ihracı döneminde de bu öz değişmez. Üretim coğrafyasıyla dolaşım coğrafyasının farklılığı ve bu farklılığın getirmiş olduğu gerilimler, bizim açımızdan emperyalizm teorisinin ontolojik özüdür. İçeride sermaye birikiminin yoğunlaşması ve ulusal pazarın doyması, bu gerilimi daha da artırmıştır.
İkinci öz, dengesiz gelişme yasasıdır. Tekelci kapitalizmin oluşumu ve devamı, üretim alanının ulusal sınırlarda güvence altına alınmasına bağlıdır. Emperyalist devletler arası rekabet iki boyutta sürdürülür; içeride gümrük duvarlarıyla, dışarıda ise savaşla. Bu bağlamda, tekeller arası rekabet devletler arası rekabet üzerinden sürdürülür. Ulusal ekonomiler, dışarıda savaşla içe
ride ise gümrüklerle korunaklıdır. İç dinamiklerle kapitalizmin gelişmesinin bu korunaklılığı sonucu ulusal ekonomi bağlamında dengesiz gelişmeler kaçınılmazdır. Dünya pazarı, emperyalist paylaşımı tamamlanmış olsa da, emperyalist ülkeler arası dengesiz gelişmeden dolayı yeniden paylaşıma açıktır.
Sermaye doğası gereği dünyalıdır. Sermaye, toplumsal ilişkilerin üretimini ve yeniden üretimini sınır tanımaz bir biçimde geliştirir ve devindirir. Sermayenin dünyalı olma karakterinde üretim ve dolaşım coğrafyalarının ayrılığı, kapitalizmin en önemli ontolojik gerilimidir. Emperyalizm sermayenin bu gerilimini aşmıştır. Emperyalizm bunu aşamasaydı, kapitalizmin yıkılması kaçınılmaz olacaktı. Bu bağlamda, Emperyalizm İmparatorluğun kurucusudur.
‘Küresel sermaye, imparatorluğun pürüzsüz zemininde akışkandır.’ eğilimi doğru değildir. Bu ifadeyi şöyle düzeltmek gerekir: ‘Küresel sermaye, imparatorluğun pürüzlü zemininde akışkandır.’ Artık, dünya ekonomisinin sermaye birikim sürecinde üretim ve dolaşım süreçlerinin coğrafyalarının ayrılığı kırılmıştır. Akışkanlık yeraltından yeryüzüne geçmiştir. Küresel sermayenin karakteri melezleşmiştir. Küresel şirketlerin merkezlerinin belirli ulus devletlerde mevzilenmesi, küresel sermayenin melez karakterini ortadan kaldıran bir argüman değildir. Yeni egemenliğin işleyiş yapısı anlaşıldığında, sermayenin melezleşme karakterinin güçlendirildiği görülecektir. İmparatorluk, melez işleyişin hiyerarşik yönetimidir. Ekonomik, toplumsal ve siyasal sınırlar, imparatorluk açısından bir pürüz ve bir engeldir. İmparatorluk sınırsız bir egemenliktir; pürüzlü yüzeyin düzleştirilmesi imparatorluk siyasetinin askerileştirilmesine bağlıdır. Başarılıp başarılamayacağı, 21. yüzyılın sınıflar mücadelesine bağlıdır.
Emperyalizm döneminde tekeller arası rekabet, ülkeler arası dengesiz gelişim yasasını emperyalist devletler arası savaşla çalıştırıyordu. İmparatorluk, küresel tekeller arası rekabeti üretim coğrafyasının ulusal sınırlar içinde korunması üzerine işletmemektedir. Korunacak bir sınır artık yoktur. Coğrafi ulusal sınırların güvencesi, teritoryal devletlerin imparatorluğun sınırsız egemenliğini işletip çalıştırdığı oranda mümkündür.
Küresel tekeller arası rekabet, emeği verimli kılan teknolojik üstünlük üzerinde yapılanmaktadır. Emeği verimli kılan teknolojik üretim, dünya ekonomisinde toplumsal emek zamanı ve fiyatı belirlemektedir. Bu durum, dünya ekonomisinin piyasa zorunluluklarına bağımlı kılınmasını ve ekonomik hegemonyanın kurulmasını zorunlu kılmaktadır. Emperyal ülkeler arası ekonomi ve pazar ilişkisi melezleştiğinden, emperyalist devletler arası savaşlara neden olan üretim alanının ulusal sınırlar içerisinde korunması ayağı ortadan kalkmıştır. Kendi içlerindeki ve aralarındaki krizlerin ihracı, dünyanın diğer bölgelerini piyasa zorunluluklarına bağımlı kılarak ekonomik hegemonyanın kurulmasına bağlıdır. Bu durum ancak, üçüncü dünyanın serbest ticaret bölgesi haline getirilerek içeriye alınmasıyla mümkündür. Modernizmin maddi ve ideolojik altyapısını yeni sömürgecilik ilişkisi içerisinde tamamlamış G-20 türü ülkeleri piyasa zorunluluklarına bağımlı kılmak için açık bir siyasal zor gerekmemektedir. Bizzat bu ülkelerin sermayeleri bunu talep etmektedir. Çünkü küresel sermaye birikim sürecinin üretim ve dolaşım coğrafyasının iç içe geçmesi, bu ülkelerin sermayelerinin küresel tekellerin melezleşmiş işleyişinin organik bir parçası olmasını zorunlu kılmaktadır. DTÖ’nün Cancun toplantısında Grup-22’nin çıkardığı kriz, küreselleşmenin önündeki emperyal ülkelerin pürüzlerine bir itirazdır.
Küresel sermaye birikim ontolojisi, egemenliğin bütün siyasal biçimlerini uluslararasılaştırmış ve dünyalılaştırmıştır. Yerelleşme ve küreselleşme sermayenin ontolojisidir. Emeğin toplumsallaşması, ancak emeğin bireycileşmesiyle mümkündür. Küreselleşme de ancak yerelleşme ile işlemektedir. Bu bağlamda, küreselleşme çoklu devlet sistemiyle kendisini kurar. Bu melez ontoloji ancak çok merkezli yapılanan, fakat tek merkezlerle işleyen hiyerarşik bir bedenle sürdürülebilir. Bu bağlamda küreselleşmenin bütün aktörleri, bir başka deyişle imparatorluğun aristokrasisi, bu çoklu işleyen sistemin kaotikliğinin sürdürülmesinin hiyerarşisi içerisinde birer aktör olmanın savaşımını vermektedirler. İçinden geçtiğimiz dünya savaşının birinci nedeni, bu hiyerarşinin kurulmasındaki güç savaşıdır. Birinci neden, savaşın ikinci nedenine göre kurulacaktır.
Küresel sermayenin içeriden ve dışarıdan coğrafi sınırları aşma yeteneği, aştığı sınırlar içerisindeki toplumsal ilişkilerin piyasa zorunluluklarına bağlı olarak işlemesine bağlıdır. Sermayenin ekonomik gücü, piyasa zorunluluklarına bağlı işlemeyen toplumsal ilişkilerin sınırlarını aşma yeteneğine sahip değildir. Sermayenin ekonomik zorunun çarptığı sınırlar, sermayenin politik ve askeri gücüyle aşılır. Küresel sermaye, dünya ekonomisinin piyasa zorunluluklarına direnen, modernizmin maddi ve ideolojik altyapısını tamamlamamış toplumsal ilişkilere sahip ulus devletlere çarpmıştır. İmparatorluğun ontolojisi, küreselleşmeye direnen ve engel olan başta İslam ülkeleri olmak üzere tüm ulus devletlere karşı açılan bir savaştır. Gerekirse bu ulus devletlerin sınırları bölünüp parçalanabilir ve yeniden kurulabilir. Dünya savaşının ikinci nedeni budur. Birinci neden, ikinci nedenle ilişkisellik içerisinde iç içe geçmiştir.
Kapitalist imparatorluğun bu pürüzlü zemini, ekonomik ve politik zorla düzleştirilmektedir. İmparatorluğun aristokrasisi, küresel sermayenin akışkanlığına direnen pürüzlerin temizlenmesinde politik gücünü monark ABD’nin askeri gücüne devretmiştir. Wood’un dediği gibi, ‘Amerika’nın müttefikleri, Amerika’nın küresel sermayenin polisi olmasından memnunluk duymaktadır.’19 Biz, imparatorluğun aristokrasisi ve monarkı arasındaki ilişkiye Bonapartizm demekteyiz. Bonapartizm, imparatorluğun çok merkezli işleyen sisteminin korunması, işletilmesi ve geliştirilmesi için, aristokrasinin siyasi gücünün ABD’nin askeri gücüne devridir. BM ve NATO ittifakı altında, bu ilişki, ’91 Körfez, Somali, Bosna, Kosova, Afganistan savaşlarıyla kuruldu ve sürdürüldü. İkinci Irak savaşında, bu ilişki bir sarsıntı geçirdi. ABD, küreselleşmeyi kendi krallığının imparatorluğu olarak ilan etti. İmparatorluğun aristokrasisi, bu ilan karşısında Bonapart’tan siyasi gücünü çekti. Geçen bir buçuk yıl, ABD’nin küreselleşmeyi kendi krallığının imparatorluğu olarak ilanının, imparatorluğun çok merkezli işleyen sisteminin ontolojisine uygun olmadığını gösterdi. Şimdi İmparatorluğun monarkı ile aristokrasisi arasında yeni bir ilişkiye ihtiyaç vardır: yeni bir Magna Carta. İstanbul’da yapılacak olan NATO toplantısı, yeni Magna Carta’nın ilanıdır. İmparatorluk, yeni bir Magna Carta ile Bonapartizm’den yeni bir egemenlik biçimi olan Anayasal monarşiye geçmeye yönelmiştir.
BOP ve EUROMED
EUROMED, Avrupa-Akdeniz Ortaklığı’dır. Bu anlaşma, AB’nin Akdeniz bölgesiyle bütünleşmeyi hedefleyen çok ciddi stratejik emperyal bir politikasıdır. Ne yazık ki, Türkiye, Kıbrıs ve Ortadoğu’daki pek çok gelişmeyi etkileyen ve belirleyen bu emperyal politikadan hemen hemen kimsenin haberi yoktur. Anti-Mai çalışma grubunun emeklerinin pek karşılığını bulduğu söylenemez.
EUROMED, kökleri eskilere dayanan fakat 1995 yılında Barcelona Konferansı’nda atılan bir adımdır. Bu anlaş
maya imza koyan ülkeler, AB ve 12 Akdenizli devlettir: Fas, Tunus, Cezayir, Mısır, Malta, Kıbrıs, Türkiye, Suriye, Ürdün, Filistin, İsrail, Lübnan. Ülkelerin bulunduğu coğrafyaya baktığımızda, Kuzey Afrika ve Ortadoğu görülecektir. Ülkelerin çoğu Müslüman ülkelerdir. Büyük Ortadoğu Projesi, EUROMED coğrafyasının Doğu’ya doğru genişletilmesidir. Bu hiç de rastlantı değildir. EUROMED, BOP’un taslağıdır. BOP, söylem olarak kullanılmasına karşın, içeriği bilinmemektedir. BOP’un içeriği öğrenilmek isteniyorsa, EUROMED’e bakmak yeterince aydınlatıcı olacaktır.
EUROMED, İmparatorluğun tek hükmetme mantığı olan, bütün toplumsal ilişkilerin küresel piyasanın zorunluluklarına bağımlı kılınmasının özgün bir belgesidir. Amaç, 2010’da DTÖ’nün ilkeleri temelinde bölgeyi serbest ticaret alanı haline getirmektir. Bu yazıda EUROMED anlaşmasının kapsamlı bir açıklamasını sunmayacağız. Önemini açığa çıkarıp, duracağız.
EUROMED’in anayasası olan Barcelona bildirgesi, genel olarak üç amacı vurgulamaktadır: Birincisi, ‘Siyasal diyaloğu ve güvenliğin artırılmasıyla oluşacak barış ve istikrarı yaratmak.’ İkincisi, ‘İktisadi ve mali işbirliği yoluyla Akdeniz ülkelerinin zaman içinde kendi aralarında ve AB ile gerçekleştirecekleri serbest ticaret bölgesi sayesinde ortak bir refah alanı yaratmak.’ Üçüncüsü, ‘Sivil toplumlar arasındaki kültür alışverişini ve anlayışını teşvik edecek bir biçimde sosyal, kültürel ve insani dayanışmayı geliştirmek.’ Bu başlıklar bağlamında, ‘Gümrük vergileri, malların serbest dolaşımı, fikri ve mülkiyet hakları, mali hizmetler ve kamu alımları gibi alanlarda Akdenizli ortak ülkelerin yasa ve standartlarının hızlı bir biçimde AB’ninkilerle yakınlaşmasını sağlamak.’
AB’nin bu projeyi gerçekleştirecek askeri gücü yoktu. ABD’nin ise askeri gücünü oturttuğu bütünlüklü politik projesi yoktu. Emperyal güçler, İmparatorluğun hükmetme mantığında güçlerini birleştirdiler. BOP, artık karşımızda açık duruyor.
NATO, 3 Haziran 2003 toplantısında küresel güvenlik gücü olduğunu ilan etti. Atlantik sınırlarını kaldırarak Afganistan’ın güvenliğini üstlendi. Doğu Avrupa ülkelerinin hemen hemen hepsini bünyesine katarak genişledi. Wood’un dediği gibi, ‘Küreselleşmenin sınırsız imparatorluğu sonsuz bir savaş ister; sınırları olmayan bir savaş, hem amaç, hem de zaman açısından sürekli bir savaş.’20 Artık NATO, imparatorluğun merkezi ölüm makinasıdır. İstanbul toplantısı, Küresel sermayenin ölüm makinasını sınırsız çalıştıracağının ilanıdır. 30 Haziran sonrası, BM devreye girecek ve BM meşruiyeti üzerinden NATO, Irak’ın işgal gücü olacaktır. İleriki yıllarda ise İsrail başta olmak üzere Irak, Ürdün ve Mısır NATO’ya alınacak ve İmparatorluk NATO’yla Ortadoğu’ya çöreklenecektir.
Komünistlerin zamanıdır. Emek cephesinin yalnızca Emperyalizm ve işgal karşıtlığı ile değil, onu da içererek aşacak anti-militarist bir söylem üretmesinin tam zamanıdır.
Ölüm makinaları dağıtılsın! Silah fabrikaları kapatılsın! Sınırsız, devletsiz ve savaşsız başka bir Dünya mümkün…