Birinci seçeneğin devamı yönünde, içerden büyük sermaye dışardan ise uluslararası sermaye kaynaklı yoğun bir baskı mevcuttu. Bu baskılar öylesine güçlü oldu ki, bir anda seçenekler kağıt üzerinde bile teke iniverdi. Birkaç istisna dışında, partilerin ekonomik programları veya seçim bildirgeleri adeta IMF-DB patentli programın bir şablon metni gibiydi. Partilerin büyük bir çoğunluğu, IMF-DB aracılığı ile Türkiye’yi […]
Birinci seçeneğin devamı yönünde, içerden büyük sermaye dışardan ise uluslararası sermaye kaynaklı yoğun bir baskı mevcuttu. Bu baskılar öylesine güçlü oldu ki, bir anda seçenekler kağıt üzerinde bile teke iniverdi. Birkaç istisna dışında, partilerin ekonomik programları veya seçim bildirgeleri adeta IMF-DB patentli programın bir şablon metni gibiydi. Partilerin büyük bir çoğunluğu, IMF-DB aracılığı ile Türkiye’yi mutlak bir bağımlılık cenderesine sürükleyen mevcut programla kavgalı olmayacağı mesajını sözünü ettiğimiz bu iç ve dış güç odaklarına aktarmada büyük bir özen göstermişler ve bu programın “yeni yerli sesi” olmaya aday olduklarını ilan etmişlerdir.
Aslında bu duruma şaşmamak gerekir. Başka ülke örneklerinden de görülüyor ki, borç kıskacında uzun bir süre kalan ülkeler dış kaynak bulmak uğruna IMF-DB patentli politikalara sığındıkça yeni bağımlılık ilişkileri içine çekilmekte, başta bütçe olmak üzere iktisat politikalarına egemen olamaz bir konuma düşürülmektedir. Bizde de olan budur. İşte bu nedenledir ki, IMF-DB patentli programlar demokratik hiçbir gelenekle bağdaşmayacak biçimde, zorlama takvimlerle -15 günde 15 yasa örneğinde olduğu gibi- topluma dayatılmaktadır. Öngörülen bu modelde her şey değişebilir, -buna iktidar ve kadroları da dahildir- değişmeyecek olan tek şey politikalardır. Nitekim 3 Kasım seçimleri sonrasında da böyle oldu.
Seçimler sonrasında iktidar olan AKP’nin Acil Eylem Planı (AEP), Hükümet programları ve bugüne kadarki icraatları özü itibariyle IMF-DB ikilisinin güdümünde sürdürülmekte olan programın devamı niteliğindedir. Ancak programın devam ettirilmesi, AKP’nin programı sorunsuz bulduğu anlamına gelmemelidir. AKP, programın yarattığı sosyal ve ekonomik sonuçların-sorunların farkındadır. Nitekim, seçimlere gidilirken resmi belgelerde programa bağlı kalınacağı masajı verilirken, öte yandan seçim meydanlarında programın bu sonuçlarına dönük sert eleştirilerde bulunulması bu tespitimizi doğrulamaktadır. Bu duyarlılık seçim sonrasında da devam etmiştir. Hatta bu eleştiriler ve tespitler daha sonra, AEP’ye taşınmıştır. AEP metniyle, mevcut ekonomik programın temel eksikliklerinin düzeltilmesi yönünde IMF ile ciddi müzakereler yapılacağı izlenimi yaratılmıştır. Ancak görüldü ki, mevcut IMF programının temel çatısı korunduğunda, programın yol açtığı sorunlara IMF’den farklı çözümler üretmek mümkün olamamaktadır. Nitekim, AEP’de sıralanan hedeflerin büyük bir çoğunluğu bu hedefler bütçelere taşınamadığından kağıt üzerinde kalmıştır. Hatta bunun böyle sonuçlanacağı Hükümet tarafından da tahmin edilmiş olmalı ki, bu öneriler hükümet programlarına da zaten taşınmamıştı.
Uzun boylu tartışmaya gerek yoktu; Hükümet için asıl bağlayıcı olan hukuki belgenin hükümet programı (ikinci program da birinciden farklı değildi) olduğu da dikkate alınırsa, AKP iktidarının henüz yolun başında IMF-DB patentli programla bir ihtilafı olmadığı bu belgeyle (ortada birbiri ardına gelen iki program olduğundan aslında belgeler demek daha doğru) resmileşiyordu.
Ortada resmi bir belge vardı ama hükümetin kurulmasının ardından gelen faiz düşüşünün yarattığı olumlu konjonktürün devam etmesinden olsa gerek, hükümetin kurulması sonrasında yapılan “faiz dışı fazla hedefinin revize edileceği” şeklindeki açıklamalar AKP’nin ekonomiden sorumlu kurmayları tarafından hükümet programının mürekkebi kurumadan yeniden tekrarlanır hale geldi. Hükümete çok büyük bir özgüven gelmişti. “Biz kendimize özgü araçları devreye sokarak başarılı olacağız, böylece IMF’nin dünyadaki kredibilitesini artıracağız” denilerek övünülüyordu. Hatta daha da ileri gidilerek bir önceki hükümete taş atılarak “Niyet mektuplarını artık biz yazacağız” deniliyordu. Tüm bu açıklamalar, mevcut programda toplam kamu için % 6.5 olarak öngörülen faiz dışı fazla büyüklüğünün (milli gelirin yüzdesi olarak) düşürüleceği yönünde çabaların ortaya konacağı şeklinde anlaşılmıştı. Ancak bunun böyle olmayacağı, üç aylık geçici bütçe kanunu ile görüldü. üç aylık geçici bütçe ile AEP’nin üç aylık vaatlerinin örtüşmesi beklenirken, ikisi arasında neredeyse, hiçbir bağın kurulmadığı ortaya çıkmıştır. Benzer bir tespit bütçenin aslı için de geçerlidir.
Gerek 58 ve 59. hükümet programları, gerekse 2003 yılı geçici ve 2003 yılı asıl bütçenin ana doğrultusu, AKP iktidarının öngörülen faiz dışı fazla hedefini aşağıya doğru revize edeceği ve IMF programına aykırı önerilerini kabul ettireceği iddiasını haklı kılacak unsurlardan yoksun kaldığını açıkça göstermiştir. Sonuç alınamadığı anlaşılmış olmalı ki, bu iddiadan daha sonra vazgeçilmiştir. Öyle bir noktaya gelinmiştir ki, IMF programının dayattığı faiz dışı verme koşulu, hükümetlere kısmen de olsa kendi siyasal programlarını uygulamaya koyabilme olanağını artık vermemektedir. 2004 bütçesiyle bu somut olanak ortaya çıkmıştır. Hatırlanacaktır, 2004 Bütçe Kanunun kabülünün ardından asgari ücrette ve SSK ve Bağ-Kur emekli maaşlarında bütçede öngörülenin üzerinde bir artışa gidilmişti. Ardından yapılan ek bütçeyle, bu ek yükün maaş ve faiz ödeneğinin dışındaki ödeneklerden yapılacak yüzde 13’lük bir kesintiyle karşılanması öngörülmüştü. Bu da gösteriyor ki, bütçeler artık hükümete bir esneklik tanıyamamaktadır.
AKP bu süreçte ilginç bir tavır sergilemiştir; önceleri sosyal sorunlar çıktığında faiz dışı fazla hedefinde revizyon arayışlarına gidilerek programdan şikayetçi olunmuş, bazı makroekonomik göstergelerde başarılı sonuçlar alındığında ise programa sahip çıkılmıştır. Yani, başarısızlık olduğunda bunların faturası IMF’ye çıkarılmış, başarılarda ise, -halbuki başka yazılarımızda da gösterildiği gibi gerek büyümede gerekse enflasyonda elde edilen başarılar aslında geçicidir- bunlar da AKP’nin eseriymiş gibi sunulmuştur. Hatta bazen kendilerince başarı kabul edilen bu ortamın yarattığı rehavetten olsa gerek daha da ileri gidilerek “2005 başında artık IMF ile yollarımızı ayırabiliriz. Bu seçeneği ciddi olarak düşünüyoruz” gibi radikal sayılabilecek bir öneri bile dile getirilebilmiştir.
Ancak Ocak ayına ait cari işlemler açığının öngörülerin çok üstüne çıkması ve buna kaynağı belirsiz dövizlerin ülkeyi terk etmesinin eşlik etmesi döviz fiyatlarını bir anda fırlatıverdi ve ekonomide yaratılmaya çalışılan olumlu hava birden olumsuza dönüşüverdi. Bu olumsuz konjonktürden olsa gerek, o günlere denk düşen 4. İzmir İktisat Kongresi’nin açılış konuşmacıları arasında yer alan Başbakan, uzun süredir özel sektör, uluslararası derecelendirme (rating) kuruluşları ve siyasiler arasında tartışma konusu olan “IMF ile devam mı, tamam mı” sorusuna açıklık getirme gereğini hissetti ve ardından ekledi: “IMF’ye git diyemeyiz ama faiz dışı fazlayı da gevşetiriz.” Böylece, tekrar başa dönmüş olduk. Yazımızın başında da ifade edildiği gibi, Hükümet faiz dışı fazla hedefini yeniden tartışır konuma geldi. Hükümet tam bu tartışmayı başlatmıştı ki, ertesi gün Şubat ayına ait cari işlemler dengesi sonuçları açıklandı. Cari işlemlerdeki açık büyüyor ve belirsiz döviz çıkışı devam ediyordu. Nitekim, veriler açıklanır açıklanmaz döviz fiyatları yeniden yükselişe başladı. Dolayısıyla, tartışmanın zamanlaması doğruydu.
Bu tartışmadan bir sonuç çıkabilir mi? AEP, hükümet programları ve bütçe hedefleri ve uygulamaları göst
eriyor ki, AKP bunu geçmişte başaramamıştır. AKP, bu sefer başarma niyetinde olsaydı bu seçenek dahil IMF’siz seçenekleri de 4. İzmir İktisat Kongresi’nde tartışmaya açardı.
Bilindiği üzere, bu tür kongrelerin tarihsel önemi, bu kongrelerin, moda deyimle ekonominin yol haritasının çizildiği ve vizyonunun oluşturulduğu bir zemin olmasından kaynaklanır. Ona tarihselliğini veren bu özelliğidir. Sorunları tartışmayan, çözümler üretmeyen, bir alternatif geliştiremeyen bir iktisat kongresinin kalıcı olması mümkün değildir. Maalesef, geçtiğimiz günlerde sona eren bu kongrede ne sorunlar tartışılabilmiştir, ne de çözümler. Çünkü çözüme katkı yapabilecek örgütlü kesimlere bir tartışma zemini yaratılmamıştır. Bu tarihi fırsat kaçırılmıştır.
Toplumun, Hükümetin bu konuda ne düşündüğünü ayrıntısıyla bilme hakkı vardır. AKP’nin bir alternatif programı yoksa, bunları sunabilecek örgütlü kesimlerin önerilerini anlama ve dinleme mecburiyeti vardır. Bu toplumsal bir sorumluluktur. Önerileri kabul eder veya reddeder, bunun siyasi sorumluluğu onun üzerindedir. Sonuç öyle ya da böyle olabilir ama bunun için öncelikle alternatif önerilerin tartışılması gerekir. Çünkü, IMF-DB patentli programın bizi nereye getirdiği çok açık ortadadır. Gelinen yer, aynı sorunları bu sefer daha da ağırlaşmış olarak tartışıyor olmamızdan da anlaşılıyor ki, toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan geniş halk yığınlarının arzuladığının bir hayli uzağındadır.
Türkiye’nin bu programlarla kendisine bir gelecek oluşturması mümkün değildir. Bu programda ısrarcı olunması halinde, gelir dağılımı ve ekonomik bağımsızlık açısından geçmişi arar hale gelebiliriz.
80 sonrası, döneme egemen olan ve günümüze kadar sürdürülen iktisat politikalarının ciddi bir eleştirisinin yapılarak alternatifinin üretilmesi gerekir. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında olduğu gibi, Türkiye kendi vizyonunu ve amaçlarını kendisi üretmelidir. Aksi halde, uygulanmakta olan programın göz ardı ettiği birikim, kalıcı büyüme, yapısal değişme, istihdam, sanayileşme, teknolojik dönüşüm, adil bölüşüm, sosyal adalet ve ekonomik bağımsızlık gibi temel ve orta-uzun döneme dönük hedefleri yakalamak hiç bir zaman mümkün olmayacaktır.
Kaynak: İktisat ve Toplum 31 Mayıs 2004