Türkiye Sosyalist Fırkası’nın merkezine kızıl bayrak çekildi ve Beynelmilel Marşı çalındı. Ertesi yıl, hâlâ işgal altında olan İstanbul’da 1 Mayıs kutlamalarına ‘nümayiş’ yapmama şartıyla izin verildi. 1923 yılında İzmir İktisat Kongresi’nde alınan bir kararla 1 Mayıs yasal olarak ‘Amele Bayramı’ ilan edildi. 1925 yılında 1 Mayıs’ta yayımlanan bir bildiri yüzünden tutuklamalar başladı. Önce İzmir’e kaçan […]
Türkiye Sosyalist Fırkası’nın merkezine kızıl bayrak çekildi ve Beynelmilel Marşı çalındı. Ertesi yıl, hâlâ işgal altında olan İstanbul’da 1 Mayıs kutlamalarına ‘nümayiş’ yapmama şartıyla izin verildi.
1923 yılında İzmir İktisat Kongresi’nde alınan bir kararla 1 Mayıs yasal olarak ‘Amele Bayramı’ ilan edildi. 1925 yılında 1 Mayıs’ta yayımlanan bir bildiri yüzünden tutuklamalar başladı. Önce İzmir’e kaçan Nâzım Hikmet, daha sonra Sovyetler Birliği’ne geçti. 1926 yılında çıkarılan Takrir-i Sükûn Yasası’yla 50 yıl sürecek olan yasaklı döneme girildi. Bu 50 yıl, polisin 1 Mayıs’ı kutlamaya kararlı olanlarla hırslı mücadelesiyle geçti. TKP’nin bildirileri, her 1 Mayıs öncesi gözaltına alınıp daha sonra salıverilen tescilli komünistler…
1935 yılında da ‘1 Mayıs Amele Bayramı’nın adı değiştirilerek ‘Bahar Bayramı’ yapıldı ve genel tatil ilan edildi.
1 Mayıs, 50 yıl sonra kitlesel olarak ilk kez 1976 yılında kutlandı. DİSK
o yıl ‘1 Mayıs Uluslararası Birlik-Mücadele-Dayanışma Günü’nü kutlayacağını duyurdu ve 100 bin kişi dört bir yandan yürüyerek Taksim Meydanı’nda toplandı. Ama iktidar hâlâ 1 Mayıs’ın aslında ‘Bahar Bayramı’ olduğu ve ancak komünist-totaliter rejimlerde işçi bayramı olarak kutlandığı iddiasından vazgeçmemişti.
1 Mayıs yürüyüşlerine katılmak her vatandaş için ciddi tehlikeleri göze almak demekti. Hep öyle olageldi.
1977 1 Mayıs’ı tarihe ‘Kanlı 1 Mayıs’ olarak geçti. Başta Taksim Meydanı’ndaki otelin kimi katlarından olmak üzere çeşitli yerlerden yaylım ateşi açılması sonucu çıkan panikte 34 kişi öldü. Solcuların birbirini yok etme çabası olarak gösterilmeye çalışılan bu katliamın derin failleri her zaman olduğu gibi daha da rütbelenmiş, daha da güçlü ve dokunulmaz devam ettiler yollarına. İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı 1979 yılında 1 Mayıs kutulamalarını yasaklamakla kalmayıp o gün sokağa çıkma yasağı ilan etti. Yasağı kıran TİP lideri Behice Boran, DİSK Genel Başkanı Abdullah Baştürk ve TSİP lideri Ahmet Kaçmaz ile çeşitli sendika başkanları ve yöneticileri gözaltına alındı. 1980’de her türlü gösteri sıkıyönetim tarafından yasaklandı. Yine sendikacılar ve çok sayıda gösterici gözaltına alındı.
12 Eylül darbesiyle birlikte 1 Mayıs kutlamalarına yine süresiz olarak yasak getirildi. 1981 yılında da daha önce ‘Bahar Bayramı’ adı altında genel tatil günü ilan edilmiş olan 1 Mayıs, iş-gününe çevrildi. Her tür bayramlığından soyundu. Darbe mantığı, dolambaçlı yoldan önlemler almaya uygun değildi doğal olarak. 1 Mayıs’ı Bahar Bayramı ilan ederek işçilerin elinden almak, bir de yalnız işçilerin değil bütün milletin bu özel günü birlik ve beraberlik içinde kutlaması için genel tatil günü ilan etmek, fazlasıyla incelikli, dolayısıyla lüzumsuz bir taktikti. Bu konuda işbirliğine davet edilen halka verilmiş olan tatil rüşveti geri alındı. Paşalar, mümkün olsa Türk takvimini 1 Mayıssız yazdıracaktı. 12 Eylül’den sonra 30 ve 40’lı yılların iklimine dönülmüştü. İşçi sınıfının varlığından söz etmek bile ağır suç oluşturuyordu.
Tarihe bak
Ahlakçı Cioran tarih üstüne uğursuz sözler üretirken, tarihin polislerin sınıflandırılmasına indirgenebileceğini, rejimler arasında bir seçim yapmanın da aslında ‘Şu polisi bu polise tercih ediyorum’ demeye geldiğini belirtir. Onun karaduygulu çözümlemesinin, ne kadar üfleyerek okusak da tarih üstüne kendi hayatımızı tanık ederek kendi karalamalarımızı üretirken uzaktan elimizi tuttuğunu fark ediyoruz. Tarihi sadece polislerle okumak mümkün. Tarihin kapısını her zaman polisler tutmuştur.
1977 yılının 1 Mayıs’ında bilinmezler-bilinip de dile getirilemeyenler-dile getirilse de gerçekliğin resmi yorumuna asla sızamayacak olanlar listesinde sağlam bir yeri olan üniformalı-üniformasız suikast timlerinin becerdikleri de Taksim Meydanı’nı işçilere-emekçilere mümkünse sonsuza dek kapatmayı hedeflemiş bir komploydu. Nitekim olayların içyüzünün hiçbir şekilde araştırılmaması, o gün meydanda toplananların kurban olduğunu kabul etme konusundaki isteksizlikten kaynaklanıyor. İşçi sınıfını sendikal özgürlüklerini alabildiğine kısıtlayarak, dünyanın biçimlendirilmesi konusunda en ufak bir söz sahibi olma hakkından uzak tutarak sürdürülen savaşın dilinde henüz bir değişiklik sezmek mümkün değil. Bir zamanlar meydanlara yürüyen işçi sınıfını ‘çapulcu sürüsü’ olarak adlandıran iktidarın şimdiki sahipleri 1 Mayıs kutlamaları için bir zamanlar gözaltında kayıp edilenlerin aceleyle fırlatılıp atıldığı ‘Beykoz Çayırı’nı önerirken o çapulcu sürüsünün çoktan zapturapt altına alınmış olduğundan en ufak bir kuşku duymuyor. AB uyum sürecinde gösterilen heves ve çalışkanlığın işçi hakları, sendikal özgürlükler söz konusu olduğunda asla devreye girmemesi devralınmış düzen bekçiliğinin düsturlarını işaret ediyor.
Nitekim Vali’sinden Adalet Bakanı’na, Emniyet’inden Dışişleri Bakanı’na kadar bütün muktedirlerin 1 Mayıs öncesi sarıldığı dil, işçi sınıfını sabıkalı, uğursuz, katlanılması gereken düşük hizmetliler güruhu olarak göstermeye yönelikti. Trafik sorunları yüzünden vatandaşlara o gün sokağa çıkmamalarını salık verirken vatandaşlık mertebesini, haklarının peşinde demokratik mücadeleyi sürdürmeye azimli kitleden kıskandıkları açıktı. 1 Mayıs günü Meteoroloji tarafından öngörülmüş büyük bir fırtınaya karşı halkını uyaran şefkatli lider görünümündeydiler. Emeğin bayramını doğal bir afetmiş gibi sunarak, tehditler savurarak ayak dirediler. Taksim Meydanı’na adım attırmayacaklardı. DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi’nin karşılıksız kalan itirazı şuydu: “İstanbul’da miting alanları bir komisyonca belirlenir, belirlenmiş olanlar şunlardır diyerek işin içinden kimse sıyrılamaz. Valilik, bir yasayı ‘Hayır’ yanıtı vermek için kullandığında, ‘Olmaz’ denilen yerlerde, örneğin Taksim’de yapılmış tören, kutlama, konser, miting ve yürüyüş benzeri onlarca eylem ve etkinliğe nasıl izin verildiğini, izin verilmediyse neden göz yumulduğunu tüm topluma açıklamak zorundadır.”
Toplumsal muhalefeti suç odağı olarak yansıtmanın dilini pişkince kullanan muktedirler, Abide-i Hürriyet’i kabul etmeyen sendikaları gerginlik yaratmakla suçlayıp, gerek aba altından sopa gösterir, gerekse açıkça tehditler savururken bir yanlarıyla bir dilin usulca yarılmaya başladığının farkındaydı elbet. ‘Aman bir tatsızlık çıkmasın’ şiarıyla, pragmatizmin, oportünizmin bayrağını dalgalandıran iktidar, asıl mücadelenin şimdi başladığını görmeyecek kadar aymaz olabilir mi? İşçi sınıfı ve toplumsal muhalefet hiçbir gerginlik yaratmadan, efendi efendi gösterdiğiniz çayırlarda otlamaya direniyor işte. Direnecek de.
İtaatsizlikle başlıyor her şey. Şimdi gururla sır kasasının üstünde oturmakta olduğunuz 77 katliamıyla İstanbul şehrinin merkezinden, hayatın vitrininden sürülüp atılmış olanlarla başa çıkmanız, Verheugen’le pazarlık etmekten çok daha zor olacak.
Şimdi Saraçhane Meydanı’nda sizin icazetinizi beklemeden toplanan binlerce insan daha da güçlü ve kalabalık olarak dolduracak bir gün Taksim Meydanı’nı. Evet.
Yarın işçiler, emekçiler, sizin dikte ettiğiniz hayata, kapılarını tuttuğunuz dünyaya itirazı olanlar Taksim Meydanı’na girecek. Polisleriniz
de Saraçhane’de olduğu gibi efendice uzaktan izleyecek.
Yıldırım Türker
03/05/2004 / RADİKAL