Irak’ta işgale karşı giderek birleşen, organize olan ve büyüyen silahlı kitle direnişi, emperyalistlerin bitmek bilmeyen enerji kaynakları, kölelik koşullarında çalışan işçiler ve yeni bir pazar düşlerini kabusa çeviriyor. Birçok kentin kontrolü fiilen direnişçilerin elinde, ABD’nin 30 Haziran’da “kısmi yetki devri” yapmayı planladığı kukla konsey üyeleri teker teker öldürülüyor, Şiiler ve Sünniler arası bağlar güçleniyor ve […]
Irak’ta işgale karşı giderek birleşen, organize olan ve büyüyen silahlı kitle direnişi, emperyalistlerin bitmek bilmeyen enerji kaynakları, kölelik koşullarında çalışan işçiler ve yeni bir pazar düşlerini kabusa çeviriyor. Birçok kentin kontrolü fiilen direnişçilerin elinde, ABD’nin 30 Haziran’da “kısmi yetki devri” yapmayı planladığı kukla konsey üyeleri teker teker öldürülüyor, Şiiler ve Sünniler arası bağlar güçleniyor ve savaşın ekonomik, askeri, politik maliyeti her geçen gün büyüyor.
Bütün sömürgecilik stratejilerinin “kusurcuğu”, halkların sömürgeciliğe karşı direnişini yaratmasıdır. Bir halk top yekun onursuzlaştırılıp teslim alınmadığı müddetçe, Ebu Garip cezaevinden yansıyan vahşet görüntüleri, Felluce’de Amerikan bombasıyla ölen çocuklar, Gazze’de İsrail füzelerinin yıktığı evler sömürgecilerin “mezar kazıcılarına” verebileceği yegane yanıttır.
Filistin ve Irak’ta gerçekleştirilen kitle katliamlarının sonrasında esip gürleyen Tayyip Erdoğan’da bu gerçeği pekala bilmektedir. Zaten Dışişleri Bakanı Gül, Başbakanın “sert” açıklamalarını basının fazlaca şişirmesinden endişelenmiş olacak ki ilk balans ayarını yapmış ve bunların “dostça uyarılar” olduğunu söylemiştir. Gerçi Tayyip Erdoğan’ın “İsrail’i kınamak yetmez, kınamayı aşan girişimlerde bulunmak gerekir” dediği, ne İsrail ile silah anlaşmalarının iptali, ne ekonomik işbirliğinin durdurulması, ne de İsrail’li Bakanın Ankara’daki basın açıklamasında bahsettiği “derin stratejik bağlar”ın koparılmasıdır. Çünkü bu bağlar gerçekten de çok derindir ve bu bağların en genel ifadesi Türkiye’de Tayyip Erdoğan’a, İsrail’de Şaron’a “yürü ya kulum” diyen ABD’nin “Büyük Ortadoğu Stratejisi”dir. Ancak AKP döneminde yükselen sermaye gruplarından olan Zorlu’nun İsrail Alt Yapı Bakanı ile ortak yatırım anlaşması imzaladığı bir günde, Başbakan’ın İsrailli Bakanı fırçalaması, kuşkusuz ki bir balans ayarı gerektirmektedir ve Abdullah Gül gerekeni yapmıştır.
İkinci balans ayarı Genelkurmay İkinci Başkanı İlker Başbuğ’dan gelmiştir. Başbuğ, sömürgecileri “Filistin-İsrail sorunu çözülmeden bölgede istikrar olmaz” diye uyardıktan sonra bölgede yaşanan sorunların çözümü için “parlak” buluşunu kamuoyuna açıklamıştır: “ABD-AB’nin işbirliği ve müşterek değerleriyle askeri, politik, ekonomik gücün sinerjisi”. Şurası açıktır ki Başbuğ’un “sinerji”si ne bir kısım “iliştirilmiş” basın mensubunun iddia ettiği gibi “parlak”tır ne de onun buluşudur. Başbuğ’un bahsettiği işgalin uluslararasılaştırılmasıdır. Başbuğ’un çağrısı, sistemin devamlılığı için diğer emperyalist ülkelere yönelik bedel ödeme, elini taşın altına koyma çağrısıdır. “Parlak” değildir; emperyalist-kapitalist dünyanın “müşterek değerlerinin” yani, emeğin, doğal kaynakların yeniden sömürgeleştirilmesi ve dünya piyasalarına entegrasyonunun sağlanmasının, ortak askeri, ekonomik ve politik güçle gerçekleştirilmesi sorunu çözmez, sadece çatışmayı genişletir, genelleştirir. Kendi buluşu değildir; bir “dost”un, ABD’nin uyarılarıdır.
İşgal uluslararasılaşıyor
ABD işgalin uluslararasılaştırılması için girişimlerine Birleşmiş Milletler’den başladı. BM’ye ABD ve İngiltere tarafından sunulan karar tasarısı ile 30 Haziran’daki sözde yetki devrinden sonra çok uluslu işgalin meşruiyetinin sürmesi ve işgalcilerin işledikleri suçlardan kaynaklı sadece kendi ülkelerinde yargılanabilmeleri isteniyor. Böylece işgalci kuvvetlere gerçekleştirecekleri katliamlar, tecavüzler, işkencelerden dolayı yargılanmama garantisi verilerek, yeni katliamcı işkenceci ve tecavüzcülerin katılımının önü açılıyor.(ABD’nin işkence olaylarına dair aldığı bir diğer önlem(!) de cezaevlerine dijital fotoğraf çeken cep telefonlarının girişini yasaklamak olmuştu).
“Uluslararasılaştırma” girişimleri Haziran ayında yapılacak G-8, ABD-AB zirvelerinde ve NATO toplantılarıyla devam edecek. Bu seneki G-8 toplantılarına 8 emperyalist ülke dışında bölgedeki Müslüman işbirlikçi devletler de katılacak. Bu katılım biçimi, minimum risk almak isteyen Avrupa’nın yükünü ve endişelerini hafifletmek amacıyla “Müslüman asker” devşirme ve bölgede yeni taşeronlar yaratmayı amaçlıyor. Tayyip Erdoğan “demokratik müttefik” Türkiye’nin Başbakanı olarak davetiyesini aldı bile. Ancak Başbakan’ın Irak ve Filistin görüntüleri karşısında “bir baba olarak” hissettiği “isyan ve hüzün”, “devlet adamı” olarak, davete icabet etmeyeceğini söyleyen Mısır Devlet Başkanı’nın yalandan “naz”lanması kadar olamadı. Sonuçta Erdoğan’ın da katılacağı bu toplantılarda başlayan, hangi ülkelerde ne kadar asker konuşlanacağı, hangi operasyon bölgelerinde hangi ülke askerlerinin kullanılacağı, hangi ülkelere yeni üs açılacağı, ülkelerini yeniden biçimlendirmek için bilimsel ve eğitsel etkinliklerden nasıl yararlanılacağı tartışmalarına NATO toplantılarında son şeklinin verilmesi planlanıyor.
ABD’den yeni talepler, yeni belalar
İşgalin askeri, ekonomik ve politik faturasını hafifletmeye çalışan ABD bu süreçte sineğin yağını çıkarma telaşıyla işbirlikçi ülke yönetimleri üzerindeki basıncını arttırıyor. Bu yoğun basınçtan Türkiye de nasibini alıyor. ABD’nin, Türkiye’den son talepleri; Afganistan için asker, İncirlik Üssü’nün kullanımı ve Karadeniz’de bir deniz ve hava üssü. Kısacası ABD AKP’yi kendi peşinde bataklığa çağırıyor. Ancak emperyalist barbarlığın Türkiye halkında yarattığı nefret ve emperyalizmin halklara sunacağı bir geleceğin olmadığının görülmesi hükümeti oldukça zorlayacak gibi görünüyor. Bu noktada hükümet İsrail sorununu efendilerine karşı bir pazarlık malzemesi olarak kullanıyor. Ancak efendilerin elindeki kozlar daha büyük: IMF ile anlaşma ve AB süreci…
Haziran ayında IMF ile yapılacak görüşmeler öncesi ekonomide çizilen pembe tabloların dolar ve petrol fiyatlarındaki artışla beraber dağılmaya başlaması, ABD’nin elindeki IMF cenderesinin sıkıştırılmasına olanak sağlıyor. Bir yıl içinde dış açığı %82 artan, dış borcu milli gelirinin %62’sine ulaşan Türkiye’nin kırılgan ekonomik yapısı dünya kapitalist sistemine entegre olmayı devam ettirerek, pazarlık yürütmeyi gitgide olanaksızlaştırıyor. Halka sunduğu tek “gelecek” AB’ye giriş olan AKP açısından, bu sürecin ABD desteği olmaksızın işleyemeyeceği de açık bir şekilde görünüyor. Bu koşullar altında AKP hükümeti, efendilerinin politik faturasının büyük kısmını kendi ödemek zorunda kalıyor. İsrail sorununu bahane ederek Ortadoğu konusunda pazarlık yapan hükümet, Afganistan konusunda beklendiğinden kısa sürede yelkenleri indirmiş görünüyor. 27 Mayıs’ta”Irak’ın tersine Afganistan konusunda tüm dünya mutabık… Afganistan’daki varlığımız tarihidir ve eskilere dayanır. Bu nedenle biz Afganistan’ın dışında kalamayız. Büyük bir Türk-Özbek nüfus da var. Afganistan bizim için varlığımızı göstereceğimiz, bayrağımızın dalgalanacağı bir yerdir. Afganistan’a yardım için başı çekeceğiz.. Herşeye sıcak bakıyoruz. Askerimiz giderse çarpışmak için değil orayı eğitmek için nizama sokmak için gidecektir” açıklamasını yapan Abdullah Gül “Kabilistan” dışında hiçbir işgalci gücün kafasını kaldıramadığının farkında olarak bunları söylüyor.
Egemenlerin seçeneksizliğine karşı emperyalizmden kopuş seçeneği
Geleceği IMF’ye ve ABD’ye bağlı bir ülkenin ön
üne konan seçenekler bellidir: Emperyalist barbarlığın ucuz askeri, emperyalizmin saldırı üssü, tecavüzün, işkencenin , katliamın suç ortağı olmak. AKP hükümetinin bunlar dışında halka sunabileceği herhangi bir seçeneğin bulunmadığı açıkça görülmektedir. Bu gerçeğin görülmesiyle beraber AKP hükümeti, YÖK yasasında olduğu gibi iç siyasette sahte saflaşmalar yaratarak, dış politikada yalancı “Kasımpaşalılık” yaparak kendi tabanını korumaya çalışmaktadır. Bu yüzden, YÖK yasa tasarısı sürecinde “Demokratik Üniversite, Söz ve Karar Hakkı” talebiyle sürdürdükleri militan eylem çizgisiyle egemenler arası saflaşmanın sahteliklerini gösteren öğrenci hareketinin cüretini toplumsal muhalefetin tamamı kazanmalıdır. Emperyalist barbarlığa öfke duyan ezilenlerin ucuz “Kasımpaşalı” edebiyatına değil, kaderini emperyalizmden bağımsız, özgürce belirleyen bir ülkeye duyuduğu ihtiyaç örgütlenmeli, NATO süreci bu amaçla değerlendirilmelidir. Bu süreçte NATO’yu ülkemize sokmamayı hedefleyen ilerici emek hareketi ve sosyalistlerce sürdürülecek eylem süreci Türkiye halkının işgalci katillere öfkesini değil yansıtmanın ötesinde, halkın bu ülkenin üzerine çökmüş olan emperyalist bağımlılık zincirlerini kırıp atabilecek bir
iradeye sahip olduğunu yeniden hatırlamak ve kendi bağımsız geleceğini inşa etmenin adımlarını atmak demektir.